Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Dünyanın dörtte biri Müslüman, dörtte üçü ise İslâm dışı inançlara sahip. İslâm dairesi dışındaki bu dörtte üçün yarısı Ehl-i Kitap, yani Hıristiyan ve Yahudi. Kalan yarısının önemli kısmı da, Hinduizm, Budizm, Jainizm gibi değişik inançlara mensup. Bir bölümü ise ateist, yani tanrıtanımaz.
Böyle bir durumda, zihinlere çokça takılan ve dolayısıyla çokça sorulan bir soru mevcut. Soru, şu: İslâm ülkesinde doğup büyüyen, Müslüman bir ortamda yaşayan bir insan İslâm’ı tanıma ve yaşama fırsatına kavuşuyor, dolayısıyla Allah’ın varlık ve birliğine inandığı için Kur’ân’ın ifadesiyle cennet ehli oluyor. Bunun yanında, İslâm’ı duyduğu halde Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmeyen bir insan da, yine Kur’ân’ın ifadesiyle, cehennem ehli olacak. Fakat İslâm’ın mesajı kendisine hiçbir şekilde ulaşmamış veya ulaşmış olsa da, yanlış bir biçimde tanıtılmış olan bir insanın durumu nasıl olacak? Ki, böyle bir insan, genellikle gayrimüslim bir ülke vatandaşı olduğu gibi, Müslüman bir ülkede yaşadığı halde ailesinin ve çevresinin yönlendirmesiyle İslâm’dan uzak kalmış biri de olabiliyor. Bu çeşit insanlar ne derecede sorumlular? Burada bir fırsat eşitsizliği yok mu? Allah mutlak adalet sahibi olduğuna göre, bütün insanlara kendisini tanıma yolunda ve İslâm’ı bulma yönünde eşit fırsatlar vermemiş mi?
Açıkçası, ortada, bir yönü kulun iradesi ve seçimi ile ilgili, asıl önemli tarafı ise ilâhî adaletin tecellisi ile alâkalı bir sorular yumağı mevcut.
Esas itibarıyla, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le birlikte insanlara hak din ulaştırılmış ve öğretilmiş, son peygamber olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) kadar bütün peygamberler aynı hakikati dile getirmişler. Ancak hiçbir şekilde peygamberin mesajının ulaşmadığı insan ve toplumlar da vardır yeryüzünde. Bunların sorumlu olup olamayacağı hususunu Kur’ân açıkça cevaplandırıyor: “Peygamber göndermedikçe, Biz kimseye azap edici değiliz.” (el-İsrâ, 17:15); “Kendilerine öğüt veren ve Allah’ın azabından sakındıran peygamberler göndermedikçe, Biz bir belde halkını helak etmedik. Çünkü Biz haksızlık edici değiliz.” (eş-Şuarâ, 26:208-209) Ayrıca el-Kasas, 28:47 ve Tâhâ, 20:134 âyetlerinde de insanların sorumlu tutulmaları için peygamber gönderildiği bildiriliyor.
İlâhî adalet burada hemen kendisini gösteriyor. Bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorumluluk ve dolayısıyla ceza, ancak doğru bilgiden sonra sözkonusu oluyor.
Peki, insanların hak din hakkında ‘doğru bilgi’den mahrum oldukları, yani peygamberin davetinin ve mesajının insanlara doğru biçimde ulaşmadığı zamanlar var mıdır? Hangi zamanları bu tarif içinde görebiliriz?
Peygamberin getirdiği mesajın ulaşmadığı zamanlar ve ortamlar tarih içinde var olagelmiştir. Dinî ıstılahta bu dönem veya ortamlara ‘fetret,’ bu çeşit insanlara da ‘fetret ehli’ adı veriliyor. Bu tür insanlar ya bir peygamberin mesajını duymamışlardır veya peygamberle gelen ilâhî mesaj çarpıtılmış yahut unutulmuştur. Terim olarak ‘fetret’ Hz. İsa ile Hz. Muhammed (a.s.m.) arasında hiçbir peygamberin gelmediği dönem için kullanılmış olsa da, İslâm’dan sonraki dönemde de ‘bir derece fetret’ mevcut olabilmektedir. Nitekim, yaşadığımız çağın en büyük İslâm âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Hz. İsa’ya gelen hakiki vahiyden mahrum olduğu gibi, İslâm hakkında doğru bilgiye ulaşma imkânından da uzak olunan bir ortamı, ‘fetret ortamı’ olarak gördüğünü belirtmektedir. (bkz. Kastamonu Lâhikası, 2:1615.)
Fetret ehlinin sorumluluğu ve ahiretteki durumu ile alâkalı olarak, İslâm âlimleri arasında belli başlı iki önemli görüş vardır. Birinci ve ağırlıklı olan görüşe göre; fetret ehli, putperest ve ateist de olsa, dinî bakımdan mükellef değildir. Ahirette ise kurtuluşa erecek ve cennet ehli olacaktır. Çünkü, bu insanların peygamber davetinden haberleri olmamıştır. Gelen vahiyden haberleri olmadığı için de, akıllarını kullanarak dinî yükümlülüklerinin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. Çünkü, akıl tek başına iyi ile kötüyü ayırt edebilecek kapasitede değildir. Kur’ân’da, peygamber göndermedikçe insanların azaba uğratılmayacağı ve helâk edilmeyeceği belirtilmiştir.
