Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Üç Soruya Üç Cevap
Hürriyet Gazetesindeki köşesinde Ahmet Hakan, içlerine beni de kattığı “Pek muhterem hocalarıma” çağrısıyla üç soru yöneltmiş…
İslam’ın meselelerini alabildiğine sivil, özgür ve bağımsız bir ortamda tartışmaktan çekinmediğim, hatta bunda büyük fayda gördüğüm yazılarımızı sürekli takip edenlerin malumudur.
Fakat buna rağmen ben bir fetva makamı değilim. Sorulara fetva formatında hiç cevap vermedim, vermem. Yaptığım, gerçeğin sadece gerçeğin peşine düşmek ve doğru bilgiye ulaşarak dinî aydınlanmaya katkı sağlamaktan ibarettir. Buna şiddetle ihtiyaç olduğuna inanmakta, hatta gerçek aydınlanmanın buradan başlayacağını düşünmekteyim.
Yazılarımızı sık sık köşesine taşıyarak okuyucularını haberdar eden Ahmet Hakan’ın sorularının arkasında bir “çapanoğlu” aramadan bildiklerimi paylaşmak sanırım en çok bana düşüyor.
Yazdıklarımı lütfen “Bir mahalleden öbür mahalleye cevap” veya “Bir döneği meşrulaştırma” olarak yorumlanmasın. Zira ne kendimi bir mahallesinin temsilcisi, ne da Ahmet Hakan’ı dönek olarak görmekteyim. Zaman içinde fikirleri gelişmiş ve zenginleşmiş olabilir.
“Mahallede”, Ahmet Hakan’dan çok daha ileri derecede, İslam hakkında zihinlerde beliren sorulara cevap arayan yığınla genç arkadaş tanıyorum. Ömrüm onlarla geçti, geçiyor. İslam’ın hayata ve çağa dönüşü için her Müslümanın peşine düşmesi gereken, kafa yorması gereken sorular bunlar…
Ahmet Hakan sordu diye dışlamayın…
“Altında bir bit yeniği var”, “Lafı nereye getirmek istiyor” diye pirelenmeyin. Kendinize ve dininize güvenin. Saf bir yürek temizliği içinde gerçeğin peşinde olmaya devam edin. Böyle olursanız “Allah gerçeğe ulaştırır” (Yunus; 10/35).
***
Gelelim sorulara…
BİR: Kuran’da hem "Yahudi ve Hıristiyanların dost edinmemesi" öneriliyor, hem de "Bir Müslüman erkeğin, Hıristiyan ya da Yahudi kadınla evlenmesi"ne cevaz veriliyor. Burada bir çelişki yok mu? "Dost edinme! Ama evlenebilirsin" şeklinde ortaya çıkan bu çelişkiyi nasıl izah etmektesiniz?
Kur’an’da “Ey iman edenler! Yahudilerle Hristıyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden her kim onları dost tutarsa o da onlardandır.Allah zalimleri doğru yolda yürütmez” (Maide; 5/51) denilmekte, aynı sure içinde başka bir yerde de “Bugün temiz ve güzel olan her şey söze helal kılındı. Kitap ehlinin yemekleri size, sizin yemekleriniz de onlara helaldir. Yine iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin iffetli kadınları, namusuyla yaşamaları ve aldatmamaları şartıyla, kendilerine hak ettikleri karşılığı da vererek size helal kılındı…” (Maide; 5/5) buyurulmaktadır.
Dikkat edilirse ilk ayet dostluk kurmaktan uzak durmayı “zulüm” ile gerekçelendiriyor. İkinci ayet ise karşılıklı yemeklerinden yemek ve evlenmek gibi son derece sıcak dostluk tezahürlerini “namus, iffet ve sadakat” gibi evliliğin evrensel değerlerine dayandırıyor. Dostluk kurmayın derken “Yahudi ve Hristıyan” tabirini kullanıyor. Yemek yeme ve yedirme ile evlenme söz konusu olunca “Kitap ehli” diyor.
Demek ki buradan üç sonuç çıkıyor:
1-Yahudilik ve Hristıyanlık adıyla tanınan bu iki kurumsal dinin inanç sistemini benimsemeyin.
2-Yahudiler ve Hristıyanlar içinde “zalim” olan kliği (gurubu, franksiyonu) dost edinmeyin.
