Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
MESCİTTEN TAPINAĞA SAVRULUŞ HİKÂYESİ
Metin Önal MENGÜŞOĞLU
Buhari, Sahih’inin Salat Babında Resul-ü Ekrem’in bütün yeryüzünü mescit olarak tanıdığını kaydediyor... scd
kökünden türeyen Arapça mekân ismi olan mescidin anlamı/karşılığı ise
dik durmak, eğilmek, baş eğmek, alnı yere koymak şeklinde dile
getiriliyor. Allah’ın elçisi olarak seçildiğinin ilanını izleyen ilk
dönemlerde, Resul-ü Ekrem’in Mekke’de müstakil bir
mescidi yoktu/kurulamamıştı. O çileli yıllarda arkadaşları ile
buluşmasını, birleşmesini her vakit Kâbe’de yapmak heveslisi idi. Zira
Kâbe hanif olan İbrahim’in emaneti ve Allah’ın evi idi. Lâkin
müşriklerin zulmü buna imkân tanımıyordu. Bazen Kâbe’de münferiden
Allah’a yöneliyordu. Ama çoğu kere de bundan yasaklanıyor yahut ibadet
esnasında hakaretlere maruz bırakılıyordu. Müslümanlar Mekke döneminde
Kâbe’yi toplu halde ibadet edebilecek bir mescit haline bir türlü
çeviremiyorlardı. Onların Mekke’deki mescidi genellikle kırlar, sokak
araları, sahralar ve gizli gizli buluştukları kimi müminlerin
evleriydi. Erkam’ın evi gibi mesela. Bir
evi, bir kır parçasını, sahrada bir mıntıkayı, göze çarpmayan sokak
aralarını mescit olarak kullanıp toplandıklarında ne yapıyorlardı
acaba? Elbette yerine getirdikleri ilk iş, Allah’tan gelen bilgi, belge
ve buyrukların tedrisi idi. Müşriklere karşı takınılacak tavır, baskı
altındaki müminlere destek, Allah’tan gelen haber/bilginin
yaygınlaştırılması v.b. Sonuçta müşrik baskı dozunu artırınca
müminlerin evlerini gizli gizli mescit edinerek bir araya gelmeye
başlamışlardı. Doğrudan doğruya fiili baskıya maruz kalan kimi zayıf
müminlerin ise Habeşistan’a hicret’ine karar vermişlerdi. Özetlersek
Mekke’de mescit yerine kullanılan mekânlarda Allah’a karşı kulluk
bilincini keskinleştirecek her türlü muamele ve münasebetler
geliştiriliyordu. Müminler arası velâyet, meveddet, muhabbet
kökleştiriliyordu. Bilgi/haber akışı ve aktarımı yerine getiriliyordu. Pekâlâ,
Allah’a secde edilen mekân diye de isimlendirilebilecek bu mescitlerde
bugünkü anlamda salât (namaz)ın yeri neydi? Mesela genel kültürümüz
içinde bize mescit nedir diye sorulsa çoğumuz "içinde namaz kılınan mekân" diye cevaplandırırız. Mevlana Şibli’nin
aktardığına göre salât ibadetini Resul-ü Ekrem önceleri yalnız başına
ve bugünkü gibi beş vakit olmayarak ve gizli gizli eda ediyordu. Bir
süre sonra Müslümanlara da geceleri gizli gizli eda etmelerini
söylemişti. Bugünkü gibi vakitleri belirlenmemiş salât ibadetinin
mescitlerde topluca edası sonraki tarihlerdedir. Hz. Ömer’in
Müslümanlığı kabulünden sonra Kâbe’de toplu salât eda edildiğine dair
bir bilgimiz vardır. Ama bunun devamlı olmadığına dair de bilgimiz
mevcut. Demek ki Asr-ı Saadet’in Mekke döneminde bir mekânı mescit
unvanıyla anmak için ille de o mekânda namaz kılınmış olması
gerekmiyordu. Çünkü yalnızca namaz değil, Resul-ü Ekrem’le birlikte
yapılan her iş, ama her iş bizatihi Allah’a boyun eğmek, O’na ibadet
etmek anlamı taşıyordu. Başka türlü düşünülebilir miydi? Medine’nin mescidine bakalım. Tarihler Resul-ü Ekrem’in hicreti sonrasında Kuba köyünde bir mescit inşa edildiğinden söz açarlar. Ama Medine Site Devleti’nin hâkimiyeti Allah adına Müslümanlara geçince Mescid-i Nebevi’nin