İtikadî bir mezhep olan Eş’ariyye’nin çoğunluğu bu görüşü benimser. İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel ile birlikte, bir diğer itikadî mezhep olarak Mâtüridî mezhebine mensup Serahsî ve İbnü’l-Humam gibi âlimler de bu görüştedirler.
İkinci görüşe göre ise, fetret ehli Allah’ın varlık ve birliğine inanmakla; ayrıca, kendi aklıyla bilebildiği kadarıyla iyi işleri yapıp kötü işlerden kaçınmakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirenler kurtuluşa erecek, getirmeyenler ise cehennem ehli olacaklardır. Çünkü, ergenlik yaşına gelen bir insan kâinatın bir Yaratıcısının var olduğunu aklıyla bulabilir. Akıl, mükemmel anlamda olmasa da, Allah’ın varlığını ve birliğini bulma ve bilme kapasitesine, temel konularda da iyiyi kötüden ayırt etme gücüne sahiptir. Nitekim Kur’ân’da Hz. İbrahim’in aklını kullanarak Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştığı haber verilmiştir. (el-En’âm, 6:76-79) Yine aklın yardımıyla insanın cehennem azabından kurtulabileceği ifade edilmiş (el-Mülk, 67:10); pek çok âyette ise, kâfirlerin affedilmeyip cehennem azabına çarptırılacakları bildirilmiştir. (el-Bakara, 2:39 ve 2:162 gibi birçok âyet) Peygamberler ise ahiret âlemi, ibadetler, hukuk ve ahlâk kuralları gibi aklın bilemeyeceği konularda insanlara bilgi verirler.
Başta İmam-ı Âzam olmak üzere Ebû Mansur Mâtürîdî ile bu mezhebe bağlı olan âlimlerin çoğunluğu, ayrıca Fahreddin er-Râzî, Reşid Rıza gibi âlimler ağırlıklı olarak bu görüşü kabul ederler.
Zamanımıza gelince; esasen, ‘fetret dönemi’ şartları zamanımızda değişik tarzda devam ediyor. İslâm geldi, bâtıl din ve inançlar geçersiz oldu; ama hak dinden hiçbir biçimde haberdar olamayan, İslâm gibi bir hak dinin varlığını duymakla birlikte bazı tabiî engeller, fizikî imkânsızlıklar, güçlü psikolojik ve sosyal baskılar ve engeller sonucu hidayet nimetinden mahrum olan insanlar da az değildir bugün dünyada.
Buna göre, günümüz şartları içinde İslâm diye bir dinden hiç haberi olmayan insanları, Eş’ariyye mezhebi âlimleri, hiçbir şeyden sorumlu tutmazlar. Mâtüridî âlimleri ise, bu insanların normal zihinsel yeteneğe sahip olanlarının gözlemlerine dayanarak, akıllarını kullanarak, düşünce melekelerini çalıştırarak Allah’ın varlık ve birliği gerçeğine ulaşabileceklerini belirtirler. Yine genel hatlarıyla belli başlı kötülük ve iyilikleri birbirinden ayırt edebilirler. Bu husus hem hak dinlerin temel esaslarına, hem de insanın fizik ve psikolojik yapısına uygundur.
İslâm’dan hiç haberi olmayan insanlar hakkında Eş’arî ve Mâtüridî yaklaşım bu şekilde iken, İslâm’dan haberi olduğu halde onun hidayetinden yeteri kadar nasibi olmayanların durumu nasıl görülmektedir? Eski âlimlerden Câhiz ve İmam Gazalî, çağımız âlimlerinden ise Reşid Rıza’nın ele aldıkları üzere; bu sınıfa giren insanların durumu, İslâm’ın veya Peygamberimizin sadece adını duyup mevcut hükümler konusunda sağlam bir bilgiye ulaşamamak şeklindeyse, bu insanlar, Eş’ariyye mezhebinin görüşü istikametinde, fetret ehline dahildirler. Öte yandan, İmam Gazalî hak din olan İslâm konusunda yanlış bilgi ve telkinler sonucu yanlış bir kanaate varanları da aynı kategoriye tâbi tutmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî de bu konuya temas ederek şu açıklamayı getirir:
“Fetret zamanında ‘Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz’ sırrıyla fetret ehli kurtuluşa ermiştir. İttifakla, teferruattaki meselelerdeki hatalarından dolayı hesaba çekilmezler. İmam-ı Şâfiî ve İmam Eş’arî’ce, küfre de girseler, iman esaslarını kabul etmezlerse de, yine kurtuluş ehlidirler. Çünkü ilâhî teklif peygamberin gönderilmesi ile olur. Peygamberin gönderilmesi ile haberdar olunur, mükellefiyet de kararlaşır.” (orijinal ifade için bkz. Mektubat, 1:531)
Ayrıca İkinci Dünya Savaşında Avrupa’da ve Rusya’da öldürülen çoluk çocuğun ve halkın katliamından dolayı büyük bir acı duyan Bediüzzaman, onbeş yaşına kadar olanların—“Her çocuk fıtrat [İslâm] üzere doğar” hadisi mucibince—hangi dinden olursa olsun şehit hükmünde olduklarını ifade ettikten sonra, şu açıklamayı getirir:
“Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) hakiki dini hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir çeşit şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenâb-ı Erhamü’r-râhîmîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.” (Kastamonu Lâhikası, 2:1615)