3-Bunların dışında karşılıklı yeyip içmek ve kadınlarıyla evlenmek gibi gayet insanî dostluk ilişkilerine girebilirsiniz.
Bu durum, Kur’an’ın “öteki” ile ilişkilere getirdiği mantığı kavramış olanlar açısından gayet anlaşılabilirdir.
Bu mantığın özü şu: Kur’an’da dostluk ilişkilerinin kesilmesini, hatta savaşı gerektirecek sebep “adalet-zulüm” çelişkisidir. İman-küfür, tevhid-şirk veya İslam-Yahudi/Hrıstıyan çelişkisi savaş sebebi değildir. Her kim zulmediyor yani saldırgan bir tutum içine giriyor, haksızlık yapıyor, can ve mal güvenliğini tehdit ediyorsa odur dost olunamayacak olan. Aksi halde inançlarını benimsemesen de bir arada yaşanabilir görürsün. Yeme içme, evlenme gibi ilişkilere girebilirsin.
Kur’an’ın bu mantığını Mekke’de baş düşman olarak gördüğü “müşrikler” ile ilişkilerde daha açık görürüz. Tevbe suresi müşriklere “ultimatom” ile ve besmelesiz başlayan tek suredir. Orada müşrikler kendi elleriyle yaptıkları antlaşmalarını tek yanlı bozarak “saldıranlar” ve antlaşmalarına bağlı kalan ve “saldırmayanlar” diye ikiye ayrılır. Saldırgan kliğe karşı savaş, diğerlerine ise iyi muamele emredilir; hatta gerekirse gideceği yere kadar güvenliklerinin sağlanması bile istenir. (Tevbe; 9/1-6).
Demek ki dostluğu kesmenin tek sebebi vardır; zulüm. Yani antlaşmaları hiçe saymak, tek yanlı bozmak, saldırı, hakka tecavüz, cana ve mala kastetme…
Bunun dışında farklı dinlere mensup olmak insanî dostluğa (yeme içme, evlenme) engel değildir. Her kim sırf Yahudi, Hristıyan veya bir başka dine mensup diye birisine kurşun sıkarsa bütün insanlığa sıkmış gibi olur.
Öte yandan Kur’an, müşrik kadınlarla Müslüman erkeklerin, müşrik erkeklerle de Müslüman kadınların evlenmesini karşılıklı yasaklıyor. (Bakara; 2/21).
Yukarıda geçtiği gibi ehli kitap kadınlarıyla Müslüman erkeklerin şartlı (namus, iffet, sadakat) dahilinde evlenebileceğini söylerken, ehli kitap erkekleriyle Müslüman kadınların evlenmesi konusunda bir şey demiyor. Ehli kitabı da müşrik kapsamında değerlendiren kimi ulemanın bunu da maslahata binaen yasakladığı anlaşılıyor.
Fakat Kur’an’ın bu konuda ehli kitabı müşrik kapsamında değerlendirmediği yukarıda ayette (Maide; 5/5) gayet açıktır. Kur’an’ın “bilinçli susuş” içinde olduğu yerlerde bir hikmet olduğunu düşünerek, böylesi bir durumun ailelerin karşılıklı kararına ve yaşanan şartlara bırakıldığını düşünmemiz mümkündür.
Evlilik birliğinin temeli olan namus, iffet ve sadakat, Müslüman, Ehli kitap fark etmez tüm erkek ve kadınlar için geçerlidir. Kur’an’ın evliliğin evrensel değerlerine vurgu yaptığına dikkat ediniz…
***
İKİ: İslam dininde Yahudiler için "lanetlenmiş kavim" tanımlaması vardır. Bir ırkın topyekûn lanetlenmesi yaklaşımı, İslam’ın ortaya koyduğu "Herkes Allah katında eşittir" prensibiyle çelişmiyor mu? Bu çelişki hakkında ne düşünmektesiniz?