inşasına başlandığını biliyoruz. İnşaatta bizzat Resul-ü Ekrem’in de
çalıştığı rivayet edilir. Mescidin duvarına bitişik olarak
Resullulah’ın eşlerine de birer hane yapılmıştır. Ayrıca yine mescide
bitişik olarak evsiz barksızlar için barınak vazifesi görecek olan Suffa namlı bir mekân da ilave edilmiştir. Öyle ki mescidin avlusu ile söz konusu hanelerin avlusu müşterekti. Burası artık müminlerin içtima mahalli idi. Cemaat istediği gibi mescitte otururdu. Hatta Buhari’nin İlm Babında
kaydedildiğine göre sırtüstü yatarak sohbet de ederlerdi. Yabancıların
mescidin bir köşesinde uyudukları da görülürdü. Burada bağış kabul
edilir, ticari müzakereler yapılırdı. Bir gün bizzat mescidin içinde,
Resulullah’tan izin alan Sudanlı ve Habeş gençler mızrak ve kalkanlarla
bir gösteri bile yapmışlardı. (Bak. İslam. Ans. Mescit md.) Burası
batılılarınki gibi dünyadan tecrit edilmiş kutsal bir bina değil tam
manasıyla umumi bir karargâhtı. Tüm siyasal, sosyal, ticari işlerin
merkezi idi. Elbet bunun yanında Medine’de bulunduğu sağlıklı
dönemlerinde, Resulullah’ın, aynı zamanda ümmete topluca namaz
kıldırdığı yer de burasıydı. Bugünkü anlamda kutsal mahiyet taşıyan en
ufak bir eşyası bile bulunmayan Mescid-i Nebevi, nikâhların
kıyıldığı, muhakemelerin görüldüğü, savaş taktiklerinin tartışıldığı,
eğlencelerin düzenlendiği, namazların kılındığı ve istirahatların
yapıldığı bir mekândı. Kur’an-ı
Kerim’e de baktığımız zaman müminlerin topluca bulundukları bu
mekânların mabet ve cami diye değil mescit diye adlandırıldığını
göreceğiz (9/17-107;72/18 v.b.) Mümin
topluluklar nasıl oldu da mescitlerden tapınak ve camilere savruldular?
Bizce meraka değecek kadar önemli bir soru bu. Kasabaların, şehirlerin
büyümesi, nüfusun artması, farklı kavimlerin İslâm halkasına dâhil
oluşu ve İslami fetihlerin yepyeni coğrafyaları haritasına eklemesi
gibi faktörlerin rolü üzerinde düşünülebilir. Yönetim biçimlerinin
saltanata evirilmesi de belli başlı etmenler arasında sayılabilir. Buna
yöneticilerin ihtirasını, adaletin değil zulmün artmasını, halk ile
yöneticilerin arasının açılmasını da ilave edelim. Sözgelimi
Resulullah’ın evi mescidin bitişiği idi. Ama yeni sultanların sarayları
halkın hiçbir vakit erişemeyeceği yüksek yüksek tepelere, kaleler,
koruganlar ortasına inşa edilir olmuştu. Bunları da sayalım. Böylece
devlet mescitlerden elini eteğini çekmişti artık. Belki sadece cuma
günleri cuma mescidine bazı sultanlar erkânı ve korumalarıyla lütfen
teşrif eder, namazın edasından sonra yine sarayına çekilirdi. Son resulün mesajının başlangıcından beri mescit esas itibariyle "her yer"di.
Bütün yeryüzü mescitti. Değil mi ki mülkün sahibi Allah’tı. Öyleyse
O’nun mülkü O’na boyun eğilecek mekândı. Mescitler yukarıdan beri
sözünü ettiğimiz işlevini giderek iyice yitirdi. Öyle ki mescitlerden
devletin eli, ayağı, kulağı, gözü çekilince onlarla baş başa kalan
halk, derdini anlatacak, hacetini aktaracak bir yetkili bulamayınca,
başladı derdini mescitlerin duvarlarına aktarmaya. Zanaatkârlar
gösterişli yapılara imza attı. Sanatkârlar da iç mimariyi tezyin
ettiler. Böylece dertlerini, meramlarını sağır duvarlara aktardılar.