Bu noktada belirtmemiz gerekiyor ki, insanların hak dine ulaşmada karşılaştıkları bütün engel ve engellemelere rağmen, Kur’ân âyetlerinde açıkça ifade edildiği üzere, her insanın hak dine karşı güçlü bir eğilimi vardır. İnsan, yapısı gereği, geçmişi de dikkate alarak, yaşadığı âlem ve gelişen olaylar sonucu düşünme durumundadır. “Bu âlem nedir, bu kâinat neden var, ben nereden geldim, nereye gideceğim?” gibi sorular her insanın aklına hayatının bir döneminde muhakkak gelen sorulardır. İnsan, bu soruların cevabını sorup soruşturmaya çalışmalıdır—velev bu arayış içinde doğru olmayan veya eksik cevaplara takılma durumunda olursa olsun. Bu araştırmadan müstağni kalıp da kibir, gurur, inat, zevkine düşkünlük ve tembellik gibi sebeplerden dolayı hak dinden ve hakikatten uzak bir hayatı tercih ederek iman ve faziletten mahrum bir ömür süren bir insan ise, âhirette ebedî saadete kavuşmayı da düşünmemelidir. Çünkü burada hiçbir çaba sarfetmeden sonuca katlanma durumu sözkonusu olmaktadır. Dünyevî çıkarı, menfaati, geçimi, geleceği ile alâkalı her türlü incelemeyi, araştırmayı, sormayı, soruşturmayı yaptığı halde, ruhunda mevcut olan inanma ihtiyacı, bir Yaratıcıyı bulma lüzumu üzerinde hiç durmayan, bu konuda emek harcamayan bir insan, bütün bütün sorumluluktan kurtulamayacaktır. Öte yandan, vahiysiz bir ortamın insanı, bu dünyanın ve bu dünyada varoluşunun amacını araştırsa bile, akıl hakikati tek başına bulmaya yeterli olmadığı için, yanlış cevaplara takılıp kalabilir; böyle bir insanın durumu, Hesap Günü elbette içinde bulunduğu şartlara göre değerlendirilecektir.
Ki, ilâhî adalet hem bu dünyada, hem de âhirette en küçük bir haksızlığa meydan vermeden tecelli etmektedir. Hesap Günü insanlar konumlarına, durumlarına, yaşadığı şartlara, zamana ve niyetlerine göre muameleye tâbi tutulacaklardır. Allah hiçbir kuluna zulmedecek değildir, hiçbir kulunun kaldıramayacağı bir yük ve mükellefiyet de vermemiştir.
Meallerini vereceğimiz şu âyetler meseleye açıklık getirmektedir:
“İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecusîler ve müşrikler arasında şüphesiz ki Allah Kıyamet gününde hükmünü verecek ve haklıyı haksızdan ayıracaktır.” (Hacc, 22:17)
“Kıyamet gününde Biz adalet terazisini kurduğumuzda hiç kimse en küçük bir şekilde haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bir amel de olsa onu mizana koyarız. Hesap görücü olarak Biz kâfiyiz.” (Enbiyâ, 21:47)
“Zulmetmiş olan herkes o gün yeryüzündeki herşey kendisinin de olsa kurtulmak için feda ederdi. Onlar azabı gördüklerinde için için pişmanlık duyarlar. Sonra, haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hükmedilir.” (Yunus, 10:54)
Ama insan duymak istemiyor, görmek istemiyor, kabul etmeye yanaşmak istemiyorsa, hiçbir şeye inanacak da değildir ve sorumluluğu kabul etmiş demektir. “Sen ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçan sağırlara da davetini duyuramazsın” (Neml, 27:80-81) buyuruyor Kur’ân.
Kabul edilmesi gerekir ki, artık dünya eskisi gibi değil bugün. İletişim, ulaşım, bilgi ve bilgisayar ağının zirveye dayandığı bir dönemi yaşıyoruz. Gerek ilim, gerekse sanat çevresinde meşhur insanların İslâm’ı seçmesi, özellikle Batıda okuma alışkanlığının ileri bir seviyeye ulaşmış olması, turizmin yaygınlaşması sonucu insanların imkânları ölçüsünde İslâm kültür ve medeniyeti ile yakından tanışmaları, İslâm âdet ve geleneklerini bizzat görmeleri, son olaylarda olduğu gibi İslâm’ın öne çıkması gibi durumlar artık belli bir oranda insanların gözünü açmalı ve hakikate doğru hızını artırmalıdır.
Ancak bütün bu gelişmelere ve değişimlere rağmen henüz birtakım engelleri aşamayıp hak dine, İslâm’a ve Kur’ân’a ulaşamayan bir kesim varsa—ki vardır—Eş’ariyye’nin belirtmiş olduğu görüşe göre, onların Allah katında sorumluluğu bulunmamaktadır. İlâhî muameleye tâbi tutulduğunda ise durumuna, konumuna, kendisine verilen akıl nimetini kullanma gücüne göre hüküm görecektir.
KAYNAK
"Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi 'Fetret' maddesi"
mehmet paksu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Hak dinden habersiz olanların (fetret ehlinin) dinî konumu
İslâm âlimleri fetret kavramını Ey ehl-i kitap! Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada hakkı açıklayan resûlümüz geldi. (el-Mâide 5/19) anlamındaki âyette yer alan alâ fetretin miner-rusül... ifadesinden hareketle tanımlamaya çalışmışlardır.