Kur’an’da “lanet” kelimesi 26 yerde geçer. Bunları tek tek incelediğimizde “ davranış” ile ilgili olduğu görülür: Ayetleri gizleyenler (2/159), yalan söyleyenler (3/61), zalimlik edenler (3/87, 7/44), cumartesi yasağına riayet etmeyenler (4/47), put ve tağutları destekleyerek “Bunlar müminlerden daha doğru yoldalar” diyenler (4/51-52), sözünden dönenler ve Allah’ın kelimelerini orijinalinden değiştirenler (5/13), maymun iştahlı ve domuz karakterli olanlarla şeytana tapanlar (5/60), her defasında savaş çığırtkanlığı yapanlar (savaş için ateş yakanlar), yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar ve “Allah’ın eli bağlıdır” diyenler (5/60), isyan edenler ve hadlerini aşanlar (5/78), erkek ve kadınlardan kafirlik ve münafıklık edenler (9/68), Rablerini inkar edenler (11/99), akıldışılığa dayalı Firavun düzenlerini destekleyenler (11/97-99), eşlerine zina iftirasında bulunduğu halde dört şahit getirerek bunu ispat edemeyenler (24/7), iffetli mümin kadınlara zina isnat edenler (24/24), yeryüzünde haksız yere büyük taslayan ve insanları günaha çağırmak için çete kuranlar (42/39-42), Allah ve resulünü incitenler (33/57), kötü haberler yayıp ortalığı karıştıranlar (33/61), münafıklık yapanlar, Allah’a şirk koşanlar ve Allah hakkında kötü zanda bulunanlar (48/6), müminleri yakmak için hendek kazıp içinde alevli ateş yakanlar (85/5)…
Kur’an’ın lanet ettiği “davranışlar” işte bunlardır.
Bunları kimin yaptığının hiçbir önemi yoktur. Her çağda ve her mekanda kim bunları yapıyorsa bilmelidir ki Allah onların bu davranışını lanetliyor.
Lanet geçtiği her yerde bir davranışın zikredildiğini görüyoruz. Bütün Kur’an boyunca bu hiç şaşmıyor.
Kur’an’da sadece iki yerde bir davranışa değil “nesneye” veya “kişiye” lanet ediliyor. Onlar da şunlar: “Beni ateşten onu çamurdan yarattın” diyen şeytan (38/76-77), Kur’an’da lanetlenmiş olan (cehennemdeki zakkum) ağacı (şeceretu’l-mel’unete fi’l-Kur’an).
Şu halde Kur’an’da lanetlenmiş kavim diye bir şey yoktur. Lanetlenmiş kötü ahlak ve davranışlar vardır.
Eğer Yahudiler kavim olarak toptan lanetlenmiş olsaydı Hz. Peygamber Safiye ve Reyhane gibi Yahudi kadınlarla evlenmezdi. Bunların evlenince Müslüman olması soyca lanetlenmişseler durumu değiştirmez değil mi? Kaldı ki Safiyye’nin müslüman olup olmadığına dair pek bilgi de yok. Safiye ölüm döşeğinde iken malının üçte birini Yahudi dininde ısrar eden yeğenine vasiyet etmişti. Sahabilerden bazıları bu vasiyete karşı çıkınca Hz. Aişe araya girerek istediği yere vermesini sağlamıştı. (Hamidullah, İslam Peygamberi, c.2, s. 740-745).
***
ÜÇ: Geçenlerde Suudi Arabistan Kralı, Vatikan’ı ziyaret edip Papa’ya armağanlar sundu. Oysa Papa, Suudi Arabistan Kralı’na iade-i ziyarette bulunamaz. Çünkü Mekke ve Medine’ye Müslüman olmayanların girmesi yasak. Bu yasak kararı "bir arada yaşama" fikrine aykırı değil mi? Yasak kararının arkasında hangi "mantık" yatmaktadır.
