nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Gündem, Eylül 2005, Ali Kaçar
PKK Eylemlerinin Düşündürdükleri!..
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, bölgede kaotik bir durum meydana getirmiştir. Bu kaotik durumu, emperyalist ülkelerin güdümünde kurulan onlarca devletçik daha da derinleştirmiş ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir. İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlaşmak isteyen etnik unsurların bir kısmı kendi arasında, bir kısmı da İngilizlere karşı savaşmak durumunda kalmışlardır. Düne kadar, bir arada problemsiz ve kardeşçe yaşayan halklar, Osmanlı’nın parçalanmasıyla birlikte etnik ve mezhep farklılıklarından dolayı birbirlerinin düşmanı haline gelmişlerdir. Bu farklılıklar, her geçen gün derinleşerek daha da artmış ve 1920’li yıllardan itibaren bölgenin emperyalist ülkelerin menfaatleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesine zemin hazırlamıştır. Aslında, düşmanlığa dönüşen bu farklılıklar, dönemin emperyalist ülkelerince kendi emperyal amaçlarını devam ettirmek için kasıtlı ve bilinçli olarak kışkırtılmıştır. Zaten, coğrafi sınırların ırki, dini (mezhebi) ve coğrafi özellikler düşmanlığa dönüşmeyecek tarzda belirlenmemiş olmasının da temel nedeni yine bu emperyal amaçlardır. Araplar’ın, Kürtler’in, Şiiler’in bölünmüş olarak ayrı ayrı, birden fazla sınırlar içine hapsedilmiş olmaları, dönemin sömürgeci ülkesi İngiltere’nin bilinçli bir taktiği idi. Bu nedenledir ki, bugün, Şiilerin, Kürtlerin ve Arapların bölünmüşlüğü bölge halkları açısından birer savaş nedeni olarak gündeme ge(tiri)lmektedir. Oysa, ırk, mezhep ve hatta din farklılığı Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir problem olarak görülmemekte idi; tam tersine ırk, renk, dil ve mezhep farklılığı bir zenginlik olarak değerlendirilmekte idi. Her ırk dilini rahatça konuşabilmekte, dinini ve mezhebini bir engel olmaksızın yaşayabilmekte idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünü uzatan da bu anlayış ve hoşgörü değil miydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra kurulan devletlerin birçoğu farklı mezhep ve etnik unsurlardan oluşmaktaydı. Bu farklı unsurlar başlangıçta problem teşkil etmediği gibi, omuz omuza vererek devletlerin oluşumunda birlikte mücadele etmelerini de sağlamıştı. Ancak, sözde bağımsızlıktan kısa bir süre sonra egemenliği ele geçiren etnik gruplardan biri -emperyalist dış güçlerin de kışkırtmasıyla- kendisiyle birlikte devleti oluşturan diğer grup/ları yok saymaya, asimile etmeye başlamıştır. Nitekim, 1920’lerden sonra kurulan Irak, Şiileri, Türkiye ise Kürtleri yok sayarak, bu grupları devlet yönetiminden uzak tutmakla kalmamış, onları kendi içinde eritmek/asimile etmek için her yol ve yöntemi denemiştir. Bu durum dolayısıyla içinde yaşadığımız ülkeye baktığımızda iç karartıcı bir manzara ile karşı karşıya kalmaktayız. Adına kurtuluş denilen savaşın başlangıcından ilk Meclis’in bir darbeyle sona erdirilişine kadar, verilen milli mücadelenin rengini İslam belirlemekte idi!1 Mustafa Kemal dâhil önde gelen komutanların tamamının bir