Buna göre fetret peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği ara dönem, bir peygamberin ölümü ile diğerinin gelmesi arasında geçen zaman, özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasında dinî hayatta durulma ve gevşeme devresi olan zaman olarak tanımlanmıştır. Fetret dönemi ise özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki peygambersiz geçen ara döneme alem olmuş, gerçekte herhangi iki peygamber arasında vahiy ve risaletin gönderilmesine ara verildiği, hak dinin temel mesajlarının silinmeye yüz tuttuğu dinî durgunluk ve zayıflık dönemleri demektir.
Terim mânasındaki bu fetretin mevcudiyeti âyet, hadis, tarihî ve sosyal realitelerle sabittir. Mutezile dahil bütün İslâm âlimleri de bu hususta ittifak etmişlerdir. Zira Hz. Âdemden beri yeryüzünün şu veya bu bölgesinde daima hak bir dinin mevcudiyetini koruması fetretin vukuuna engel teşkil etmemektedir. Çünkü söz konusu olan hak dinin yeryüzünden tamamen silinmiş olması değil, hak ve batılın birbirine karışması, hak dinin insana veya insanın ona sağlıklı ve doğru bir şekilde ulaşıp ulaşmamasıdır. Bu perspektiften düşünüldüğünde hangi sebepten olursa olsun Hz. Peygamberden önce ve sonra davetin ulaşmadığı veya çarpıtılmış olarak ulaştığı dönemlerin bulunması daima mümkündür.
Hz. Peygamberden sonra fetret mümkün mü?
Konuyla ilgili âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri fetret döneminin özelliklerini ve fetretin tahakkuk şartlarını ortaya koymuşlar, bu nitelikleri Hz. Peygamberden sonrasına kıyaslayarak Hz. Muhammedden sonra da şartlar oluştuğu takdirde fetret dönemlerinin olabileceğine hükmetmişlerdir. Bu özellik ve şartlar şunlardır:
1- Peygamber ve vahyin gönderilmesine ara verilmesi.
2- Bu kesintinin uzun bir zaman dilimini kapsaması veya iki hak din arasındaki zaman uzaklığı.
3- Dinî cehâlet ve gafletin yaygınlık kazanması.
4- İlahî dinin asıl ortaya çıkıp yayıldığı kültürel-coğrafî bölgeye olan uzaklık.
Meselenin en önemli yönlerinden birini de Hz. Muhammedden sonra fetretin mümkün olup olmadığı hususu oluşturmaktadır. Cüveynî, Eşârî, Ebû İshâk el-Isferâyinî gibi bir kısım âlimler, bütün ilâhî dinler gibi İslâmiyetin de fetrete uğrayabileceğini, bütün dinlerin/şeriatların fetrete uğramasının aklen mümkün olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Peygamberden sonra İslâm davetinin ulaşmadığı kimselerin bulunmadığını ileri sürmek sadece teorik değil, muhtelif psiko-sosyal engellerin mevcudiyetine binaen yaşanan hayat gerçekleriyle de uyuşmamaktadır. Nitekim iletişim çağı diye adlandırılan yüzyılımızda bile bazı toplulukların İslâmdan ya hiç haberdar olmadıkları veya çarpıtılmış olarak ya da çok yüzeysel şekilde haberdar oldukları bilinmektedir.
Çeşitli gerekçeler ileri sürülerek Hz. Peygamberden sonra fetret ehli veya bu konumda bulunan kimselerin varlığı göz ardı edilemez. Zira konu dünyanın herhangi bir yerinde hak dinin mevcut bulunup bulunmaması değil, hak dinin temel hakikatlerinin insanlara veya insanların ona sağlıklı olarak ulaşıp ulaşmamasıdır. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu fetretin ve ehlinin Hz. Muhammedin bisetinden önceki zamanlarda ismen ve fiilen, bisetten sonra ise en azından hükmen var olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak bu noktada İslâm âlimleri fetret ehli tabirini kullanmada hassasiyet göstermişler, Hz. Muhammed (sas)den sonra kendisine İslâm daveti ulaşmayanları ifade etmek için doğrudan fetret ehli terimini kullanmamışlar, bunun yerine kendilerine İslâmî davet ulaşmayanlar, sît-i nebi ve şâhik-i cebelde yaşayanlar gibi ifadeleri kullanmışlardır.
Fetret ehlinin mesuliyeti İslâm âlimleri tarafından fetret ehli ve bu hükümde bulunanların itikadî sorumluluklarına dair genel olarak dört görüş ileri sürülmüştür.
a) Hiç sorumlu olmadığını benimseyenler:
Evzâî, Süfyan es-Sevrî, İmam Mâlik, Dâvûd ez-Zâhirî, Şafiî, Eşarî, İbn Hazm, Subkî Beyzâvî ve Celâleddin es-Suyûtî gibi Eşarî ve Şafiî mezhebine mensup âlimlerin büyük çoğunluğu, Hanbelî ve Malikîlerin bir kısmı ile Buhâralı Mâturîdî bilginler bu görüşü kabul etmişlerdir.
