Kendisinden iki yaş büyük “arkadaşının”, “Allah bana vahyetti” dediğini duyduğunda, hiç tereddütsüz “O söylüyorsa doğrudur” diyen Hz. Ebubekir, acaba bu sözü söylerken aklını bir kenara mı bırakmıştı?
“Kayıtsız şartsız itaat” vurgusu yapıp duran kimi çevrelere göre evet.
Onlara göre böyle bir imana sahip olmamız için aklın bir kenara bırakılması şarttır. Bunun en çarpıcı örneği işte bu “sıddîk” imanıdır.
Acaba öyle mi?
***
Hz. Ebubekir bu sözleri söylerken sizce derin bir akıl yürütme yapmamış mıdır?
Biraz düşünelim, bir insanın kırk yıldır tanıdığı birisi, günlerden bir gün böyle bir iddia ile karşısına çıkınca neden “O söylüyorsa doğrudur” der.
Neden?
“O” dediği kimdir?
“Onu” nereden, nasıl ve ne şekilde tanımaktadır?
***
Kanaatimce Hz. Ebubekir’in gözünde “O”, kırk yıllık bir “doğruluk ve dürüstlük” abidesiydi (el-emin). Şimdiye kadar kendisinden “yalan” bir söz duymamıştı. “Sözün namusu” ile yaşayan, “büyük bir ahlaka” sahip, duruşundan, tavrından, edasından, oturuşundan kalkışından, konuşmasından vs. biliyordu ki “erdemli, ilkeli ve asil” bir kişilikti.
İşte “o” bildiği insan şimdi de çıkmış “Allah bana vahyediyor” diyordu. İşte bunun yalan olması mümkün değildi. “Önceki” hali neyse “şimdiki” de oydu ve “sonraki” de öyle olmaya devam edecekti.
“Arkadaşının” doğru söylediğine en büyük kanıt beraberce geçirdikleri “bir ömür”dü…
***
Hz. Ebubekir işte bunun için “O söylüyorsa doğrudur” dedi.
Aksi halde yalancılığı ile maruf, karaktersiz, kişiliksiz, haysiyetsiz, üçkağıtçı, sahtekar, üstelik de tanımadığı birisine hiç bunu der miydi? Böyle birisi peygamberlik iddiasında bulunsa kim dinlerdi onu? Siz olsanız dönüp bakar mıydınız?
Demek ki Hz. Ebubekir, daha Kur’an gelmeden “doğruluk, dürüstlük, adalet, söz, namus, ahlak, asalet” gibi bir takım ilke ve değerlerin olduğunu biliyordu. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan birisini işte bu ilke ve değerlerle ölçtü ve kırk yıllık geçmişi ile “test” etti. Buradan bir itminana ulaştı ve “İşte o” dedi, “Şimdi de bunları söylüyorsa doğrudur, inanırım” dedi.
***
Peki bunu neden Ebu Lehep ve Ebu Cehil demedi de Hz. Ebubekir dedi. Onlar bilmiyor muydu Ebubekir’in bildiğini.
Biliyorlardı, hem de bal gibi biliyorlardı. Onlar her şeye rağmen Hz. Peygamber’in kişiliğine bir laf diyemediler. Fakat onlar kendi kurdukları düzenin bozulmasından ve çıkarlarının zedelenmesinden korkuyorlardı. Nitekim Ebu Cehil bir keresinde “Bak Muhammed, seni iyi tanırız, ama dediklerini yaparsak Kureyş aç kalır” demişti. Asıl dertleri buydu.
Hz. Peygamber’in “Bir ömür boyu aranızda yaşadım, bu akıl tutulması neden?” (Yunus, 10/16) diye sormasından da anlıyoruz ki, “lekesiz bir ömür” en büyük güçtür.
Bir ömür boyu“el-emin” olmanız lazım. Her hareketinizle, her davranışınızla bu güveni hak etmiş olmanız lazım ki bir gün bir iddiada bulunduğunuzda “O söylüyorsa doğrudur” denilsin.
Evet, küçücük tek bir cümle: “O söylüyorsa doğrudur…”
Ama arkasında bir ömür var.
Nasıl bir “kişilik analizi” yapılarak “O söylüyorsa doğrudur” denildiği buradan anlaşılıyor olmalı.
Demek ki sanıldığının aksine Hz. Ebubekir bu tavrıyla, bize, “Önce iman et sonra düşünürsün” değil; “Önce düşün sonra iman et” mesajı veriyor.
***
Buradan şuraya geliyoruz.
Kur’an, Muhammed’in (s.a.v) peygamberlik gerekçesini “Çünkü sen büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) şeklinde temellendiriyor.
Dahası şu tür ayetleri bilmem hiç duydunuz mu: “Allah dedi: İşte benim de üzerinde olduğum doğruluk ve dürüstlük yolu (sırat-ı müstakim) budur” (Hicr, 15/41). “Benim Rabbim doğruluk ve dürüstlük yolu (sırat-ı müstakim) üzerinedir” (Hud, 11/56), “Allah sevgi ve merhameti (rahmet) kendine farz kılmıştır” (En’am, 6/12)…
Bunların bir anlamı olmalı…
Kanaatimce bu anlam şudur: İlkeli bir Allah… İlkeli bir peygamber…
Allah insanları kendisine farz kıldığı, kendisinin de üzerinde olduğu yola çağırıyor…
Adaletin Allah üzerine vacip olması denilen şey budur. İmam Şatıbi’nin el-Muvafakat’ta dediği gibi bu vucubiyeti biz O’na yüklemiyoruz, O kendi kendisine yüklüyor. Bunu oradan çıkarıyoruz.
