Hadis üzerine
Yazılarıma mızraklarının ucuna bir takım uydurma hadisleri takarak saldıranlar oluyor. Kimi hadisleri saldırı aracı olarak kullanıyorlar ve tam bir uydurma hadis terörü estiriyorlar.
Bu yazıyı Diyanet’ten gelen “Uydurma hadisler temizlenecek” başlıklı haber nedeniyle yazıyor değilim.
İkbal‘in tabiriyle “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası” işine kendini vakfetmiş birisi olarak, yazdığım yazılara mızraklarının ucuna bir takım uydurma hadisleri takarak saldıranlar oluyor. Kimi hadisleri saldırı aracı olarak kullanıyorlar ve tam bir uydurma hadis terörü estiriyorlar. Bunun için de özellikle üç kitabı bahane edip kalkan olarak kullanıyorlar; Gazzali’nin İhya-u Ulumiddin’i, Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’u ve Sahih-i Buhari adlı kitaplar…
Güya ben buralarda geçen hadisleri inkar ediyormuşum veya kale almıyormuşum. Bunlara karşı geliyormuşum. Bu kitaplarda geçen hadislere ve görüşlere aykırı fikirler ileri sürüyormuşum ve hatta bu nedenle dinden bile çıkmışım, kafir ve mürted olmuşum.
Önemine binaen müsaadenizle bu yazıyı bu konuya ayıracağım.
***
Şurası bir gerçek ki Kuran’ı Kerim dışında hiçbir kitap Müslümanları mutlak anlamda bağlayıcı değildir. Yani ben adı geçen kitapların hiç birisine dönüp bakmasam, esas almasam, delil kabul etmesem bile hiçbir şey olmaz. Allah bana “Neden bu kitapları esas almadın?” diye hesap sormaz. Kuran dışında herkesin yazdığı kitap önce kendini, sonra onu gönüllü kabul eden taraftarlarını bağlar. Diğerleri onlardan sorumlu tutulamaz.
“Ama bu kitaplarda Hz. Peygamber’in hadisleri var” diyeceksiniz.
Olsun, Hz. Peygamber’in hadisleri sadece bunlarda mı var? Ben hadisleri bunlardan başka bir kitapta bulamaz mıyım? Sahih-i Buhari Hz. Peygamber’den yaklaşık 250 yıl sonra, İhya yaklaşık 500 yıl sonra, Risale-i Nur da yaklaşık 1400 küsür yıl sonra yazıldı. Onlar yazılıncaya kadar ortada hadis yok muydu? Hz. Peygamber bilinmiyor muydu? Dünyaya Hz. Peygamber’i bunlar mı tanıttı?
Bir hadis sırf şu kitapta veya bu kitapta geçiyor diye sahih olmuş olmaz. Yani bir hadis “Buhari’de geçiyor, Risale-i Nur’da yer alıyor, İhya’da var” diye yunmuş yıkanmış değildir. Onlarda da zayıf hatta uydurma hadisler olabilir. Çünkü hiç birisi Allah’ın kitabı değildir. Bu, onların oturup hadis uydurduğu anlamına da gelmez. Uydurulmuş bir hadis meşhur olunca, güvendikleri hocaları silsilesinden geldiklerini de görünce kitaplarına almakta bir beis görmemiş olabilirler.
Buhari’nin ortalıkta hadis olduğu iddia edilen onbinlerce rivayetin sadece % 5′ini kitabına alarak geri kalan % 95′ini elediği unutulmamalıdır. Peki, bu durumda Buhari’yi kitabına almadığı hadisler nedeniyle Hz. Peygamber’i kale almamakla veya bir çok hadisi inkar etmekle mi suçlayacağız? Tam tersi, iyi yapmıştır, yaptığı çok yerindedir.
Şimdi, İslam’ın ikinci yüzyılının ardından, üçüncü yüzyılda Buhari ve çağdaşlarının yaptığına ikinci eleme dersek, şu an bir üçüncü elemeye daha ihtiyaç vardır. Yani bu çağın Buhari’leri ortaya çıkmalıdır ve aynen onun yaptığını yapmalıdır.
