Cevdet AKBAY
Taşları Serbest Bırakmanın Zamanıdır
Cevdet AKBAY akbayc@gmail.com
Hrant Dink’in cinayetini bile gölgede bırakan son gelişmeler sizin de dikkatinizi çekiyordur. İnsanların güvenliğini sağlamakla görevli olan polis ve jandarmalar, bir masum gazeteciyi katleden bir katille kol kola girerek hatıra fotoğrafları çektiriyorlar… Arka planda Atatürk’ün Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilmez sözlerinin yazılı olduğu posterin önünde durdurarak kahraman pozları verdiriyorlar… Bununla da yetinmeyip, katilin eline bir Türk bayrağı tutuşturup bir de bayraklı fotoğrafını çekiyorlar.
Taşları Serbest Bırakmanın Zamanıdır
Cevdet AKBAY
akbayc@gmail.com
Hrant Dink’in cinayetini bile gölgede bırakan son gelişmeler sizin de dikkatinizi çekiyordur. İnsanların güvenliğini sağlamakla görevli olan polis ve jandarmalar, bir masum gazeteciyi katleden bir katille kol kola girerek hatıra fotoğrafları çektiriyorlar… Arka planda Atatürk’ün Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilmez sözlerinin yazılı olduğu posterin önünde durdurarak kahraman pozları verdiriyorlar… Bununla da yetinmeyip, katilin eline bir Türk bayrağı tutuşturup bir de bayraklı fotoğrafını çekiyorlar.
Irkçı duygularla doldurulan gençler bu tür görüntüleri helal olsun Ogün abiye, polis ve jandarmalar bile onunla hatıra fotoğrafı çektiriyor, demek o bir kahraman! şeklinde algılayıp onu rol model olarak alacaklar. Ellerine tutuşturulan silahlarla devlet tarafından hedef gösterilen insanları sokak ortasında katleden geçlerin sayısında patlama olursa hiç şaşmamak lazım. Daha ilk günde tıpkı bu katil genç gibi giyinip sokaklarda gösteri yapan gençleri görünce insanın tedirgin olmaması elden değil. Güvenlik güçlerinin bu çirkef tavırları ve bu güvenlik görevlilerinin hukuk dışı tavırlarına göz yuman amirlerin tutumlari, varolan tedirginliği daha da artırıyor.
Can Dündar, 27 Ocak 2007 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Reşat Altay’ın yazılmamış anıları başlıklı yazısında, katilin memleketi olan Trabzon’nun Emniyet Amiri Reşat Altay’dan bahsediyor. Güvenliği Reşat Altay’a emanet edilen Trabzon, linç, suikast, bombalama ve cinayetlerle sık sık gündeme geldiği hepimizin malumudur. Sehrin guvenliginden sorumlu olan Reşat Altay, sehirdeki güvenlik zaafını reform yasalarına bağlıyormus, çıkarılan yasalar polisin elini kolunu bağlıyormuş! İnsan, acaba bu tür provokatif olaylar, AB sürecini baltalamak için mi yapılıyor? diye düşünemeden edemiyor.
Reşat Altay’ın kirli ve karanlık bir geçmişe sahip olduğunu Dündar’ın yazısından öğreniyoruz. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciler üzerine el bombası atıp 7’sini katleden, 47’sini de yaralayan katillerin peşine düşen güvenlik görevlilerine engel olarak katillerin ellerini kollarını sallayarak izlerini kaybettirmesine sebep olmuş. Nisan 1992’de Çiftehavuzlar’da bir Dev-Sol evinde üç örgüt üyesi kıstırılıyor, canlı olarak yakalanmaları mümkünken, polis her ücünü de olay yerinde öldürüyor. Kasten adam öldürmek suçundan dava açılmasına rağmen zor kullanma yetkilerini kullanmışlardır diyerek beraat eden 22 polis arasında Susurluk’la da ilişkileri tespit edilen İbrahim Şahin, Ayhan Çarkın ile birlikte Reşat Altay da varmış.