tek amacı vardı, o da, İslam Hilafetini kurtarmaktı. Kürt halkının tamamının da Müslüman olması dolayısıyla, bazı gruplar Osmanlı’nın dağılması esnasında –İngilizlerin kışkırtmasıyla- bağımsızlık için çabalarken, Kürtler ayrılmayarak ülkenin kurtarılmasında, en az, bugün ülkenin tek sahibi olduklarını iddia edenler kadar mücadele etmişlerdir. Kürtler, İslam şeriatının devamını ve İslam’i Hilafeti korumayı İslam’i bir sorumluluk olarak görmekte idiler. Ancak, darbeyle ve faili meçhul cinayet ve suikastlarla ülke yönetimini ele geçiren Kemalist kadrolar, önce Hilafet’ten, sonra da İslam dininden kurtulmanın yollarını aramışlardır. Darbeyle2 ve zorla TBMM’ni kendi istekleri doğrultusunda tek tipleştirdikten sonra, kendileri için işler daha da kolaylaşmıştı; çok kısa bir süre içerisinde İslam’ı devlet yönetiminden ve toplum hayatından uzaklaştırmak için adına devrim dedikleri, ama devrimle ilgisi olmayan bir takım ucube değişiklikler yapılmıştır. İslam’ın bu şekilde devlet yönetiminden ve toplumsal hayattan uzaklaştırılması Müslüman Kürtleri Kemalist rejime karşı çıkmaya yöneltmiştir. Batılılaşan, batılılaşırken de toplumsal hayattaki İslam’i sembol ve değerleri yok eden Kemalist rejime karşı ilk kıyam Şeyh Said tarafından gerçekleştirilmiştir. Dış emperyalist güçlere ‘irticai’, iç kamuoyuna da ‘Kürtçü’ bir ayaklanma olarak tanıtılan bu Kıyam’ın –Şeyh Said’in dediği gibi- bir tek amacı vardı, o da; ‘İslam Şeriatı’nı’ korumak idi. Kemalist rejim tam anlamıyla ırkçı ve şovenist bir yapıya bürünürken, daha sonra ki yıllarda, Kürtler arasında, Kemalist rejime karşı ırkçı temele dayanan ırkçı ayaklanmalar olmuştur, ama, Şeyh Said’in kıyamı asla ırkçı bir temele dayanmamakta idi. İngilizlerin desteğiyle bu kıyam gerçekleşmiştir diyenler, sadece iftira etmekle kalmamaktadırlar; aynı zamanda tarihi gerçekleri de saptırmaktadırlar. Tarih incelendiğinde İngilizler’in Kemalistlere mi, Şeyh Said’e mi yardım ettiği açıkça görülecektir. Baskı ve yasaklarla tarihi gerçeklerin gün yüzüne çıkmasını engelleyenler, iftira ve yalanlarını, tarihi gerçekleri ters yüz ederek topluma dayatmaya çalışmaktadırlar. Bilinmelidir ki, hiçbir iftira ve yalan, tarih tarafından bir gerçek olarak gelecek nesillere aktarılmaz.
Kemalist kadrolar Müslümanları aldattığı gibi, Müslüman Kürt halkını da aldatmıştır. Başlangıçta, bu ülkeyi Kürtlerle birlikte kurduklarını ve Kürtlerin de Türkler gibi bu ülkenin asli unsuru olduğunu söyleyen Mustafa Kemal ve ekibi Lozan Antlaşmasıyla birlikte artık Kürtleri yok saymaya başlamıştır. Çünkü, Mustafa Kemal ve ekibinin kimseye ihtiyacı kalmamıştır; kendisine sunulan sınırlar içinde ve kendi egemenliğinde adı Türkiye Cumhuriyeti olan bir devletçiğin kurulması tamamlanmıştır. Kemalist kadro için bundan sonra sıra, muhalif olan her türlü unsurla mücadele etmeye gelmiştir. Başta kendi silah arkadaşları olmak üzere İttihat ve Terakki artıkları da dahil Müslüman kesimden Kürt ya da Türklerden olması ayrımı yapılmaksızın muhaliflere karşı bir kıyım hareketi başlatılmıştır. Artık, mevcut rejim nezdinde Kürt yoktur; zaten Kürtler, resmi ideoloji