Buhari ve çağdaşlarının, kendinden öncekileri, kriterler oluşturarak süzgeçten geçirmesi gibi, biz de, bizzat Buhari ve adı geçen diğer kitapları üzerlerine “sünger” çekmeden “süzgeçten” geçirmeliyiz.
Bu durum, özelikle Türkiye gibi bir ülkede, söz konusu bu kitapların çok ciddi bir tenkit süzgecinden geçirilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun henüz doğru dürüst yapılmadığını görüyoruz. Kimi insanlar sanki onları Allah yazdırmış gibi Kuran’dan daha çok onlara inanıyorlar. Oysa Allah’ın “yazdırdığı” yegane (bozulmamış) kitap Kuran’dır.
Şahsen ben yazılmış her kitabı “sözün namusu adına” okumayı görev bilirim. Keşke her yazılanı okuyabilseydim. Ama kimi kitapları okumanın veya esas almanın “dini bir zorunluluk” olmadığını söylemeyi de aynı şekilde sözün namusu adına görev bilirim ve işte söylüyorum; Sahih-i Buhari’yi, İhya-ı Ulumuddin’i veya Risale-i Nur’u okumak dini bir zorunluluk değildir. Bunlar olmasa da olurdu, İslam’a ve ümmete hiçbir şey olmazdı, dimdik yoluna devam ederdi. Yeni nesiller ve kişiler gelirdi. Tıpkı ben, sen veya o olmasak da olacağı gibi. Biz İslam’a şeref katmıyoruz, İslam bize şeref katıyor. İslam’ın akıp gelen tefekkür ırmağı bir dönemde veya bir şahsın kitabında dondurulamaz.
“Buhari olmasaydı bu din yok olurdu, İhya olmasaydı ümmet-i Muhammed yıkılır giderdi, Risale-i Nurlar olmasaydı imansız kalırdık” vs. diyenlere bu söylediklerim.
Bakın, Kuran’ı bir kenara atarsak helak oluruz, ama o kitaplardan hiç birisini okumasak bile bir şey olmaz. İlk 250 yıl boyunca Buhari’yi okumayanların, ilk 500 yıl boyunca İhya’dan haberdar olmayanların, 1400 yıl boyunca da Risale-i Nur’u hiç bilmeyenlerin bulunuyor olması, dahası bunları hiç görmemiş oldukları halde ahirete intikal etmiş olmaları ne demek istediğim hakkında bir fikir verebilir. Yani demem o ki bunlar ümmetin olmazsa olmazları değildir. Yararlanan yararlansın ama kimse onları Kuran yerine koymaya kalkmasın ve bunlarsız olmaz demesin.
Meşhur bir hadiste geçen “Kuran’ı kendi görüşüne göre tefsir etmek” ifadesi, aslında “Kendi tefsirini Kuran yerine koymak” demektir. Bunu yapan cehennemdeki yerini hazırlamış olur. Hadiste “Kuran’ı tefsir etmek” değil, “Tefsirini Kuran yerine koymak” mahkum ediliyor. Bu ikisi arasındaki farkı iyi düşünün. Tabi hadis uydurma değilse…
***
Hadislere gelince…
Ben meşrep olarak kökten hadis inkârcısı bir tutum içinde değilim. 20 yıla varan yazı hayatım boyunca böyle bir tutum içine girdiğim görülmemiştir. Ancak hadis konusunda tıpkı Ebu Hanife gibi ince eleyip sık dokuyanlar meşrebinden olduğum söylenebilir. Yani öyle kolay kolay hadis kabul etmem. Bir sürü şartlardan geçmesi gerekir. Sırf Buhari’de, İhya’da, Risale-i Nur’da geçiyor diye bir hadisi öpüp başıma koyacak da değilim. Bunların da tenkit süzgecinden geçmesi gerekir.
Keza “Tek kaynak Kuran” diyenlerden de değilim. Hadisin Kuran gibi gelmemesi ve araya 14 asrın girmiş olmasından kaynaklanan sorunlar nedeniyle daha temkinliyim, hepsi bu. Bana göre değil hadis, milletler tarihi, dinler tarihi, sosyoloji, antropoloji, biyoloji, tabiat tarihi, coğrafya, eski mitolojiler vs. bile yeri geldiğinde kullanılmalıdır. Tabi hepsi süzgeçten geçirilerek.