Bu görüşte olanlara göre fetret ehli ile İslâm daveti dahil olmak üzere hiçbir peygamberin daveti kendilerine ulaşmayan, herhangi bir dinî inanca ve metafizik düşüncelere sahip olmadan tam bir gaflet içinde yaşayan kimseler, hiçbir dinî yükümlülüğe sahip değildirler. Böyleleri putperest, müşrik ve hatta ateist bile olsalar mazurdurlar, dinî bir sorumlulukları yoktur. Zira din gelmeden ve davet ulaşmadan önce insanların fiillerine Allahın herhangi bir hükmü taalluk etmez, hiçbir şekilde akla itibar edilerek dinî bir yükümlülükten bahsedilemez.
b) Âhirette imtihan edileceklerini benimseyenler:
Ahmed b. Hanbel, Beyhakî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kesîr gibi Selefiyye mensubu bilginlere göre fetret ehli ve bu hükümde bulunanlar, dünyada herhangi bir dinî sorumlulukları olmamakla beraber âhirette doğrudan cennet veya cehenneme gitmeyeceklerdir. Kıyamet gününde onlar, Allah tarafından cehenneme girmeleri şeklinde bir imtihana tabi tutulacak, Allahın emrine itaat ederek cehenneme girenlere cehennem soğuyarak güvenlikli bir yere dönüşecek, itaat etmeyenler ise cehenneme gönderilecektir.
c) Kıyamette sorgulandıktan sonra yok edileceklerini benimseyenler:
Bu görüşte olanların en önemli siması İmam Rabbânîdir. İmam Rabbânîye göre herhangi bir peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış fetret ehli müşrikler, dağ başlarında yaşayan putperestler ve müşriklerin çocukları sorumlu olmamakla birlikte ne cennete ne de cehenneme gireceklerdir. Zira bir kimse mükellef değilse onun için ebedîlik söz konusu değildir. Binaenaleyh bu konumda olanlar diriltilip bazı hususlarda sorgulandıktan sonra yok edileceklerdir.
d) Sorumlu olacaklarını benimseyenler:
Başta Ebû Hanîfe, İmam Mâturîdî olmak üzere bu mezhebe bağlı Semerkantlı bilginler, Mutezilenin çoğu, Kerramiyye, bir kısım Şia, Zeydiyye ve Havariç mensupları bu görüşü savunmuşlardır. Buna göre insanın sorumlu olmasının şartı sadece dinin mevcudiyeti değildir, din gelmeden önce de insan sırf aklıyla Allaha iman ve Ona şükretmek mecburiyetindir. Fetret ehli ve kendilerine davet ulaşmayan kimseler, peygamber gönderilmemesi veya dinî davet ulaşmaması gerekçe gösterilerek her türlü dinî-insanî sorumluluktan muaf tutulamaz.
İmam Mâturîdîye göre Allah insanları akıllarıyla kendi vahdaniyetini ve rubûbiyetini bilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Allahın varlık ve birliği konusunda insanların Allaha karşı ileri sürebilecekleri bir mazeretleri yoktur. Çünkü Allah, düşünüp tefekkür ettikleri takdirde her şeyde insanları Allahın varlığına, birliğine ve rubûbiyetine götürecek deliller yaratmıştır. Her ne kadar insanların Allaha karşı delil ileri sürme hakları yoksa da Allah onların mazeret beyan etmelerinin önüne geçmek için ayrıca peygamberler de göndermiştir. Böylelikle insanoğlu çeşitli fizyolojik ve psiko-sosyal özürlerle malul aklıyla baş başa bırakılmayıp resulleriyle onları desteklemiştir. Bu noktada ise aklın en temel görevi Allahı bilmektir. Allahı bilme zarûrî değil, istidlâlî bir bilgidir yani belli şartlara ve süreye ihtiyaç duyan bilgilerdendir.
Ne var ki bu görüşte olanların peygamberler gönderilmese de yetişkin insanın ve âkil çocukların Allahı bilip inanmak zorunda olduğu şeklindeki görüşleri mutlak mânada değil, belli bir tefekkür ve tecrübe müddetinden geçtikten sonra kişinin özrü yoktur tarzında kayıtlanmıştır. Buna göre durum şöyle olmaktadır: Böyleleri sadece aklın varlığından dolayı, muayyen bir tecrübe zamanı geçmeden Allaha imanla mükellef değildir. Zira akıl tek başına mûcip değildir. Aklın yanı sıra belli bir tecrübe zamanının geçmesi gereklidir. Kendilerine davet ulaşmayan kimseler bu tecrübe zamanı geçtikten sonra Allaha imanla mükelleftir. Hatta onlar bu tefekkür ve araştırma müddetini yaşayamadan iman veya inkardan hiçbirine kesin olarak inanamadan araştırma süreci içinde öldükleri takdirde cehennemlik olmayacaklardır.
Tecrübe zamanı yaşadıktan sonra akıllarıyla araştırıp iman ettikleri takdirde imanları sahih olur. Tecrübe zamanı bulunduğu, istidlal ve tefekkür imkânı mevcut olmasına rağmen küfre inanmada karar verdiklerinde ise cehennemlik olurlar. Ancak burada tecrübe zamanı her ferdin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyo-kültürel şartlarla belirlenmesi gerektiği göz ardı edilmemelidir.