3 Kasım 1996’daki Susurluk kazasında ölen ve kırmızı bültenle aranan mafyacı Abdullah Çatlı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesi’nde müdür olan Reşat Altay ile 5 kez telefonda görüşmüş! Son olayların ardından görev suistimalinden dolayı merkeze alınan Reşat Altay, Türk yargısı tarafından Trabzon’daki görevine geri iade edilirse hiç şaşırmayacağım.
Ogün Samast’ı Hrant Dink’i katletmek için görevlendiren Yasin Hayal, güvenlik güçlerinin gözetiminde mahkemeye çıkarılırken bile Orhan Pamuk akıllı ol, akıllı ol! diye tehditler savurmaktan geri durmuyordu. Bu tehditten sonra Türkiye tarihinde ilk, belki de son defa Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk’un, can güvenliğinden dolayı birkaç yurtdışı ziyaretini iptal ettirmek zorunda kaldığı haberi medyaya yansıdı. Bir-iki gün önce de, banka hesabından yüklü bir miktarda para çekerek, sessiz sedasız yurtdışına kaçtığını öğrendik. Bir devlet, Nobel Ödülü almış bir vatandaşını bile bu haydutlardan koruyamıyorsa, böyle bir ülkede can güvenliğinden bahsedilebilir mi?
Bu haydut kimden cesaret alıyor da böyle pervasızca tehdit savurabiliyor? sorusunu kendimize ve etrafımızdakilere yüksek bir sesle sormalıyız. Altı kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan Trabzon’daki McDonald bombalama olayının faili olan bu kişi, işlediği suçtan dolayı sadece 10 ay hapis yattıp çıkmış. Yargıda da Reşat Altay gibi abileri oldukça, bu son suçtan dolayı devlet kesesinden bir kaç ay tatil yaptıktan sonra delil yetersizliğinden veya iyi hal durumundan salıverilirse hiç şaşırmayacağım.
Şaşırmayacağım çünkü, katiller sadece güvenlik birimlerinden değil, hukuk sisteminden de cesaret alıyorlar. Daha bir kaç hafta önce, Başbakan’a suikast planlarıyla, silah cephaneliğiyle yakalanan Atabeyler Çetesi üyelerinin, kısa bir süre misafir edildikten sonra salıverildiğine hepimiz şahit olduk. Demek, çeteciler ve katiller bir şekilde yakalansalar bile, çıkarıldıkları ilk mahkemede serbest bırakılıyorlar. Mafya ve cinayet çetelerinden yana olan bir mafya-çete devletinde kendimizi güvende hissedebilir miyiz? Böyle bir ortamda yaşamak zorunda kalan halkın, çobanları kurt olan ve her saniye kurtlara yem olma korkusuyla yaşayan koyunlardan hiçbir farkı yoktur.
Jandarma da en az Emniyet kadar belki ondan daha laçkadır. Tamer Korkmaz’ın 2 Şubat 2007 tarihli Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazısından, Susurluk Kazası’ndan yarım saat sonra, dönemin Kocaeli İl Jandarma Komutanı Veli Küçük’ün, Balıkesir Emniyet Müdürü’nü telefonla arayarak Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı) bizim arkadaşımızdır. İsmi geçmezse iyi olur dediğini öğreniyoruz.
Aynı Veli Küçük’ün Danıştay katili ile irtibatlı olduğunu ve Hrant Dink’in en çok çekindiği kişi olduğunu da biliyoruz. Devletin gücü Veli Küçük gibi bir eşkıyaya yetmiyorsa, vatandaşlarını bu eşkiyaların şerrinden muhafaza edemiyorsa, devletin kendisi eşkıyalaşmış demektir. Vah öyle bir devlette savunmasız olan vatandaşların haline! Manzara bu iken, 1992 ile 1996 yılları arasında, sadece Batman ilinde resmi rakamlara göre 363 tane faili meçhul cinayetin işlenmesi çok da şaşırtıcı gelmiyor artik. Gayri resmi rakamların bundan daha fazla olduğu da başka bir gerçek.
