Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah Kamusal Alanın da Rabbidir
Cemal ÇAĞLAK
Kuran, insanın ana rahminde geçirdiği evrelerden bahsederken onun bir damla sudan bir çiğnemlik et haline dönüşünü, sonra bu etin kemikleşmesini, kemiklerin etle giydirilmesini ve en güzel bir şekilde dünyaya getirilişini anlatır. Allah, bu ayetin sonunda ise yarattığı bu varlığa nisbetle, kudretindeki harikalığı; "Ne güzel şekil veren" olarak beyan eder. Başı boş bırakılmayacak insan dünyaya geldiği andan itibaren bu yaratılış periyodunu bir de bilgilenme açısından tekrar yaşar. Onun yeryüzüne gelişinden sonra aklilik dönemine kadar geçirdiği süre anatomik gelişimindeki bir damla su hali gibidir. Bir çiğnemlik et dönemi ise kendisine yapılacak seslenişe iradesiyle karşılık verebileceği dönemdir.
İşte, insanın vahyin tevhidi önceliğini kavradığı an ise bu et parçasının kemikleşme dönemidir ve bir ömür boyunca yükleneceği her şeyi bu sağlamlaşmış kemik yapısıyla taşıyacaktır. Eğer kemikleşmemiş bir tevhidi yapıyla hareket edecek olursa eğilmeler ve kırılmalar kaçınılmaz olacak; sosyal yapı çöküntüye uğrayacaktır. Ancak bu kemikleşmeden sonradır ki kurallar yerini bulabilecek ve her şey yerli yerinde işleyebilecektir. Aksi halde en ufak bir yük karşısında bile eğilen bükülen insan tiplemesi çıkacak ve ilahi emaneti yüklenmek iradesini kendisinde bulamayacaktır.
İnsan bu…Ne yapacağı belli olmaz. Öyleyse bu iradeye bir yön göstermeli. Peki kim tarafından? Hangi Rab terbiye etmeli, hangi ilah hükmetmeli? Gerçekten bu varlık ne kadar farklı. Doğuşundan sonra ne olacağını bilemiyorsunuz. Büyüdükçe iyileşiyor, büyüdükçe kötüleşiyor. Hepiniz bir bebeği kucağınıza almışsınızdır. Yüzü gibi temiz, masum ve bakıma muhtaçtır. Kirlenmemiş bir zihinle dünyaya gelen bu yavrucağın, geleceğin Firavun'u ya da Musa'sı olabileceğini düşünemiyorsunuz bile. O, iki büyüğünün; Habil'in veya Kabil'in ya bire bir ya da kademe kademe bir benzeri olacaktır. O zaman kimin kucağında büyüyeceği gerçekten çok önemlidir.
Allah, insanlığa yaptığı çağrıyla başka yollara (dinlere) yönelmeye bu yüzden izin vermemekte ve başka kucaklarda büyümenin şirk koşmak olduğunu söylemektedir. En az olmak kaydıyla - ki bizler bugün bu sayıyı kat kat arttırmışız - bu sayı ikiye çıktığında tek kimlikli insan tipini oluşturmak imkanı kalmamaktadır. Bundan sonra ise hayatın her alanında bu iki yüzlülüğün sonuçları ortaya çıkmaktadır. Artık amel ve imanı, dünya ve ahireti, yaratma ve yönetmeyi birbirinden ayırmış insanı görürsünüz.
Bu insan için Allah kudret sahibi, güçlü bir yaratıcıdır.(Şimdiki eğitimde buna bile pek bir yer yok) Güneşi doğduran, toprağı yeşerten, gece ve gündüzü arka arkaya getiren odur. Ancak hayatının kurallarını kimin belirlemesi gerektiğini sorarsanız Allah'ın ayetlerine gelinceye kadar demokrasi, laiklik, komünizm, milliyetçilik gibi mevcut ve tedavülden kalkmış birçok putun arkasında iki gün tur atmanız gerekecektir.