nezdinde dağda karda yürürken kart kurt ses çıkaran dağ Türkleri idi.3 Ancak, her nedense, bu kart kurt ses çıkaranlar Türk kabul edildikleri halde, Kemalist kadro tarafından adam yerine konmamakta; dilleri, dinleri, örf ve adetleri değiştirilmek için her türlü yola başvurulmaktaydı. Memleket isimleri, dağ, dere, köy, mezra isimleri değiştirilmekteydi. Bunlarla yetinilmeyerek Kürtlerin –tıpkı diğer Müslümanlar da olduğu gibi- çocuklarına verilen isimlere müdahale edilmekte, anne-babanın çocuğu için uygun gördüğü isimler zorla değiştirilmeye zorlanmakta idi. Tam anlamıyla bir kimliksizleştirme, bir asimilasyon uygulanmaktaydı. Müslüman Kürtler yapılan baskıcı, dayatmacı uygulamalarla bir tarafta dinlerinden koparılmaya çalışılırken, bir taraftan da çevreyle; dağıyla, deresiyle, köy ve mezrasıyla da bağı/ilişkisi kopartılmaktaydı. Dilleri yasaklanmakta4, örf, adet ve kültürleri ise folklorik bir düzeyde olmasına bile karşı çıkılarak engellenmekte idi; aksine davrananlara aklın hayalin alamayacağı tarzda para, sürgün ve hapis cezaları verilmekteydi. Tepeden inmeci, totaliter ve ‘üstün ırk’ı kabullendirmeye yönelik tek tipleştirici, şovenist bu uygulamalarla, bölge halkı nezdinde bir kültürü, bir tarihi geçmişi çağrıştıran isimlerin yerlerine, yeni, Türkçeleştirilmiş ucube isimler verilmekle ve ayrıca sürgün, köy boşaltma, mecburi iskan yöntemleriyle yöre halkı batılı illere yerleştirilmekle asimilasyonun gerçekleştirilebileceği zannedilmiştir. Kemalist yönetim bu şovenist, ırkçı ve faşist uygulamalarından kısmen de olsa başarılı olmuştur. Bu uygulamalar, bölge halkının kendi kültürüne, tarihine ait olan bu değerlere daha çok sahip çıkmalarını tetiklemenin yanında, bu değerleri savunmayı ve yaşatmayı kutsal bir hayale de dönüştürmüştür. Bölgede meydana gelen bunca ayaklanmaya rağmen bölge halkının hissiyatı yok sayılmış ve her defasında bu ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırılmakla yetinilmiştir.
PKK MARKSİST VE LENİNiST BİR ÖRGÜTTÜR
Bölgede meydana gelen her ayaklanma –Kürt ve Türklerden- binlerce insanın ölmesine ve insanlar arasında kin, intikam duygularının derinleşmesine neden olmuştur. Bu ayaklanmalarda ölen binlerce insanın egemen rejim açısından hiçbir anlamı olmamıştır. Çünkü rejim açısından, öl(dürül)enler isyancı, haydut, Kürtçü ya da irticacı, gerici ve mürteci olarak damgalanmakta idi. Bunların ise, ölmesi, yaşamasından daha evla idi. Nasıl olsa bu öl(dürül)enler, ne çocukları ne de yakınları idi. Rejim, Süleyman Demirel’in deyimiyle, şimdiye kadar 28 ayaklanmayı bastırdı, 29’ncusunu ve daha sonrakileri de bastırabilecek güce ve azme sahipti. Ancak, kanlı olarak bastırılan her ayaklanma son olmamış, bilakis yeni bir ayaklanma için zemin hazırlamıştır. Rejimin bu şovenist ve faşist tavrı, bölgeye ve bölge halkına dönük kalıcı ve kökten çözüm aranmasına da imkan vermemiştir. Gerçi, çözüm bulunmaması egemen iradenin de işine gelmekteydi. Çünkü, halkın iradesine dayanmayan, halkı yok sayan baskıcı, totaliter ve darbeci bir zihniyet, ancak, bu ayaklanmalar sayesinde hayatiyetini devam ettirebilmekte idi.