Cinayetlerin işlendiği cinayet mahalindeki ipuçlarını dikkatlice kontrol ettiğimizde, derin devletin bir izini veya düşürülmüş kartvizitini görebilir ve olayın faili meçhul olmadığını, failin devlet olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Mesela, 1994’te Batman Valisi Salih Şarman tarafından 500 bin dolar harcanarak silah alındığını, bu silahların gizemli bir şekilde kaybolduğunu, ve kaybolan bu silahların daha sonra yerli Hizbullah’ın cephaneliklerinde bulunduğunu birçoğumuz biliyoruz.
Batman’daki faili meçhul cinayetleri araştırmak için kurulan komisyonda görev alan Fikri Sağlar’ın aktardığı bilgiye göre, görüştükleri Batman Emniyet Amiri şu bilgileri vermiş: Hizbullah’ın birçok faaliyetinden haberdardık, fakat askerlerin koruması altında oldukları için onlara birşey yapamıyorduk. Askerler Hizbullah militanlarına askeri eğitim bile veriyordu (Justin Huggler, The Independent, 2 Eylül 2000). Bu bilgiler bize devlet, asker, emniyet, Hizbullah (bazi durumlarda PKK) ve faili meçhul cinayetleri arasındaki bağlantıları çok açık bir şekilde gösteriyor.
1980 öncesi Kuzey Kürdistan’da bulunan örgütleri PKK’ya tasfiye ettiren derin devlet, 1990’ların başlarında kontrolden çıkma işaretleri veren Abdullah Öcalan’ı tekrar hizaya getirmek için PKK’ya karşı Hizbullah’ı kullanmaya başladı. Abdullah Öcalan’ın derin devlete beyaz bayrak sallayarak boyun eğmesinden sonra boşta kalan Hizbullah, bu sefer İslam kimlikli Kürd örgütlere ve Kürd işadamlarına karşı kullanılmaya başlandı. Hizbullah, 1979’dan 1990’ların başına kadar bölge halkına sağlıktan eğitime kadar birçok alanda çok başarılı hizmetler sunan gönüllü bir örgüt iken, derin devlet tarafından asli vazifesinden saptırılarak kiralık bir cinayet makinesine dönüştürüldü.
Derin devletin planı, tıpkı diğer Kürd yapılanmaları PKK’ya tasfiye ettirdiği gibi, Kuzey Kürdistan’da faaliyet gösteren İslami grupları da silahlı Hizbullah’a temizletmekti. Hüseyin Velioğlu yönetimindeki Hizbullah, işe bir zamanlar dava arkadaşları olan Menzil Grubu üyelerini tek tek hunharca katletmekle başladı. Çünkü Menzil Grubu, Velioğlu’nun şiddet yöntemine olan niyetini ve derin devletin kontrolüne girdiğini anlayınca, halkı uyarmaya başlamıştı. Derin devletin kiralık katili olmayı reddeden bu insanlar, münafık ve kafir diye damgalanarak imha edildiler. Daha sonra kirli silahlarını Nurcu Kürdler’e yönelttiler. Katlettikleri insanların hemen hemen hepsinin Kürd ve Kemalist rejim muhalifi olması (Med Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım gibi) ve rejim güçleriyle hiçbir zaman silahlı mücadeye girişmemeleri, Hizbullah ile derin devlet arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermeye yetiyor.
İzzettin Yıldırım’ın sorgu kasetlerinde, Hüseyin Velioğlu’nun Fethullah Gülen’e maddi destek veren işadamlarını sorması, Kürd işadamları ve Med Zehra’dan sonraki hedefin Fethullah Gülen Cemaatı olduğunu gösteriyordu. Velioğlu, Med Zehra’yı tasfiye etmekle ugrasirken, derin devleti temsil eden Milli Güvenlik Kurulu (MGK) da Fethullah Gülen’i devlet düzenini yıkmakla suçlayarak hapsedilmesi için çalisiyordu. Hapiste beyinleri çeşitli kimyasal ilaçlarla manipüle edilen eski milletvekili Hasan Mezarcı (şimdi Hz. İsa olduğunu iddia ediyor) ve İBDA-C örgütü lideri Salih Mirzabeyoğlu (Mehdi olduğunu iddia ediyor) örneğini bilen ve Türkiye’de can güvenliğinin olmadığını anlayan Gülen, 1999’da ülkeyi terketmek zorunda kaldı.