Bu tutum, hadislerin kaynağı olan Hz. Peygambere karşı bir tavır değildir. Eğer onun sağlığında yaşasaydım, sabah kalktığımda gidip kapısını çalarak işin doğrusunu sorabilecek durumda olsaydım hiç sorun yoktu. Ne derse yapardım. Çünkü bana göre hadisler de ayetler gibi doğruluk ve dürüstlük abidesi (el-emin) olan yetim Muhammed’in (s.a.v) dilinden çıkmıştır. O söylemişse doğrudur.
Ancak mesele bu değil.
Mesele, onun ölümünden sonra yüksek karizmasından yararlanarak kendi fikirlerini onun adını kullanarak ümmete yutturmaya kalkışanların bulunmasıdır. Bunlara karşı önlem almak zorundayız. Dinimizi uydurma hadis bezirgânlarının en küçük bir sarsıntıda yıkılıp gidecek hurafe çöplüğü üzerine kuramayız. Eleştirel akıl ve mantıktan koparsak ha babam uçarız.
Yukarıda adı geçen kitap müelliflerin bunu yaptığını söylemek istemiyorum. Fakat onlar da farkına varmadan, iyi niyetlerinin kurbanı olarak bu bezirgânların oyununa gelmiş olabilirler. Aradan yol bularak kitaplarına girmiş olanlar bulunabilir. Eleştirel analize tabi tutulmaları onların da iyiliğinedir, hepimizin iyiliğinedir. Benim yazdığım kitaplar da aynı muameleye (eleştirel analiz) tabi tutulmalıdır. Aksi halde gelişme olmaz; müsademe-i efkardan barika-i hakikat doğmaz.
Bu, eleştirel akıldır; ümmetin kolektif ruhunun yanlış olanı kim olursa olsun, nerede geçiyorsa geçsin durdurması, ayıklamasıdır. Şu anki yaşayan nesiller olarak bize düşenin bu olduğunu düşünmekteyim.
Bu yapılmadığı takdirde bin sene önce uydurulmuş bir hadis nesilden nesile aktarılıp gelir de kimsenin ruhu duymaz. Çünkü eleştirel akıl olmadan, özeleştiri olmadan, geçmişe körü körüne bağlılık sürüp gidiyorsa, her “Gâle Resullulah (Peygamber Dedi ki) (s.a.v)…” sözüne içimizin yağı eriyip uyuyorsak evin yolunu bulamayız. Zira ortalık uydurma hadis kaynıyor. Önlem almak, süzgeçten geçirmek, “Dur bakalım” demek, ince eleyip sık dokumak zorundayız.
Bu anlamda “Hz. Peygamber” ile ona ait “hadis” iddiasını aynı şey olarak görmemek gerekir. Her “hadis” iddiasını duyduğumuzda peygambere olan büyük saygımız ve sevgimiz nedeniyle içimizin yağı eriyip kendimizden geçemeyiz. Aksi halde tam da uydurmacıların beklentisi doğrultusunda hareket etmiş oluruz. Onlar zaten bunu bildikleri için kendi fikirlerini “Gale(Dedi) Seyyid-i Kainat(Kainatın Efendisi) ve Nebiy-i Muhterem(Saygın Peygamber) Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)…” karizmasının arkasına sığınarak zerketmektedirler…
Oysa Hz. Peygamber işte o bildiğimiz Allah’ın Resülüdür. Hadis ise, sonradan onun tarafından söylendiği iddia edilen sözdür. Zaten hadis kelimesi sözlükte “Sonradan ortaya çıkan, icat edilen” demektir. Dolayısıyla onun tarafından söylendiğinin inandırıcı delillerle ispat edilmesi, kanıtlanması gerekir. Az önce geçtiği gibi, bir hadisin sırf meşhur bir kitapta geçiyor olması yeterli değildir. Bir sürü şarttan daha geçmesi gerekir. Bu tür şartlar sütten dilimiz yandığı için yoğurdu üfleyerek yemek istememizden kaynaklanmaktadır. Şu halde bu şartların geçmişte konması doğruydu, haklıydı, kesinlikle gerekliydi. Şu an daha da geliştirilmeli ve hatta zorlaştırılmalıdır.