Kur’an’da bu mesele şöyle geçer:
“Ey iman edenler! Müşrikler necistir. Artık bu yıllardan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksul düşmekten endişeleniyorsanız Allah layık görürse size engin cömertliğinden zenginlik yağdırır. Allah her şeyi bilir, çok bilgedir; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Tevbe; 9/28)
O dönemde müşriklerin, içinde Kâbe’nin bulunduğu Mekke’ye yaklaştırılmaması, içlerindeki büyük tacirlerin Mekke ticaretine katılamaması, dolayısıyla şehrin ticarî gelirinin de azalması demekti. Ayette öteden beri Kâbe etrafında dönen din istismarına dayalı ticaretin, hayatın başka alanlarına kaydırılmak istendiği anlaşılıyor. Sanki Allah Kâbe’yi gelir kapası olmaktan çıkarmak istiyor. “Yoksul düşmekten korkuyorsanız Allah size başka kapılar açar, endişelenmeyin” uyarısında bulunulmasının sebebi budur. Sanki Kâbe’nin, bir hatırlatma (zikra) ve yol gösterici (huden) manevî merkez, kalpsizleşen dünyanın kalbi ve insanlık vicdanının attığı yer olarak kalsın istiyor. Üzerinden geçinilen bir ticaret merkezi olmasını uygun bulmuyor…
Dolayısıyla müşriklerin Kabe’ye yaklaştırılmaması, onların Mekke’de kurulu Allah, din ve Kabe istismarı üzerine kurulu düzenlerinin (Yeda Ebu Lehep) yıkıldıktan sonra tekrar geri getirilmemesi içindir. Yıkılmış bir siyasi ve ekonomik düzenin yeniden hortlatılmaması içindir. Kabe’nin temizlendiği şekliyle kalmasını sağlamak içindir.
Hz. Peygamber’in, Şeytanın yani Ebu Leheb’in başını çektiği tefeci bezirgan düzeninin (Yeda Ebu Leheb) bir daha bu topraklarda egemen olamayacağının güvenliğini sağlandıktan sonra Kabe’yi tüm insanlığa açmak istediğini şu ayetten anlıyoruz:
“ İnsanlık için dikilmiş ilk ev Mekke’dekidir. O çağlar boyu sürecek ve insanlığa daima yol gösterecektir. Onda açık işaretler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvenlik içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o evi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim bu hakkı tanımazsa unutmasın ki, aslında Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.” (Al-i İmran; 3/96-97)
İnsanlık için dikilmiş (vudi’a li’nnâs) ilk ev (evvelu’l-beyt), çağlar boyu sürecek olan (mübarek) ve insanlığa yol gösteren (huden li’nnâs) tabirlerine dikkat ediniz…
Müslümanlara değil; insanlara, insanlığa diyor.
Ne demek istediğimi anlatmak için biraz Kabe’den bahsetmem lazım.
Mekke’deki Kâbe’nin “tevhidî dünya görüşü” açısından çok derin anlamları bulunmaktadır.
Bunları dört başlıkta toplayabiliriz:
1- Antropolojik anlamı: Kâbe insan soyunun ilk ortaya çıktığı veya göründüğü yerdir. Öyle görünüyor ki insanlık Kâbe veya civarından çoğalarak yeryüzüne dağılmışlardır. Bu nedenle her yıl insanlar hac mevsiminde ilk çıktıkları insanlık köküne dönmeye, ziyarete çağırılırlar.
2-Sosyolojik anlamı: Her yıl hac mevsiminde insanlar atalarının varlık sahnesinde göründükleri yerlerde toplanırlar. Aralarında sonradan oluşmuş her tür statü, ırk, cinsiyet, dil, sahte din ayrılıklarını bir kenara bırakarak beyaz kefenlere bürünürler. İlk doğal hallerine dönerler. Tam bir eşitlik içinde insanlık gösterisi yaparlar.
3-Kozmolojik anlamı: Evrende maddî bir merkez bulunmamaktadır. Kâinat Allah’ın yed-i kudreti (kozmik gücü) ile ayakta durmaktadır. Allah’ın kozmik gücü evrenin potansiyelliğine sinmiştir. Bu anlamda Allah yerlerin ve göklerin nurudur (enerjisi, ruhu, canlılığı). Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz gücü etrafında dönmektedir. Kâbe etrafında dönme (tavaf) işte bu kozmolojik döngüye sosyolojik katılımdır. Evrenin sahibi değil mensubu olduğumuzun ilânıdır. Burada tavaf sembolizmi ile tevhidi dünya görüşünün esaslı mesajı verilmektedir.