PKK hareketi –son değil- sonuncu ayaklanma olarak değerlendirilmekle birlikte, ancak, Kürtleri temsil edip etmediği ise tartışılmaktadır. PKK adına yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, PKK ırkçı, Marksist, Leninist5; tıpkı içinde yaşadığımız rejim gibi laik, baskıcı, totaliter ve tek tipçi bir zihniyete sahiptir. PKK, 1973 baharında Abdullah Öcalan 5-6 kişiyle6 birlikte Çubuk’ta bir ağacın altında bir örgüt kurma kararının alınmasıyla gündeme gelmiştir. Mahir Çayan’ın iyi bir sempatizanı olduğunu söyleyen Abdullah Öcalan kendi ifadesiyle ilk toplantılarından itibaren MİT ve kontrgerilla tarafından kontrol edilmeye çalışılmıştır; MİT, kendi elemanı Ali Yıldırım’ın kızı Kesire, kontrgerilla7 ise Ağrılı Kürt Pilot Necati8 kanalıyla... Abdullah Öcalan bu durumun farkına vardıklarını söylese de en gizli toplantıyı Pilot Necati’nin tuttuğu bir yerde yapmaktan da bir beis görmemişti.9 PKK ve Abdullah Öcalan’ın 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce yurt dışına çıkışı, yurt dışında gerek Beka vadisinde ve gerekse Şam/Suriye’de uzun süre kalışı sadece MİT’le değil CIA, MOSSAD gibi uluslararası istihbarat teşkilatlarıyla kirli ilişkilerini devam ettirdiğini göstermektedir. PKK, Kürtleri temsil ettiğini, onlara bağımsız bir devlet vaadiyle silahlı mücadele verdiğini söylese de, bunun böyle olmadığı, PKK’dan ayrılan geçmişte PKK’lı olan pek çok kimse tarafından da gündeme getirilmektedir. PKK, kapitalist devletler tarafından kendi emperyal menfaatlerini gerçekleştirmede bir taşeron olarak kullanılmıştır. Zaten bu amaçla PKK’ya her türlü lojistik destek sağlanmıştır. PKK’yı terör örgütü listesine aldık diyen bütün batılı ülkeler, bu nedenle PKK’yı korumuş ve himaye etmişlerdir. Halen de öyle değil mi? PKK’nın güçlenerek bölgenin en çok askere sahip orduya sahip Türkiye’yi tehdit eder hale gelmesi de yine bu güçler vasıtasıyla olmamış mıdır? Özellikle Çekiç Gücün PKK’ya sağladığı lojistik desteğin gerek Kuzey Irak’taki Kürt devletinin oluşumunda ve gerekse Türkiye’ye, ABD istekleri doğrultusunda boyun eğdirmede önemli bir fonksiyon gördüğü bugün, geriye dönülüp bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Çekiç Güç’ün dışında PKK’ya İsrail ve diğer Batılı güçlerin yardım ettiği genelkurmay’ın belgelerine bile yansımıştır.10 O dönemlerde Erbakan11 basına yansıyan bir demecinde Türkiye’nin güneydoğusunda konuşlandırılan Çekiç Güç’e bağlı ABD askerlerinin çoğunun Musevi asıllı olduğunu ileri sürmüş olması da bu düşünceyi teyid etmektedir.
KÜRT SORUNU MU, TERÖR SORUNU MU?
Milli Mücadele döneminde Kürt-Türk ayırımı yapılmamış, tam tersine bu ayırımı çağrıştıracak hal ve tavırlardan özellikle uzak durulmuştur. O dönemde yapılan konuşmalara, yayınlanan genelge ve tamimlere bakıldığında Kürt-Türk kardeşliğine çokça vurgu yapıldığı görülecektir. Lozan görüşmelerinde Kürtlerden azınlık diye bahsedilmesine şiddetle karşı çıkan İnönü; “Kürtlerin Türklerden hiçbir farkı yoktur. Başka bir dil kullanmalarına rağmen, ırk, inanç ve töreleri açısından bizle tek bir vücut oluştururlar”12 demiştir. Aynı şekilde Mustafa Kemal de; “… Kürt sorunu Türklerin çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt unsurları öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybederek ve Türklerin içine girerek öyle bir sınır oluşturmuşlar ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir… Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok, anayasamız gereğince zaten bir çeşit yerel özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir”13 demek suretiyle İnönü’yü teyit etmenin yanında bir başka gerçeği de gündeme getirmiştir. O da, henüz Kürtlere muhtaç olunduğu o dönemlerde, Kürtlerin yoğun bulundukları yerlerde kendi kendilerini idare edeceklerini söylemesiydi. Peki, ne olmuştu da, daha sonraki yıllarda, Kürtlere karşı, onları inkâr edici asimilasyon politikaları uygulamaya konulmuştu. Oysa Mustafa Kemal, kısa bir süre önce Kürtlere özerklik verileceğinden bahsetmişti. Anlaşılan özerklikle ilgili konuşmanın yapıldığı sıralarda, Kemalist rejimin Kürtlere ihtiyacı vardı. Çünkü henüz ülkenin sınırları belirlenmemiş, Lozan Antlaşması imzalanmamış ve Yunanlılarla da savaş devam etmekteydi. Böyle bir ortamda Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan etmeye kalkışması, Mustafa Kemal’in dediği gibi Türkiye mahvolur ve Türkiye Cumhuriyeti denilen bir devlet olmazdı. Yani, Mustafa Kemal ve ekibinin en azından şimdilik, ülke düze çıkıncaya kadar Kürtleri bu özerklik sözü ile oyalaması gerekiyordu. Ülkenin kurtarılması için mücadele eden Kürtlerin akıllarına bile getirmediği bu şey, Mustafa Kemal tarafından baştan beri bir oyun, bir tezgâh olarak tasarlanmıştı. Dolayısıyla Kürt, Türk kardeşliği ve özerklik, Kemalizm’e göre sadece basit bir oyun ve oyalamadan ibaretti. Bu oyun özelde Kürtlere, genelde ise bütün Müslümanlara karşı oynanmıştı. Lozan Antlaşması’ndan sonra ise Mustafa Kemal ve ekibi diğer kesimlere karşı olduğu gibi Kürtlere karşı da gerçek yüzünü göstermiş ve onları demir yumrukla ezmeye başlamıştır.