***
Şimdi…
Şu an İslam dünyasında dokuzu (Kütüb-ü Tis’a) Sünni dünyanın, dördü de (el-Kafi) Şii dünyanın elinde olmak üzere 13 büyük hadis kitabı var. Bu kitaplarda yarı yarıya olmak üzere yaklaşık 30 bin civarında Hz. Peygambere ( ve Hz. Ali ve imamlara çünkü Şiiler onlardan gelene de hadis diyor) ait olduğu iddia edilen rivayet bulunuyor.
Bunların hepsini Hz. Peygamber söylemiş midir?
Bunları Hz. Peygamber’in gerçekten söylediğine ikna olmamız lazım. Öyle yağma yok.
Hz. Peygamber Kuran dışında hiçbir şey söylemeden, başka hiçbir söz dahi ağzından çıkmadan gitmiş değildir herhalde. Mutlaka çeşitli vesilelerle bir şeyler söylemiştir. Bu söyledikleri etrafındaki sahabeler tarafından duyulmuştur ve değişik yollardan aktarılmıştır. Duyan duymayana söylemiştir. Fakat zaman içinde bunların içine uydurmaları da karışmıştır. Buna önlem olsun diye cerh ve tadil çalışmaları olmuş, ayıklama faaliyetlerine girişilerek değişik dönemlerde mevzuat (uydurma hadisler) kitapları yazılmıştır.
Tarihten günümüze bunların en önemlileri arasında, örneğin İbnu’l-Cevzi’nin Kitabü’l-Mevzuat mine’l-Ehadisi’l-Merfuat’ı, Mecdüddin el-Firuzabadi’nin Hatimetü Sifri’s-Saade’si, Celalüddin es-Suyuti’nin el-Leal-Masnua fi’l-Ehadisi’l-Mevzua’sı, İbnu Arrak el-Hicazi’nin Tenzihü’ş Şeriati’l-Merfüani’l-Ahbari’ş Şeriati’l-Mevzua’sı, Şemseddin-i Sehavi’nin Makasıd-ı Hasene’si, Ali b. Sultan el-Kari’nin el-Mevzuat’ı (Türkçe’ye çevrildi), Muhammed b. Ali eş-Şevkani’nin el-Fevaidü ‘l Mecmua fi ‘l-Ehadisi’l Mevzua’sı (Türkçe’ye çevrildi), Ebü’l-Hasenat Abdu’l-Hayy el-Leknevi’nin el-Asaru’l-Merfuda fi’l Abbari’l-Mevzua’sı ve Türkçe olan M. Yaşar Kandemir’in Mevzû Hadisler, Menşei, Tanıma Yolları ve Tenkidi ile M. Hayri Kırbaşoğlunu’nun Alternatif Hadis Metodolojisi’ni bir çırpıda sayabiliriz.
Bu kitaplarda binlerce hadisin tenkidi yapılır, uydurma olanları tanıma yolları gösterilerek ölçüler, kriterler konur ve her “Gale Resullulah (s.a.v)…” diye başlayan söze hadis denemeyeceği delilleriyle anlatılmaya çalışılır. Bunlar boşuna ortaya çıkmamıştır.
Bu tür kitaplarda çok önemli bazı kriterlerden bahsedilmiştir. Sadece bunlara bakmak bile bir ipucu verebilir. Liste uzayabilir ama bunlardan en önemlilerini birkaç madde halinde şöylece sıralayabiliriz;
1- Hadis, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in dilinden olmalıdır.
2- Hadis, Kuran’a aykırı olmamalıdır.
3- Hadis, aklın ve duyuların apaçık (bedihi) verilerine aykırı olmamalıdır.
4- Hadis, gelecekle ilgili yer, zaman, tarih, kişi, topluluk ismi vermemeli, bunları övgü veya yergi içermemelidir.
5- Hadis, itikatla ilgili olmamalıdır çünkü haber-i vahid itikatta delil olmaz. Bütün hadisler ilim ifade etmesi açısından haber-i vahittirler. Yani Kuran gibi geniş topluluklarca rivayet edilmezler. Her sahabe kendi duyduğunu tek kişi olarak Hz. Peygamberden aktarır. Bunun için ona haber-i vahit denir.