Burada, derin devlet-taşeron örgüt çercevesinde vermeyi önemli gördüğüm bir haberi aktarmadan geçemeyeceğim. Nokta Dergisi’nden Haluk Örgün’ün kaleminden çıkan habere göre, 2006'nın son askeri şurasında askerler, toplantının ilerleyen saatlerinde irtica üzerine ve kadrolaşma iddialarına karşı sözlü olarak konuşmaya başladıklarında, Başbakan Erdoğan araya girip belge ister. Askerler gazete (Cumhuriyet ve Aydın Doğan Medyası gazeteleri olsa gerek) küpürlerini delil olarak gösterince Başbakan tepki gösterir. İlerleyen dakikalarda askerler bu defa irticai yapılanma adı altında birkaç grubun ismini verir ve müdahale edilmesini ister. Tam bu sırada Başbakan isim vererek, … Grubunu irticacı saymıyor musunuz? diye sorar. Askerler bu beklenmeyen soru karşısında sessiz kalınca Başbakan ismini verdiği bu gurubun faaliyetlerini sıraladıktan sonra: Yoksa koruyor musunuz? Bunlar faaliyetlerini bilginiz dâhilinde mi yapıyor? diyerek, haberde geçen tabirle, bombayı patlatır!
Grubun ismi haberde geçmiyor ama, merak eden Fatih Altaylı’nın 2 Şubat 2007 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki köşe yazısına bakabilir (http://www.sabah.com.tr/2007/02/02/yaz1437-40-128.html). Hizbullah aracılığıyla şiddet kullanarak emeline ancak bir miktar ulaşabilen derin devlet, anlaşılan yeni yöntemler ve yeni gruplar kullanarak ülkeyi kaosa sürüklemeye ve bu sayede ülkedeki egemenliğini devam ettirmeye çalışmaktan geri durmuyor. Reşat Altay’ın Emniyet Amiri olduğu Trabzon’da (ne tesadüf!) faaliyet gösteren sözkonusu ulusalcı-İslamcı grubun faaliyetlerini yakından takip edenler, ne demek istediğimi anlarlar. Meselenin özü şudur; derin devlet sadece bir grupla yetinmiyor, dün Hizbullah’ı, PKK’yi ve ismini bilmediğimiz grup ve şahısları kullandığı gibi, ülke şartlarına göre yeni grup ve şahısları kullanabilir. Derin devlet kendi çirkef davası için bu kadar çaba gösterirken, bizim hiçbir şey yapmadan boş oturmamız düşünülemez.
Kaldığımız yere geri dönersek; gerek Med Zehra Vakfı yetkililerinin İzzettin Yıldırım’ın kaçırılmasında ısrarla Hizbullah’ı sorumlu tutmaları ve bunu medya aracılığıyla gündemde tutmaları, ve gerekse Fethullah Gülen gibi şiddete bulaşmamış ve birçok yerde seveni olan bir insanın hedef alınması, derin devlete muhalif olan güçleri harekete geçirir. İşlenen cinayetlerin derin devlet tarafından Hizbullah’a işletildiğini ve bu örgütün bir kısım askerler tarafından korunup kollandığını bildiklerinden, Velioğlu’nun izini sürmeye başlarlar.
Askerler de, ilişki içinde bulundukları medya aracılığıyla, kiralık katil olarak çalıştırdıkları Hüseyin Velioğlu’nun izini kaybettirmek için çabalıyorlardı. Beykoz’daki silahlı çatışmada öldürüldüğü 17 Ocak 2000’den bir gün önceki Hürriyet Gazetesi’nde Velioğlu’nun İran’da olduğuna dair hedef saptırma bilgisi veriliyordu (http://arsiv.hurriyetim.com.tr/tatilpazar/turk/00/01/16/ekl hab/07ekl.htm). 17 Ocak 2000 günü, medyanın ve derin devletin bütün iz kaybettirme çabalarının sonuçsuz kaldığını gördük! Demek derin devlet yenilmez bir güç değildir, samimi bir şekilde istenirse, tekerine çomak sokulabiliyor.