Ahlâkî-amelî sorumluluğu
Fetret ehli ve bu hükümde olanların dinin ibadetler, muamelât ve cezalar gibi fürûa ait ahlâkî- amelî meselelerde herhangi bir sorumluluğun bulunmadığı noktasında genel olarak bir ittifak hasıl olmuştur. Meselâ Ebû Hanîfe davet ulaşmayanları âkil oldukları takdirde sadece Allaha imanla sorumlu tutarak, diğer dinî hükümlerden mesul olmayacaklarını belirtmiştir. Ona göre şirk diyarında veya Türk yurdunda bulunan bir kimse Kurân-ı Kerîmden ve dinî hükümlerden hiçbir şey bilmese bile Allahın varlık ve birliğine iman ettiği takdirde mümindir. İmam Mâturîdî ve Mâturîdîler, ibadetleri ve sair dinî hükümleri bilmenin yegâne yolunun peygamberlerin tebliği yani din olduğunu, hak dinin davetinin ulaşmadığı kimselerin akıllarıyla Allahın varlık ve birliğini bilmek mecburiyetinin dışında diğer bütün şerî hükümlerin din ile sabit olduğunu, dolayısıyla böylelerinin dinî amelî hususları bilmemekte mazeret sahibi olduklarını kabul etmişlerdir.
Eşarîlere göre de kendilerine hak din ulaşmayanların itikâdî sorumluluklarının bulunmamasına ilaveten onlar şerî hükümleri bilmemekten dolayı da mazurdurlar. Fetret ehli ve İslâm daveti ulaşmayan kimselerin dinin fürûuna yönelik herhangi bir dinî sorumluluğu bulunmadığı konusunda görüş birliğinde olan İslâm âlimlerinin bu görüşü, dine muhatap olmayan insanların muamelât, cezâî-ahlâkî ve insanî-sosyal hiçbir sorumluluğu olmadığı, böylelerinin âdetâ behîmî bir hayat yaşayabilecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira gerek tartışma konusu olan fetret ehli ve bu hükümde bulunanların inanç sorumlulukları gerekse tartışma konusu olmayan dinin fürûuna ilişkin yükümlülüklerinin bulunmayacağı hususları, dinin temel haklarından olan ulûhiyet (Allah) haklarına ilişkin konulardır. Binaenaleyh İslâm âlimleri fetret ehlinin hükmünü itikat ve amelî konuları içeren ulûhiyet hakları çerçevesinde ele almışlar; mîras, nikâh gibi muamelât, hırsızlık ve cinayet gibi cezâî insan haklarına yönelik sorumluluklarının bulunduğunu belirtmişlerdir. Yoksa hiçbirisi insanoğlunun dinle muhatap olmadığı zaman her türlü kayıttan uzak bir hayat yaşayabileceklerini ileri sürmemişlerdir. Hangi dinden olursa olsun Müslüman olmayan kişilerin çocukları da fetret ehli hükmünde sayılmış, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun kabulüne göre mükellef olmadıkları için cennetlik kabul edilmişlerdir.
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki kendisine özgü şartlarına göre geçmişi ve Hz. Muhammedden (sas) sonrası zamanları kapsayan boyutuyla fetret dönemi ve fetret ehli kavramı, hak dinin temel hakikatlerinden tamamen veya kısmen habersiz ya da çarpıtılmış ve şartlandırılmış şekilde haberdar olan yetişkin ve çocuk Müslüman olmayan tüm insanlar için umumî bir rahmet ve ümit kapısı konumundadır. Bu yönüyle fetret dönemi ve şartları, Hz. Ademden Son Elçiye (sas) dek devam eden rahmet dini İslâmın umumî rahmet oluşunun bir başka tezahürüdür.
Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Akçay (Sakarya Ünv. Öğr. Üyesi),
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
An Outlook to Men of Turmoil Through the Window of Evangelism
Mustafa ÖZCAN
Aslında ve şüphesiz birbirimize bakışımızın aynasıyızdır. Dinlerde kurtuluş meselesi
de böyledir. Sözgelimi, Yahudilik başkalarına kapalı; ferd-i ferid ve ferd-i yekta
bir inanç olarak kabul edilir. Kendisinden başka kimseyi kapsamaz. Veya esasen ne
derece öyledir? Yahudiler arasında bu çeşit olanlar ve ahireti kendilerine hasr
ve tahsis edenler olduğu gibi başkalarına da kurtuluş kapısının açık olduğuna inananlar
da eksik değildir. Kur'an-ı Kerim münhasırcılara anladıkları dilde şöyle hitap eder:
"Cennet başkaları olmaksızın size tahsis edildiyse o halde niye duruyorsunuz, ölümü
temenni etsenize?" Yahudilerde de kendileri dışında bir kurtuluşa ve saadete erenler
bahçesi olduğu kabul edenler bulunur. Fuzuli'nin Hadikatü's-Sueda ismindeki gibi
orada da kimi ağyar için (goyimler) saadete ermişler bahçesi vardır. Bu bahçe sadece
Yahudilere tahsis edilmiş de değildir. Bununla birlikte, her devrin doğru bir mesajı
vardır. Önceki mesajların doğruluğunun bekası saplantısından dolayı yeni mesajın
doğruluğunu göremeyenlerin ve taassup ehlinin hali nice olacaktır? Din birdir, mesajlar
ise konjonktürel enstrümantallerdir. Peygamberler ise bunların alemdar ve sahipleridirler.