Hz. Peygamber, bir ömür bağlı kaldığı ilkeler sebebiyle söylediklerinin cesaretle arkasında duruyor. Herkes her şey yapıyor ama kimse onun kişiliğine, karakterine ve ahlakına bir şey diyemiyor. Hem süikast düzenleyip öldürmek istiyorlar, hem de başka kimseye güvenemedikleri için paralarını ona emanet ediyorlar…
Hz. Ebubekir işte böylesi bir kişiliğe bakıyor, tartıyor, akıl yürütüyor, test ediyor ve “O söylüyorsa doğrudur” diyor.
***
Demek ki Allah odur ki doğruluk ve dürüstlük, sevgi ve merhamet, ahlak ve adalet dışı bir davranışta bulunmaz, yapmaz, istemez, emretmez.
Peygamber odur ki doğruluk ve dürüstlük, sevgi ve merhamet, ahlak ve adalet dışı bir şey yapmaz, istemez, emretmez. Çünkü o insanlığa bunları yerleştirmek ve yaymak (rahmeten li’l-alemin) için gelmiştir.
Dahası bu onu daha küçükken kalbi yarılıp zemzemle yıkandığı için değil-ki böyle bir olay olmamıştır-, içindeki iyiliğin ve adaletin sesini dinleyebilen, fıtratını bozmayan, aklını ve vicdanını kendisi kullanan ve bunu kendiliğinden bir vicdani uyanış olarak yapan birisidir.
Biz hepimiz onun yaptığı gibi içimizdeki sesi dinleyebilir, fıtratını bozmayabilir, aklını ve vicdanını kendisi kullanabilir ve bunu kendiliğinden bir vicdani uyanış olarak yapabiliriz. Her insanda yaratılıştan böylesi bir güç ve yetenek vardır. Aksi halde Hz. Peygamber’in bize “en güzel örnek” olmasının bir manası kalmaz.
Allah’ın ezeli ve ebedi ilminde çelişki olmadığı gibi, peygamberin de ilkesel kişiliğinde bir çelişki yoktur. Bu nedenle Allah ve peygamberi, bizleri, zaten kendilerine de farz kıldığı, üzerine aldığı, uymayı ilke bellediği şeylere (yola) çağırmaktadırlar.
***
Şu halde, Allah ve peygamberi bile bir takım ilkelere çağırdığına göre, başkalarına ne oluyor da “kendilerine” çağırıyorlar.
Böylelerinin dilinde “O söylüyorsa doğrudur” sözü, “O söylüyorsa vardır bir hikmeti”ne dönüşüyor.
Günümüzün liderlerinin kendilerine farz kıldığı ilkeleri yok. Onları test edebileceğimiz bir ilke sahibi değiller. Onun için onlara “O neredeyse biz oradayız” diye slogan atılıyor. Yani yanlış da yapsa, ilkelerine ters de davransa (ki zaten yok) önemli değil. “O” neredeyse biz oradayız, önemli olan “o”, ilkeler değil…
Çünkü:
Allah’a nasıl inanıyorsanız hayata da öyle bakarsınız. Nasıl bir Allah tasavvur ediyorsanız, öyle bir devlet tasavvur edersiniz. İlke ve değer sahibi bir Allah’a inanıyorsanız ilkeli ve değerli bir hayat yaşarsınız. Sonsuz gücünü kural ile sınırlayan bir Allah’a inanıyorsanız, gücünü kural (hukuk) ile sınırlayan bir devlete inanırsınız.
Zira sınırsız güç güç değildir. Sorumluluğun en büyüğü, gücü en çok elinde bulunduruna düşer. Allah bize işte bunu gösteriyor.
Keza peygamberi nasıl anlıyorsanız, liderinizi de öyle anlarsınız. Doğuştan peygamberliğe inanıyorsanız doğuştan liderlere de inanırsınız. İyi, güzel ve doğru olan şeyler üzerine (maruf) biat olan bir peygambere değil de kendine, doğrudan zatına biat alan bir peygambere inanıyorsanız, liderinize de kara kaşına kara güzüne bakarak kayıtsız şartsız itaat edersiniz. Böyle olunca da sizin için önemli olan ilke ve değerler değil; mübarek zatlar, pak vucutlar olur.
Böyle düşünseydi hiç sahabe “Eğrilirsen, seni şu kılıcımızla doğrulturuz ey Ömer!” diyebilir miydi?
Aman tanrım! Bu ne cür’et, bu ne küstahlık (!). Öyle ya, çıkın da bu sözü herhangi bir ulu imama, şeyhe, öndere, kahramana, lidere vs. söyleyin bakalım!
Zata tapınmanın, vucudu kutsamanın, kişiyi fetişleştirmenin kökleri işte burasıdır. Efendi-köle ilişkisinin, koyun psikolojisinin, sürü halet-i ruhiyesinin kökleri işte burasıdır…
Bu nedenle “din anlayışlarında” değişme olmadan, ne devlet, ne toplum, ne de insan anlayışlarında değişme olmaz, olmayacaktır. Eğer bir yenilenme, tazelenme, canlanma olacaksa, bu, içeriden, bizzat dini çevrelerden gelmek durumundadır.
Heyhat!
“590 yıldır donmuş dimağı” ile “gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar”, “uyan ey millet-i merhume!” diye çığlık çığlığa bağıran sese kulak verdi mi ki bize versin…
Eski zamanın pirlerinden ümidimi kestim
Gelecek günlerden bahsedeceğim
Gençlere bu sözlerimi kolaylaştır
Onları derinliklerime erişecek hala getir
(M. İkbal, Cavidname’den)
(haber10.com 'dan alıntıdır İhsan Eliaçık)