Hizbullah’ın 17 Ocak 2000’de çökertilmesinden sonra ele geçirilen bilgilerden, bu örgütün devletin birçok gizli birimi tarafından kullanıldığını ve Fethullah Gülen Cemaatı’ndan sonraki hedefin Milli Görüş Hareketi başta olmak üzere diğer İslami gruplar olduğu anlaşılıyordu. Derin devletçi askerler, bu hedeflerini de gerçekleştirebilselerdi, kontrollerindeki laik PKK’nın yanında bir de dinci Hizbullah örgütüne sahip olacaklardı. Her iki taraftan kuvvetli iki örgüte sahip olan bir derin devlet, istediğini daha rahat ve hızlı yapabilirdi. Ortadan kaldırılmak istenen insanlar, PKK’ya ajan ve işbirlikçi, Hizbullah’a da münafık ve kafir olarak hedef göstermesi yeterli olacakti. Bu durumda en çok zararı da şüphesiz ki her iki grubun ilgi alanındaki Kürdler görecekti.
Abdullah Öcalan’ın Kemalist rejimin derin güçleriyle irtibatını görmek için artık sadece haftalık görüşme notlarını okumak yeterlidir. Hüseyin Velioğlu’nun Yeşil kod adıyla bilinen Mahmut Yıldırım ve JİTEM Grup Komutanı Ahmet Cem Ersever’le çok yakın bir ilişki içinde bulunduğunu da bir sır değildir. Hüseyin Velioğlu ile Abdullah Öcalan’ın Ankara’da aynı dönemde ve aynı okulda okudukları bilgisi fazla birşey ifade ediyor mu, bilemiyorum. Velioğlu ve Öcalan’in derin devlet ilişkileri konusunda Abdülkadir Aygan’ın ve/veya Hizbullah’ın iç yüzünü bilen insanların bizlere anlatabilecekleri bilgiler vardır diye tahmin ediyorum.
Hrant Dink’in katilini kahraman gibi gösteren jandarma ve polis memurlarının tavırlarından, işlenen cinayetlerin devlet kontrolü dışında olmadığını gösteriyor.
Düşünün ki, ücra köylerdeki evlerin bodrum katlarında çocuklarına Kur’an dersi veren insanları tesbit edip yasak Kur’an eğitimi veriyorlar diye karakollara dolduracak kadar maharetli olan jandarma, OHAL’in yürürlükte olduğu bir dönemde, Batman’in göbeğinde, gündüz ortasında, jandarma karakollarının burnu dibinde işlenen cinayetlerin faillerini (ki birçok cinayetin failinin Hizbullah olduğu görgü tanıkları tarafından söylenmektedir) yakalayamıyorlar!
Düşünün ki, kebapçıları bile MGK’da masaya yatırıp laik-irticacı diye sınıflara ayıracak kadar hassas olan, bütün parti ve dernek üyelerini tek tek fişleyen, iktidarda olan bir siyasi partiyi bile kapattıran 28 Şubat’in kudretli askerleri, İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde birçok insanı domuz bağlarıyla bağlayıp çok ağır işkencelerden geçirdikten sonra hunharca katledip binaların zeminlerine gömen Hizbullah’ı bir defa dahi olsun MGK gündemine getirmemişler!
Derin devletin kendisi gibi çirkef olan oyunlarina gelmemek icin, halk olarak bunları derin derin düşünmemiz gerekiyor.
Bütün bunlar cereyan ederken, 29 Ağustos 1988 ile 27 Ağustos 1992 tarihleri arasında MİT Müsteşarlığı, daha sonra da Jandarma Genel Komutanlığı yapan Teoman Koman’ın, kendisine Hizbullah’ı soran gazetecilere verdiği Hangi Hizbullah? Bir İran’daki Hizbullah vardır bir de PKK’nın başkılarına karşı kendini koruyan, dini inançları kuvvetli vatandaşlar şeklindeki Hizbullah’ı kollayan cevabını da bir kenara not etmekte fayda var.