Bununla birlikte mesajlar, salahiyetleri sınırlı ve miatları muayyen olan konjonktürel
doğrulardır. Bu münasebetle konjonktürel doğrular aynı zamanda zaman aşımıyla birlikte
konjonktürel yanlışlar haline gelirler. İlahi sistem öyle kurulmuştur. Bu eski mesajlar
zaman aşımıyla anakronik haline gelirler. Bir nevi fosil mesajlar halini alırlar.
Yahudilik ve Hıristiyanlık böyledir. Onların sahih manaları ancak yeni mesaj içinde
yaşayabilir.
Yahudilik'te ve Hıristiyanlık'ta da başkalarının kurtuluşuna açık pencereler
vardır. Yahudiler makam-ı mualllayı kendilerine tahsis etseler bile yine de Nuhilere
ve Nuh'un sema ile bağlantısını kesmemiş diğer oğullarına da açık bir kurtuluş kapısı
vardır. Hıristiyanlık'ta da bu tarz yaklaşımlar olduğunu görüyoruz. Özellikle Hıristiyanlık'taki
kurtuluş anlayışının İslamiyet'e çok yakın olduğunu da bilvesile idrak etmiş olmaktayız.
Hıristiyanlık'ın kurtuluş anlayışında İslam'a göre bir hususiyet var. O da, Hıristiyanlık'ın
Allah merkezli olmaktan ziyade İsa ve Mesih merkezli olmasındandır. Bundan dolayı
kurtuluş Kilise'de veya İsa'dadır. Kilise, Katoliklere göre, şahs-ı manevidir ve
İsa makamına kaimdir. Bu kurtuluş sahasının daralması ve genişlemesi de yine İsa'nın
rahmet tecellisinin daralması ve genişlemesine bağlıdır. Kimilerine göre, Hz. İsa
kendisini insanlık için feda ettiği için kurtuluş umumidir ve diğer insanlar da
bu vesile ile kurtuluşa ermişlerdir. Kimisi ise kurtuluşu daha has dairede anlamakta
ve ebedi saadete nail olabilmek için Hz. İsa'yı tanımanın şart olduğunu düşünmektedir.
Mesih'in halaskarlığını tanımadan kurtuluşa ermek bu anlayışa göre eşyanın tabiatına
aykırıdır. Yeni Ahit yazarlarına göre, İsa insanlığın yegane kurtarıcısıydı. Böylece
Yeni Ahit, Hz. İsa'da Allah'ın fidye eyleminin hususiyetini tasdiklemiş oluyordu.
İlk Hıristiyanlık geleneği, kendisini bu Yeni Ahit'e temellendirmek suretiyle bu
hususiliği (particularity) doğrulamış oluyordu. Her ne kadar ilk Hıristiyanların
Allah'ın vahyinin İsa'dan öteye gittiğine inanmalarına, Allah'ın kendisini çeşitli
şekillerde, sözgelimi tabii yaratılış düzeni, insan şuuru ve medeniyetler sayesinde
bildirmesine rağmen, Allah hakkında bu genel bilgi onun evrensel hidayeti kastettiği
anlamını gerektirmez. John Calvin, Allah-insan ilişkisi konusunda önemli bir ayrım
yapmaktadır. Onun teolojisine göre Allah bilgisi çeşitli şekillerde insanda mevcuttur.
Ancak 'bir yaratıcı olarak Allah bilgisiyle', 'kurtarıcı olarak Allah bilgisi' birbirinden
farklı kavramlardır. Zira ilki, evrensel olarak mevcut olup, tabiat yoluyla aracılık
ederken; sonraki sadece ve farklı bir şekilde Hıristiyan Allah bilgisini teşkil
eder ve kutsal metinde açıklandığı şekliyle yalnızca İsa sayesinde bilinir. Böylece
Calvin'e göre hem Müslümanların hem de Hıristiyanların yaratıcı olarak bir Allah
bilgisine sahip olmalarında bir problem yoktur. Ancak sadece Yaratıcı olmaktan ziyade,
günahları affedici (redeemer/gafure'r-rahim) olarak onu bilmek Hıristiyanlara ait
bir ayrıcalık ve imtiyazdır. Calvin, Hıristiyanlık'ın dışında da Allah'ın bilinebileceğini
kabul ederken, daha sonra gelen Karl Barth, İsa dışında Allah bilgisinin ne mevcut
olduğunu ne de mümkün olduğunu tasavvur etmiştir. Böylece Hıristiyan geleneğinde
İsa-merkezcilikten (Christocentric) İsa-monistliğe (christomonist) bir geçiş olmuştur.
Kilise içindeki dışlayıcılığın en önemli temsilcilerinden kabul edilen Alister E.
McGrath bu konuyla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar :
1- Hıristiyan geleneği muayyen bir Allah tasavvuruna tanıklık eder. Özel ve hususidir.
O diğer dinlerde bulunan farklı uluhiyet kavramları içerisine dahil edilemez. Hıristiyanlık'ın
dışındaki dinlerde Allah hakkında bazı şeylerin bilinmesinin kabul edilmesi demek
ne onların Allah anlayışlarının tüm yönleriyle Hıristiyanlık'taki Allah anlayışına
uygun olduğu anlamına gelir, ne de Hıristiyanlık'ın Allah anlayışının bütün yönlerinin
diğer dinlerde bulunması anlamına gelir. Bu anlayış Batı'da refleks olarak vardır
ve bundan dolayı bazı Batılılar Müslümanlara hitaben 'Sizin Allah'ınız ayrı, bizimki
ayrı' diyebilmektedirler. Gerçekten de teslis dolayısıyla Allah'a atfedilen sıfatlar
aynı değildir.