Görüldüğü gibi, bugün, Türkiye’de, Kürtlere yönelik oluşturulan tabu cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanmaktadır. O günlerden bugüne yıllar geçmesine, dünyanın içinde bulunduğu konjonktür defalarca değişmesine rağmen, egemen rejimin Kürtlerle ve Kürdistan’la ilgili bu tabusundan hiç bir değişiklik olmamıştır. Tam tersine, bu tabu ilerleyen yıllarda rejime egemen olan elitist/seçkinci yöneticilerde bir paranoyaya dönüşmüştür. Bu paranoya, sözlüklerde Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin çıkarılmasına kadar vardırılmıştır. Cumhuriyet döneminde ‘yoğun bir biçimde uygulanan sansür ve oto sansür bu kavramların kullanılmasına kesinlikle izin vermemiştir. 1950 öncesinde yayınlanmış Osmanlıca-Türkçe sözlükte (K) harfinin karşılığında sadece “Kürdili Hicazkâr” sözcüğüne yer verilmiştir.14 Amaç, inkârcı, baskıcı ve ırkçı politikalarla Kürt ve Kürdistan’ın tarihte ve insanların zihnindeki izlerini silebilmekti. Cumhuriyet dönemince, Kürt kimliği inkâr ve Kürtleri yok sayma Devletin temel politikası haline gelmişti. Cumhuriyet döneminin ister tek Partili, ister çok partili, hangi dönemine bakılırsa bakılsın bu inkârcı politikayı, Kürtlerin yaşadığı bölgelere yönelik bütün uygulamalarda görmek mümkündür. Nitekim bir dönemler c**ta lideri olan darbeci General Cemal Gürsel; “Tarihin hiçbir devrinde, Doğu illerimizde bugünkü sakinlerini tortu olarak bırakacak yabancı bir göç vaki olmamıştır. Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek yabancı bir göç vaki olmamıştır” demekle15 Kemalizm’in Kürtlere bakışı açısının çok partili dönemde de değişmediğini göstermektedir.
Milli Mücadele’nin ilk yılları hariç, Kürtlere yönelik bu bakış açısı her dönemde aynı olmuştur.16 Bu bakış açısının bölgede meydana getirdiği baskıcı ortam dolayısıyla onlarca isyan17 çıkmış ve her isyanda da binlerce suçsuz ve masum insan katledilmiştir.18 Rejim, bölgedeki bu ayaklanmaların nedenini güvenlik ve terör problemi olarak değerlendirmiş ve problemin çözümünde katkısı olabilecek diğer görüş ve tekliflere ise daima kulağını tıkamıştır. Bölgedeki bu problemin siyasi, ekonomik ve soysal politikaların yetersizliğinden kaynaklandığını söyleyenlerin devlet ve toplum nezdinde mahkum edilerek gözden düşürülmeleri sağlanmış; bunun bir Kürt sorunu olduğunu söyleyenlerin ise bölücülükle, vatan hainliğiyle ve vatanı bölmekle itham edilerek susturulmaları cihetine gidilmiştir. Rejim açısından bu problem, terör problemi idi ve sadece polisiye/askeriye yani güvenlik önlemleriyle çözülebilirdi. Bu kasıtlı yanlış değerlendirmeden dolayıdır ki, her defasında kanla bastırılan bu ayaklanmalardan sonra bir yenisi, üstelik daha güçlü bir şekilde