4-Teolojik anlamı: Kâbe, Kuran’da geçtiği gibi aynı zamanda Allah’ın sembolik evidir (beytullah). İnsanlar için yapılmış en eski evdir (evvelu’l-beyt, beytu’l-atik). İnsanların ilk tarih sahnesine çıktığı, etrafında toplaştığı, döndüğü yere Allah’ın evi denmesi, Allah ile insanın ontolojik buluşmasını sembolize eder. Allah’ın bütün varlığa yayılan sevgi ve merhametini (rahmet), kendi vicdanımızda bulup yakaladığımız an (vecd/vicdan) Allah ile buluşmuş oluruz. Buradan Allah ile kozmik bir yolculuk halinde olduğumuzu anlarız. İşte Kâbe bu buluşmanın sembolik olarak gerçekleştiği yerdir. Kâbe, aşağıdan yukarıya doğru (antropoloji) Âdem’in, yukarıdan aşağıya doğru (teoloji) Allah’ın evidir…
Bu anlamda Kâbe üç kez yeniden ayağa dikilmiştir. Âdem ve Havva ilk kez yapmış, İbrahim eski temelleri üzerine yeniden inşa etmiş, Muhammed (s.a.v) de asıl fonksiyonuna tekrar kavuşturmuştur. Bunun için Kâbe insanlık tarihinin merkezidir. Tevhit, adalet ve özgürlük mücadelesinin çağlar boyu sürecek sade ve fakat görkemli anıtı, “orada öylece durarak” zaman zaman yolunu şaşırmış insanlığa yol gösteren ilâhî hatırlatmadır. Orası sadece, o ada ismen “Müslümanlığın” değil “insanlığın” merkezidir. Bütün insanlığa aittir. Kâbe’nin bulunduğu şehir (Mekke) bu nedenle bir anlamda “evrensel barış ve adalet yurdunun” (Dârus-selâm) kalbidir. Bu nedenle ortak bir ümmet plâtformu tarafından yönetilmesi ve buna bağlı bir barış gücü tarafından korunması gerekir…
Hal böyleyken, müşriklerin Kabe’ye yaklaştırılmaması, Mekke’deki düzenin (Yeda Ebu Lehep’in) iki elinin kuruması yani yıkılması, yok olması ile sona ermiştir. Müşriklerin oraya yaklaştırılmaması, bir daha bu düzenin burada kurulamaması demektir. Siyasi ve ekonomik olarak nufüz edememeleri demektir.
Bugün için söyleyecek olursak Müşriklerin Mekke’ye girememeleri, Müslüman olmayan her hangi birisinin “turist” olarak bile ziyaret edememesi değil; örneğin yabancı bir gücün oraya siyasi ve askeri güç olarak girememesi demektir.
Yoksa Müslüman olmayanların sırf ziyaret için Kabe’yi görmek istemelerinin, nasıl bir yer olduğunu, Müslümanların burada ne yaptığını, burasının insanlık tarihi açısından anlam ve önemini anlamak ve olup biteni yerinde görmek için “turist pasaportu” ile gelmelerinde ne mahzur olabilir?
Aksi halde Kabe insanlık için nasıl yol gösterici olacak? Bu evin insanlığa yönelik yukarıdaki esaslı mesajlarını sıradan gayr-ı müslim ziyaretçilere “giremezsin” diyerek nasıl vereceğiz? Kaldıki Müslüman olduğunu iddia edenler ne kadar Müslüman? O dönemdeki müşrikler ve o dönemdeki Müslümanlar neredeler? Aradan ondört koca asır geçmiş, heyhat!
Zaten şu an yabancı bir güç siyasi ve askeri nufüzuyla Mescid-i Haram’da yani en geniş anlamıyla mescidin bulunduğu ülkede, peygamberin yurdunda cirit atmıyor mu? Onlar ne oluyor? Göstermelik olarak sadece Mekke ve Medine’ye girmeyerek kimi kandırdıklarını sanıyorlar?
Bu anlamda Mekke ve Medine’ye yabancı bir gücün (müşriklerin) yaklaştırılmamasının tefsirini, oraya tek tek Müslüman olmayanların sokulmaması olarak anlayan donmuş zihin değil; Medine müdafaasının kahramanı Fahrettin Paşa çok iyi öğretir.
Daha nasıl anlatayım…
Not: Ahmet Hakan, sorduğun üç soruya cevabım biraz uzamış olabilir ama ancak toparlayabildim. Sorularını vesile kılarak zaten zihnimde olan ve yazı haline getirmek istediğim kimi konuları açmış oldum. “Camiye asılan ve Hürriyet yazı işlerini üçe bölen ayet” tartışmasına ise, “mahalle dalaşını” epeydir terk ettiğim ve “dinî aydınlamaya” bir katkısının olmayacağını bildiğim için girmedim.
R. İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|