Görüldüğü gibi, faili meçhul cinayetlerden, cinayet işleyen katillere kol kanat germeye kadar birçok kademede polisin ve jandarmanın izini görüyoruz. Gençleri katil olmaya özendiren hatıra fotoğrafı çektirme rezaletinden sonra, Jandarma Genel Komutanlığı yetkilileri ucu kime dayanırsa dayansın, bu rezaleti işleyenleri soruşturacağız diyeceklerine, sert açıklamalar yaparak bu kirli ilişkileri gün yüzüne çıkartan medyayı TSK’yi yıpratmaya yönelik maksatlı girişimlere alet olmakla suçladılar.
Ayrica, görüntüleri yayınlayan TGRT’nin akreditasyonunu iptal ettiler. Katilin sırtını sıvazlayarak adeta “aferin” çeken görevlileri sorguya çekeceklerine sadece görev yerlerini değiştirmekle yetindiler. Bu işgüzar görevliler, sorumsuz üstlerinden gördükleri bu hoşgörüyü aferin evlatlarım, katillerin sırtını sıvazlamaya devam ediniz! şeklinde okuyup işgüzarlıklarına devam edeceklerinden kimsenin şüphesi olmasın.
Bu filmi cok izledigimizi icin artik cok net olarak biliyoruz ki, askeri burokratlar işin ucunun kendilerine dayanacağını bildikleri için tehditler savurarak gündemi değiştirmeye çalışıyorlar! Bu arada, 16 Ocak 2000’de Velioğlu İran’da diye yalan haber yaparak Velioğlu’nun izini kaybettirmek için çaba sarfeden Hürriyet Gazetesi’nin, son olaylarda Jandarma’yı masum gösterme çabaları da umarım dikkatimizi çekmiştir. Mesela, derin askerlerle ilişkisi iyi olan Saygı Öztürk’ün 2 Şubat 2007 tarihli Jandarmadan sert açıklama başlıklı haberindeki tüm basın Ogün Samast'ın bayraklı fotoğrafının jandarma karakolunda çekildiğini iddia ederken sadece hürriyet.com.tr görüntülerin Emniyet'in Terör Şubesi'nde çekildiğini yayınlamıştı ifadeleri bunu çok açık bir şekilde gösteriyor (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=588026 5&tarih=2007-02-02).
Eğer Türkiye, demokrasisi iyi çalışan bir ülke olsaydı, emirleri altında çalışan eşkıyalara sahip çıkan, asıl suçlular yerine doğruları gün yüzüne çıkartanları suçlayan, hatta bununla yetinmeyip etrafa sokak kabadayıları gibi tehditler savuran, bu açıdan Yunus Hayal ile benzerlik gösteren, bu üniformalı zevatın rütbeleri sökülüp, elleri kelepçelenerek hapse atılırlardı.
Makam ve mevkileri ne olursa olsun, hukuk dışı işlere bulaşmış sivil veya askeri suçluların üstüne cesaretle gidilmedikçe, devlet içindeki çetelerin, dolayısıyla derin devletin kökünü kazımak mümkün değildir. Cesaretle olayların üstüne gitme görevi de, halkın vekaletini alan siyaset kurumunundur. Siyasetçiler, emirleri altında çalışan çeteci bürokratlardan ve onların arkasındaki medyadan daha cesaretli olmadıkça bu ülke, kanı beş para etmeyen cinayet şebekelerinin oyuncağı olmaya devam edecektir.
Ne yazık ki hala, namussuzların namuslulardan daha cesur olduğu, taşların bağlanıp itlerin sokaklara salıverildiği bir ortamda yaşıyoruz! Bu manzarayı tersine çevirmek, başta siyasetçiler olmak üzere hepimizin görevidir.
3 Subat 2007
|