yeniden rejimin karşısına dikilmiştir. Teşhis yanlış olunca, tedavi de haliyle yanlış olmaktadır. Ne yazık ki, 1990’lı yıllara kadar ‘devlet’in buyurduğu teşhis ve tedavi de bir değişiklik olmamıştır. Değişik teklif gündeme getirme cesaretini gösterenlerin kimileri ömürlerinin kalan kısmını cezaevlerinde ya da sürgünlerde tamamlamak zorunda bırakılmışlar, kimileri ise esrarengiz bir şekilde öl(dürül)müşlerdir. Esrarengiz bir şekilde öldürülenlerden bir tanesi de Özal olduğu iddia edilmiştir. Çünkü 1990’lı yıllarda bu probleme teşhisin doğru konulmasında ilk ciddi adım Turgut Özal tarafından atılmaya çalışılmıştır. Özal ölmeden kısa bir süre önce Kürt meselesinin etraflıca tartışılmasını, Güneydoğu meselesinin sopayla değil siyasi yolla çözümlenmesi gerektiğini gündeme getirmiş olması, aynı zamanda, şimdiye kadar katı bir devlet politikası olarak sürdürülen politikaların da iflası anlamına geliyordu. Hatta ‘konfederasyon dâhil her şeyi tartışalım’ sözü19 Özal’a diş bileyenler açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. Kısa bir süre sonra da Özal’ın şaibeli bir şekilde ölmesi (17 Nisan 1993) akıllara haklı olarak birçok soru getirmişti. Bu nedenle, Abdullah Öcalan’ın, Özal’ın, Kürt konusunda atacağı yeni adımlardan dolayı öldürüldüğünü söylemesi20 fazla yabana atılacak bir söz değildir. Özal’ın ölümü ile ilgili aile fertleri dâhil birçok kimse tarafından bu tür benzer iddialar gündeme getirilmiştir. Ancak, bütün bu iddialara rağmen bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın ölümü üzerindeki sır perdesi hala aralanabilmiş değildir. Özal’dan sonra Başbakan Demirel ile Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün Diyarbakır’da yaptıkları konuşmada; “biz Kürt realitesini tanıyoruz” demeleri ve onlardan sonra başbakan olan Mesut Yılmaz’ın ise, AB’nin yolu Diyarbakır’da geçer sözü siyasilerdeki Kürt sorununa bakışının değiştiğini göstermesi açısından önemlidir. Ancak, bu konuşmaların her biri, yıllardır uygulanan Kürtlere ilişkin Kemalist politikalardan geri adım atmak ya da bu politikaların iflası anlamına gelse de, bu sorunu çözme, hatta tam ve doğru teşhis koyma anlamına gelmemekteydi. Kürt konusunda Kemalist politikaların iflası anlamına gelecek ilk konuşmayı -başbakanlık düzeyinde- 12 Ağustos (2005) günü Tayyib Erdoğan Diyarbakır’da yapmıştır. Kürtçe konuşmanın, şarkı türkü söylemenin cezaya tabi tutulduğu, Kürt yok, Kürt sorunu da yok anlayışından ‘Kürt sorunu benim de sorunumdur’ aşamasına gelinmiş olması, bu sorundan dolayı sıkıntı çekmiş Kürtler açısından önemli idi. Başbakan Erdoğan bu sözünün arkasında durur mu, ne kadar durur, içini doldurur mu doldurmaz mı, bunu gelecek zaman gösterecektir?
Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması çeşitli kesimlerce, farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Bu konuşmayı, kimisi ihanet, kimisi tarihi, kimisi de içi doldurulamaz boş bir konuşma olarak değerlendirmiştir. Belki de, Erdoğan’ın konuşmasını asıl ilginç kılan ise asker cephesinden ‘bildik’ ‘alışık’ bir tepkinin gelmemiş olmasıdır. Oysa bu konuşma, askeri kesimin yıllardır korumaya çalıştığı bir politikanın iflası anlamına gelmekteydi. Türkiye, askere rağmen başbakanların bile konuşamadığı siyasi bir geleneğe sahip bir ülkedir. O zaman akla, bu konuşmanın arkasında askerin –belki devletin- de mutabakatı var sorusunu getirmektedir. Her ne olursa olsun, Erdoğan’ın bu konuşması Kürtlerle ilgili Kemalist politikanın çöktüğünü göstermektedir. Ancak bu olumluluğa rağmen, Kürt problemi ile ilgili bu söylenenler yeterli değildir. Üstelik bu problem sadece konuşmayla, sloganla da halledilecek kadar basit bir problem değildir. Çünkü Kürt problemini üreten ve çözümünün önünü tıkayan da bu rejimdir. Kısacası, Kürt problemi de, rejim probleminden kaynaklanmaktadır. Rejim problemi çözülmeden, bu ülkede Kürt problemi dâhil hiçbir problem çözülemez. İnancından, dilinden, kimliğinden, örf ve âdetinden dolayı yıllardır kendi halkına zulmetmiş –ve zulmetmeye devam eden- bu rejim, Türkiye halkı için dün de problemdi, bugün de problemdir. O halde ilk iş olarak çağ dışında kalmış, kendi halkına düşman bu rejim probleminden kurtulmak gerekmektedir. İkinci olarak Kürt probleminin çözümünün ancak daha çok demokrasi ile olur türü bir kafa karışıklığından da kurtulmak gerekiyor. Çünkü demokrasi adına, yıllardır bu ülke insanlarına inancından, dilinden ve kimliğinden dolayı zulmedilmiştir. Ayrıca, şimdiye kadar ve halen Kürt yok, Kürt sorunu da yok diyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetim şekli de demokrasidir.
Kürt problemi demokrasiyle çözülemez; bu problem için, eğer demokrasi çözüm olsa idi, bu ülke 1945’lerden beri demokrasi ile idare edilmektedir ve şimdiye kadar da bir çözüm bulunması gerekirdi. Çözüm bulmanın tersine, faili meçhul cinayetlerle, olağanüstü hallerle, sıkıyönetimlerle ve darbelerle kitleler sindirilmiş, baskı altına alınmış ve en masum, en tabi insani haklardan bile yoksun bırakılmıştır. Bu ülkede suskun, konuşamayan, hak aramasını bilmeyen bir toplum demokrasi sayesinde oluşturulmuştur.
Kürt problemi, ancak İslam’da çözüm bulur. Çünkü İslam, insanları ırklarından, renklerinden, dillerinden, doğduğu topraklardan ve ana ve babalardan dolayı bir ayrıcalığa tabi tutmaz, birbirinden üstün görmez. Çünkü İslam bilir ki, hiçbir insan doğmadan ırkını, dilini, ana ve babasını, doğacağı coğrafyayı sipariş verme/belirleme hakkına sahip değildir. İslam, bu farklıları sadece ve sadece bir zenginlik olarak görür ve değerlendirir. Çünkü İslam’da ‘her türlü asabiyet ayaklarımın altındadır, acemin Arap’a, Arap’ın da acemden üstünlüğü yoktur, üstünlük takva iledir” düsturu esastır. Türk’ün Kürt’ten, Kürt’ün de Türk’ten, ya da Arap’tan hiç bir üstünlüğü yoktur. Bu düsturun uygulandığı Osmanlı İmparatorluğu’nda, bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nde görülen problemlerine rastlanmamıştır. Eğer, gerçekten bu probleme köklü bir çözüm isteniyorsa, İslam’dan başka bir yol ve çözüm yoktur. İşin ilginç yanı ise Türkiye Cumhuriyeti de, PKK da İslam’a karşıdır. O zaman bu çözüm yolunu bulmak TC’ye ve PKK’ya rağmen halka düşmektedir.
Not: Satılmış Gökmen ve Muzaffer Amca’nın (Ortakaya) vefatı dolayısıyla, merhumların kendilerine Allah’tan rahmet, ailesi ve yakınlarına başsağlığı dilerim...
kacarali@hotmail.com
Dipnotlar:
(1) Daha geniş bilgi için bkz: Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar, Birikim Yayınları, 2003, Ankara, sh. 50 vd.