Maalesef fesada uğramış bu ömür yorgunluğu içinde Allah'ın dinine verilen yer sadece avuntu amaçlıdır. Bu yüzden insanlık şu ayetin tanımladığı manzaranın tam ortasında bulunmaktadırlar. "Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi. Biz onlara zikirlerini getirdik, fakat onlar; zikirlerinden yüz çevirmektedirler." (Mü'minun-71)
Ben, bu ayetten - her ne kadar yirmi ilim tahsil etmesem ve doğru tefsir yapsam bile, Allah'ın verdiği aklı kullandığım için bir hadis mucibince! kafir olacağımı bile bile - şunları anlıyorum: Mekke müşrikleri, peygamberin tebliğ ettiği ayetleri kendi çıkarlarına gölge düştüğü için şiddetle reddediyorlar ve keyiflerine uygun ayetler istiyorlardı. Bizzat zulmü iptal için gönderilmiş bir elçinin bu tekliflere kulak asması zaten imkansızdı. Böyle bir hareket zaten yeni bir zulüm inşa etmek olacaktı.
Her şeye hakim olan bir otoritenin kulları için belirlediği ahkamı saptırmak veya bir çıkar grubunun keyfine uydurmak insanlığın sorunlarını çözmek yerine yeni sorunların türemesine sebep olacaktı. Bu sebeple "Üzerlerine okunabilecek bir kitap" istiyorlardı. Ancak hiçbir peygamber müşriklerin bu beklentisine zerre miktar olumlu cevap vermemiştir. Daha büyük zulüm göreceklerini bile bile tebliğe memur oldukları yolda geri adım atmadan yürümüşlerdir.
Ne var ki daha sonradan, üstelik peygamber varisleri olduğunu söyleyenler bu emaneti çiğnemişler, karşılarına çıkan otoritelere "istedikleri kitabı" dillerini eğip bükerek ikram etmişlerdir. Böylece peygamberlerin kimsenin keyfine uydurmadığı hak, keyfi hale getirilmiş; adeta İslam bütün batıl anlayışların tezgahlandığı bir işporta tablası haline getirilmiştir. Öyle ya bir kere sorun elinizdeki İslam'da ne vardır sorunu?! İslam'da milliyetçilik, demokrasi, laiklik, türbe, yatır, Hızır v.s. her şey vardır. Sadece başörtüsü yoktur, olsa olsa teferruattır!
Dün, içine girdikleri inanma sürecinin hemen arakasından, müşrik kavmin her cepheden baskısına rağmen kemikleşmiş bir imanla ortaya çıkan müminler, başlarına ne gelirse gelsin bir adım bile geri atmadılar. Gerçekten İslam, insanı öyle şahsiyetli bir seviyeye çıkarıyordu ki köle Bilal; kara derili yoksul "Hem Nuh diyor hem de peygamber" diyordu. O Kabe'de de, Müşriklerin meclisi olan Daru'n-nedve'de de, Mekke sokaklarında da Allah'tan başka kanun koyucu tanımıyordu. Yani Bilal kamusal alanda da özel alanda da Allah'tan başkasına kulluk edilmemesi gerektiğini anlamıştı.
Oysa bizlere, bu kadar soylu bir örneğe rağmen "idare etmeyi, şimdilik susmayı" telkin ettiler. Böylece yukarıdan konuşan din yerine alttan alıcı bir din inşa ettiler. Sorunları göğüsleyen Müslümanlar yerine ehveni şer taktikleriyle sıvışan kalabalıklar ürettiler. Bütün bu zillet fotoğraflarına rağmen zorba ideoloji ve müntesipleri, durmadan daha fazlasını istediler. Her geri adım atışımızda bir adım daha üzerimize geldiler. Kadınlarımızı hastasından, memurundan, öğrencisine kadar peruklarlarken, erkeklerimizi de kalemine, sözüne, duruşuna kadar perukladılar. Yine de şükürler olsun ki tesettürlü mayo ve tenis kıyafeti üretmemize ses çıkarmadılar. İşte Müslüman zekası, yeter ki işlesin!