Muhteşem selâtin yapılar doğdu. Ama bu yapılar artık mütekâmil anlamda
mescitler değildi. Bunlar kelimenin tam anlamıyla birer tapınaktı.
Mescit "her yer" demek iken mabet "tahsis edilmiş yer"
anlamı taşıyordu. Neye tahsis edilmiş diye sorulursa, denilecektir ki,
elbette yalnızca namaza tahsis edilmiş... Resulullah zamanında yalnızca
namaz kılmak maksadına matuf bir mescit yoktu. Ama artık Müslümanların
tıpkı Hıristiyan ve Yahudiler gibi mabetleri vardı. Orada sadece ve
sadece namaz kılıyorlardı. Bundan başka iş görmek zımnen yasaktı. Bir
ara Osmanoğullarının Anadolu’da bilhassa Bursa’da inşa ettirdikleri
mescitlerde Asr-ı Saadeti hatırlatan sadelik ve işlevsellik gözlendi.
Ama Osmanlılar imparatorluk boyutunda büyüyünce o da unutuldu. Tarihi
birer hatıra olarak kaldı. "Evlerinizi tezyinatlı, mescitlerinizi sade yapınız" ifadesini resul sözü diye kitaplarında aktarıp duran Müslümanlar önderlerinin bu nasihatine de kulak asmıyorlardı. Öyle
ileri gidiyorlardı ki mabetlerin tezyinatı niyetiyle tevhidi zedeleyen
bir takım ifadeleri duvarlara yazmaktan sakınmıyorlardı. "Camide dünya kelamı konuşulmaz" diye korkunç bir hurafeyi de zihniyetlerine ekleyince, sanki Müslümanlar, kendi elleriyle kendi mescitlerini neredeyse birer Mescid-i Dırar’a dönüştürüyorlardı. Belki
de bizim için karanlık dönemlerin birisinden başlayarak, siyasal irade,
mescitlerin işlevselliğini bilinçli bir biçimde böylesine ciddi bir yön
değişimine doğru savurdu, kim bilir? Nitekim
günümüzde artık tayin edilen memurlarla, yarı resmi bir hüviyet
kazandırılmış hali hazırdaki mabetler, ruhu kaçırılmış, muhtevası
boşaltılmış, tören niteliği kazandırılmış ritüellerin mekânına
dönmüştür. Namaz ile birlikte, kutsal gece mevlitleri ötesinde hiçbir
sosyal içeriğe sahip değildir. Resulün mescitleriyle bu mabetlerin
arası nasıl da açılmış? Bizce şimdiki mabetlerin, özellikle de birer mimari şaheser olanları, ancak Yahya Kemal gibi alnı secde görmemiş bohemlerin yüreğini hoplatır. "Süleymaniye’de Bayram Sabahı" gibi sahiden dokunaklı ve güzel şiir, içerisinde hiçbir uhrevi kaygı taşımayan, tamamıyla seküler bir hazzın terennümüdür. Mescitlerin şiiri ise Mehmed Akif’in Safahat’ında
mündemiçtir. O, mescitlerdeki ilahi, inkılabi ruhun yitip gittiğinin
farkındadır. Bu yüzden mabetlerin yeniden mescide inkılâbı için
çırpınmıştır. Mabetler
insanları aldatıyor. Sadece içerisinde işlenenleri ibadet sanma
saplantısını doğuruyor zihinlerde. Oysa müminlerin meşru bütün
davranışları ibadet kategorisindedir. Mescit, evet, Allah’a boyun
eğilen yerdir. Ama tüm yeryüzü bu hüviyete sahiptir. Üstelik Allah’a
boyun eğme biçimi, yalnızca namaz değil, marufu emreden, münkerden
nehyeden bütün iş ve davranışlarımla birlikte tevhid ve adaletin
ikamesidir.
www.sonsoz.org
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|