6- Hadis, daha çok bir evrensel ahlaki öğüt içeriyor olmalı veya yaşayan sünnetle gelen bir ibadetin nasıl yapılacağını gösteriyor olmalıdır. Güvenilir hadislerin büyük çoğunluğu da zaten böyledir.
Sadece bu altı kriter bile yukarıda anılan 13 kitaptaki yaklaşık 30 bin rivayete vurulduğunda en az yarısından fazlasının elendiğini görülür. Geriye, büyük çoğunluğu evrensel ahlaki öğütler ve ondan daha az bir kısmı da, şu an yaşanılan ve Kuran’da zaten yer alan namaz, oruç, hac, zekât, abdest gibi ibadetlerin nasıl yapılacağına dair örneklikler anlamına gelen rivayetler kalır ki asıl uyulması gereken hadisler de bunlardır.
***
Evrensel ahlaki öğütlerden maksat iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, erdem, mertlik, söz, namus, vefa, ana babaya saygı, çocuk sevgisi, kadınlara iyi davranma, yoksula yardım, mahrumu, mazlumu ve mağduru koruma, komşu hakkı vb. zaten her toplumda atasözleri, güzel sözler ve deyişler şeklinde beliren temel insanlık hasletleridir.
Asıl sahih hadisler bunlardır. Bu sözlerin bir benzerini bir Çin atasözü, bir Kızılderili şiiri veya bir Rus deyişi olarak da duymuş olabilirsiniz. Konfüçyüs’e, Buda’ya veya bir bilge kişiye ait söz olarak da işitmiş olabilirsiniz. Hepsi aynı kandilden konuşurlar. Bu anlamda milletlerin anonim ruhu olan atasözleri, saf dinlerin ruhu gibi yalan söylemez. Birbirine benzerler, hemen tanırsınız onları.
Demek ki (Şiilerin hadis anlayışı da dahil) genel olarak hadis dediğimiz sözler, sahihiyle zayıfıyla, mevzusuyla meşhuruyla, aslında, örneğin Çin anonim ruhunun Konfüçyüs’de billurlaşarak iyi, güzel ve doğru namına ne varsa ona atfetmesi gibi, İslam milletlerinin anonim ruhunun Hz. Muhammed’te billurlaşmış halidir.
İçinde o anonim ruhun arayışlarını, acılarını, özlemlerini, umutlarını ve aynı zamanda da acizlik ve zayıflıklarını bulursunuz. Sünni kitaplarda birçok hadis tenkit edilirken “Aslında bu söz Hasan-ı Basri’ye aittir, Arapların şu şiirinden alınmadır, Sırrı Sakati’nin sözüdür…” vs. denilerek eleştirilmesi, Şii kitaplarda da Cafer-i Sadık’ın veya Muhammed Bakır’ın sözleri olarak da aktarılması bunu gösterir.
Yani, İslam milletlerinin, yeryüzünün tozuna toprağına bulanarak, olaylar içinde yoğrularak akıp gelen bilinçaltı, peygamberden gelen rivayet kandiline katılarak kendini onunla ifade etmiştir. Bu nedenle bir taraftan umudu, hasreti, arayışı, diğer taraftan da zafiyeti, acizliği ve eksikliği bir arada barındırır. İyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, adalet vs. ile ilgili sözler birincisine, İsa, deccal, mehdi, kadını aşağılama, erkek egemen söylemler vs. ikincisine örnektir.
Bu anlamıyla hadis külliyatı, şu an yıkılmış bir uygarlığın, bir zamanlar parlak başarılar elde etmiş bir yaşanmışlığın kayıtlara yansımış söz deposudur. Şu an üzerine sünger çekilmesi değil, süzgeçten geçirilmesi, yeniden ele alınması, yukarıdaki gibi kriterler oluşturularak ayıklanması, buradan diğer milletlerin anonim ruhuyla mukayese edilmesi, böylece de insanlık terazisinde tartılması gerekir. Toptan bir kenara atılamayacağı gibi toptan kabul de edilemezler.