O Allah ki göğsümüzde iki kalp yaratmadı. Bütün organların hayatiyetini sağlayan sıvı tek merkezden gönderilmektedir. Derdim anatomik tefsir yapmak değil. Sadece insanlığı idare edecek hükümlerin kaynağının merkezinin tek Allah'tan gelmesi gerektiğini vurgulayan bu ayeti bir örnekle açıklamak istedim. Eğer bu ayete iman ediyorsak bizim farklı farklı hayatlarımız olmamalı ve saatimiz saatimize uymalıdır.
Bizleri biçimlendirmek ve istedikleri şablona sokmak isteyen her türlü zorlamaya ve tasnife mukabil, hayatımızın her alanının yaratıcımıza ait olduğunu düşünerek hareket etmeliyiz. İlahlaşan kurumlar veya kişiler ne kadar dayatırlarsa dayatsınlar özel alanda farklı kamusal alanda farklı düşünmek ve davranmak gibi bir hakkımız yoktur. İslam hem özel alanı hem kamusal alanı düzenlemek için indirilmiştir.
Öyleyse bizler niçin onların isteklerine boyun eğelim? Bizim rabbimiz ilahlaşan bu insanların ve onların kendisinden başka edindikleri güçlerden üstün değil mi? Bizim rabbimizin azabı veya mükafatı daha çetin ve daha sürekli değil mi? Onlar bizim rabbimizden korkmadıkları halde ne diye onlardan ve ilahlarından korkarak dayattıkları yasalarına ve arzularına boyun eğelim.
Şüphesiz biliyoruz ki dünya hayatı kısa bir geçimlilik alanıdır. Asıl yurt ise ahiret yurdudur. O halde bizlere ne oluyor ki rabbimizin davet ettiği esenlik yurdunun yolundan sapıyoruz? Kılıktan kılığa girmekte zorlanmayan, hatta bunu hayatın gerçekleri olarak kabul eden ve kendilerine ahiret yerine dünyevi istikballer ikame etmiş olanlar için söyleyecek pek fazla bir sözüm yok. Ancak "inanıyorum" diyen ve bu imanını korumak için sıkıntı duyan kardeşlerime diyorum ki; Allah hayatınızın her saniyesinin ve mekanının rabbidir. Öyleyse nasıl oluyor da Onun sizden istediklerini - bahaneniz ne olursa olsun - bir kenara bırakarak mevcut müşrik anlayışın sizi isyana davet eden görüşlerine boyun eğiyorsunuz?
Babanızın, annenizin, çevrenizin, geleceğinizin beklentileriyle, Allah'ın, üzerinde hakkı olan hayatınızı başkalarının süfli emellerine ne satabilir ne de adayabilirsiniz. İşte mümin insan bu hayatı çaldırmamakla mükelleftir.
Aslında Müslümanlarda bugün görünen tevhide aykırı davranışların tamamının sebebi zihniyetlerinin inşasında kullanılan yanlış programlardır. Daha doğuştan sakat bir anlayışla sokağa çıkan Müslümanlar ne yazık ki en ufak bir engel, baskı ve korku ortamında kılıktan kılığa girmekte; takiyyeyi baş tacı yapmaktadırlar. Böylece ateş ve su gibi birbirine zıt eylemler maalesef aynı bünyede ortaya çıkmaktadır.
İşte İslam dünyasının övüne övüne bitiremediği bir buçuk milyarlık "dünyası" bu görüntüden ibarettir. Çocuk sayısı fazla ancak hepsi sakat doğum mağduru. İki adım yürütmeyi deneseniz koltuğunun altına kırk destek vermeden ayakta tutamazsınız. İşte çektiğimiz acı bu sakat zihniyetli insan kalabalığıyla gururlanmanın acısıdır. Çektiğimiz; adam gibi sapasağlam ayakta durabilecek insanlar yetiştirecek zihniyetten mahrum oluşumuzdur. Bu ülkede bizzat resmi ideoloji tarafından kendi geleceği için inşa edilen Diyanet teşkilatının bile nereden baksanız yetmiş-seksen binlik bir kadrolu eleman potansiyeli vardır.