(2) İslam, age. sh. 60-61
(3) Temel Türkçe Sözlük’te (1982), “Kürt; Ari ırktan bir halk, Kürtçe; Kürtlerin konuştuğu Farsça kırması dil”; Resimli Ansiklopedik Büyük Sözlük’te de (1982) “Kürt: Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde dağınık bir halde yaşayan etnik bir topluluğun adı ve bu topluluktan olan kimse” deniyor… 1980’lerde askeri c**ta yeni ve orijinal buluşlara yöneliyor. Genelkurmay’ca bastırılıp, yüzbinlerce dağıtılan bir “Beyaz Kitap”ta yazılanlar ilginç: “Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, “kırt, kürt” diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkan sesin adıydı aslında. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları Birinci Baskı Nisan 1991, İstanbul, sh. 53
(4) “Kürtlerin yaşadığı kent merkezlerinde bu yasağa uyulmasını sağlamak amacıyla memurlar görevlendiriliyordu… Erzincan Valisi Ali Kemal Bey’in yazdığına göre, her Kürtçe kelime için beş kuruş ceza kesiliyordu. Bir koyunun elli kuruşa satıldığı 1930’lu yıllarda beş kelimelik iki cümleyle meramını ifade etmek zorundaki bir kişi bir koyun değerine eşit ceza ödemek zorunda kalıyordu… Satış için çevirmene başvurma zorunluluğu nedeniyle satıştan elde edilen gelir, ceza olarak ödenip elden gidiyordu. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları Birinci Baskı Nisan 1991, İstanbul, sh. 56
(5) Daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Ay, Bizim Güneydoğu, Denge Yayınları, Mart 1994, İstanbul, sh.79; Prof. Dr. Ümit Özdağ, üç Ok Yayınları, Nisan 2005, Ankara, sh. 23
(6) Daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Ali Birand, APO ve PKK, Milliyet Yayınları, 5. bsk. Kasım 1992, İstanbul sh. 84 vd; Mahir Sayın, Erkeği öldürmek, Zelal Yayınları 1. bsk. Mart 1998, İstanbul, sh. 86 vd;
(7) 0 Abdullah Öcalan şöyle diyor; “Sonradan anlaşılacak ki bu iki ilişki sanırım MİT’in hatta kontr-gerillanın bizi marke etme ilişkisidir. Çünkü Ali Yıldırım’dır, Kesire’nin babası, şöyle diyordu; (85’te Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan) “Biz kızımızı bu adamı devletin kontrolüne almak için verdik” Mahir Sayın, age. sh. 89
(8) Abdullah Öcalan Pilot Necati (Kaya) ile ilgili de şöyle diyor; “Necati Kaya gerçekte hava assubayı idi. Ağrılı bir Kürttü… 1 Ocak 1977’de, Ağrılı Necati’nin tuttuğu bir yerde toplandık. Çok tedbirliydik. Sobanın (üstünü) açtık. Bir şey olursa elimizdeki kağıtları hemen yakacağız. Geniş bir toplantıydı. Necati’nin ne olduğunu da bilmiyorduk, sanıyorum o zaman ki deneyimle kontrgerilladan olabilirdi… Kürt kökenli olduğu için, hukuk dışı bir uygulama ile atıldığını sivil pilotluğa geçtiğini söylemişti. Birand, age. sh.87; Sayın, age. sh.88-89
(9) Birand, age. sh.86; Sayın, age. sh. 89 vd.
(10) Aydoğan Vatandaş, Armegedon Türkiye-İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları, 1997, İstanbul, sh. 31
(11) Vatandaş, age. sh. 67
(12) Birand, age. sh. 53
(13) Birand, age. sh. 53
(14) Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları Birinci Baskı Nisan 1991, İstanbul, sh. 52
(15) Başkaya, age. sh. 59
(16) Amasya Tamimi, Kürtlerle ilgili protokolün I.maddesinde, “Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının tanınacağı…” ifade edilmekte idi. Başkaya, age. sh. 63
(17) En önemlileri Şeyh Said ve Dersim olmak üzere 1940’a kadar toplam 25 isyan olmuştur. Bkz: Birand, age. sh.54
(18) Şeyh Said Kıyamı’nda 206 köyün yerli bir edilmiş, 8785 evin yakılmış ve 15200 insanın öldürülmüştür. Başkaya, age. sh. 64
(19) Vatandaş, age.sh. 70; Ayrıca, bkz; Mahir Sayın, age. sh.109,110,111
(20) Mahir Sayın, age.sh. 111
Genc Birikim Dergisi
http://www.gencbirikim.net/
__________________ A'raf 194 Allah dışındaki yakardıklarınız sizin gibi KULLARDIR , eğer iddianızda haklıysanız , hadi çağırın onlarıda size cevap versinler
|