Ancak Allah aşkına biraz insafı olan herkese sorun. Bu mevcut kalabalık Türkiye'de Kur'an'ın emrettiği manada yetmiş bin insan yetiştirmiş midir? Asla… Delilini görmek istiyorsanız geçmişinize, kendinize ve ayaklarınızın arasında dolaşan geleceğinize bakmanız yeterlidir. Çünkü insan yetiştirecek olanın bizzat kendisinin yetişmiş olması gerekmektedir. Önlerine ikram edilmiş maaş, makam gibi dünyevi geçimlikler uğruna konuşamadıklarını bizzat baş başa kaldığınızda size ikrar eden bu insanların oradaki görevleri sadece ellerine tutuşturulanı okumaktır.
Öyleyse bu kitlenin gelecek inşa etmek gibi bir görevleri olamaz. Öyle davranmalarına da izin verilemez. Aslında bazen ben de kaçırıveriyorum. Bu kadar dertlenecek ne var ki? Bizzat şirk sisteminin kurduğu bir teşkilatta Allah'ın dini için ne beklenebilir? Bu zümrenin işi olsa olsa ya Kabe'yi temiz tutmak ya da hacılara su dağıtmaktır. Yoksa Hubel'e, Menat'a ve Lat'a yan gözle bakacak ne can var ne de derman.
Aslında suda beklemiş ceset gibiyiz. Neremize dokunsalar orası ellerinde kalıyor. Kendimize dahi itiraf edemediğimiz dertlerimiz var. Ne yazık ki bizler de deve kuşu asaleti bile yok. Biz kafamızı kendimize karşı kuma gömüyoruz. Çok sevdiğim, uzun yıllardan beri hukukumuzun olduğu bir kardeşim var. Kendisi tekelde güvenlik görevlisi olarak çalışmakta. Eminim ki o da içinde olduğu işle bu yüzden dertli. Geçenlerde bana başından geçen bir olayı anlattı. Bir kamyon dolusu şarap fabrikaya geldiğinde nöbetçiymiş. Kamyoncu, arabayı gece getirince, şaka yollu "Sakın şarapları götürme"demiş. O da "Bunu nasıl söylersin ben bir müslümanım. Benim hırsızlıkla ne işim olabilir"demiş. Daha sonra bana,"Abi iyi ki benim aklıma gelen soru kamyoncunun aklına gelmedi. Yoksa ne cevap verirdim?"dedi. Aslında bunu söyler söylemez o soru benim aklıma geldi. "Madem Müslümansın şarap nöbeti sana mı düştü, kardeşim?" dedim. Hemen arkasından da "O kadar üzülme dostum. Senin nöbetini tuttuğun şarabı içenler neticede ertesi gün ayılıyorlar.
Ancak bizim ellerimizden laik ve ikiyüzlü eğitimi alanlar sarhoş yaşıyor sarhoş ölüyorlar. Çünkü biz akletmeyi iptal etmekle görevlendirildik" dedim. Şimdi birçoğunun "bu adam ne diyor" dediğini duyar gibiyim. Gayet açık söylüyorum. Hem kanalizasyon çukuruna atlıyoruz hem de kokudan şikayet ediyoruz. Galiba hepimiz yeniden tövbeye muhtacız. Kamusal alan özel alan demeden önce hep beraber Allah'ın belirlediği alana geçmeden ve elbiseyi temizlemeden bu yüce dini savunmaya pek hakkımız yok gibi.Vesselam…
Kaynak: İktibas Dergisi, Sayı 308, Ağustos 2004.
|