2- Hıristiyan inancında, Allah'a ilişkin gerçek ve marifet bilgisi kendi içerisinde
kurtarıcı kabul edilemez. Allah bilgisi başka bir şey, kurtuluş başka bir şeydir.
Hıristiyanlık dışı dinlerde Allah hakkında bazı şeyler bilinebilir demek, onlar
sayesinde kurtuluşun mevcut olduğu anlamına gelmez.
3- Bundan da ötesi, kurtuluş fikri bir dinden diğer dine önemli derecede farklılık
arz eder. Örneğin Batı Afrika'nın ilkel dinlerinde, onların kurtuluş fikriyle ilintili
olarak çoğunlukla fark edilebilir bir aşkın unsur yoktur. Eğer Çin ve Hindistan
dinlerine ilişkin bir kurtuluştan bahsediliyorsa bu, o dinlerden yapılan İngilizce
tercüme hatasıdır. Zira İngilizce salvation (kurtuluş/necat) terimi Sanskrist ve
Çince terimlerden tercüme edildiğinde Hıristiyan kavramından oldukça farklı bir
anlam taşımaktadır. Aslında var olmayan bir gerçek, tercüme hatalarıyla sanki diğer
dinlerde varmış gibi bir ortak nokta arama yoluna neden olmaktadır. McGrath konunun
daha iyi anlaşılması için Hıristiyanlık'ın Allah tasavvurunun doğru anlaşılması
gerektiğini ileri sürer. O dinler arası diyalog bağlamında Hick'in ortaya attığı
Kopernik Teorisini eleştirerek dinler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya
çalışmanın, inançları değiştirmeye çalışmak demek olduğunu ileri sürmektedir. Onun
burada belki şu hususa dikkat çekmesi önemlidir: Böyle bir durum ya da anlayış,
farazi olarak bir akademik seminer odasında mümkün olabilir, ancak gerçek dünyada
biz bu ayrılıkları yumuşatmaktan ya da yok etmeye çalışmaktan ziyade, dinlerin tanımlayıcı
ve ayırıcı özellikleri arasında tezatlarla, zıtlıklarla yaşamayı öğrenmemiz gerekir.
Ona göre, "Dinler çoğulcu ideologlar tarafından şekillendirilebilecek cam macunu
değillerdir, aksine onlar saygı ve onur gerektiren hayat gerçekleridir..." McGrath'a
göre, dini çoğulcuların ileri sürdüğü gibi, bütün dinlerin aşağı yukarı aynı Allah'tan
bahsediyor oldukları fikri, bazı temel Hıristiyan fikirlerine, örneğin Enkarnasyon
ve Teslis inancına ters düşer. Ona göre hem Enkarnasyon hem de Teslis inancı, Hıristiyanların
Tanrısının hususiliğini, ayrıcalığını ve nihai olarak biricikliğini (uniqueness)
ortaya koyar. Onun için bu nokta son derece önemlidir. O yüzden de özellikle de
çoğulculardan Hick'in ileri sürdüğü Kopernik Teorisine şiddetle karşı çıkarak böyle
bir düşüncenin Hıristiyan düşüncesine ihanet olduğunu savunur. McGrath diğer dinlerde
de kendi bağlamlarında bir kurtuluş anlayışının olduğunu kabul etmektedir. Ancak
Hıristiyanlık'ın sunduğu kurtarıcılık fikri, çok özel ve hususidir. Bunun da nedeni
kurtuluşun yegane olarak, Hz. İsa'nın hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi üzerine
temellendirilmiş olmasıdır. O diğer dinlerin de hidayet sunacağını, ancak Hıristiyanlık'ın
kurtarıcılık fikriyle diğer dinlerin sunduğu kurtarıcılık arasında bir farkın olduğunu,
bu farkın da 'onların sundukları kurtuluşun evrensel değil, hususi olduğunu' ifade
etmektedir... (İslam ve Öteki, Kaknüs yayınları, s. 37-40)
İslam'da başkalarını kapsayan bir alan; fetret ehli alanı olduğu gibi Hıristiyanlık
nokta-i nazarından da böyle bir alanın olduğu anlaşılmaktadır. Bizde Risale-i Muhammediye'yi
tam ve kamilen tanımadan bu dünyadan göçen kişi için bir kurtuluş kapısı ve ümidi
vardır. Elbette İslam mesajını duyduğu halde hakikatini kavrama noktasında gerekli
çabayı göstermediyse bundan mesul olma ihtimali elbette vardır. Hıristiyanlık'ta
da Mesih'i duymamış veya gerçeği gibi kavrayamamış fetret ehli için de böyle bir
kurtuluş kapısı olduğunu öğreniyoruz. Zaman gazetesinden Abdulhamid Bilici'nin Protestan
Papaz Ellis Weber ile görüşmesi bize böyle bir ufuk açıyor. Bu ilginç görüşmeyi
onun satırlarından takip edelim: "'İncil Kuşağı' (Bible Belt) diye bilinen ve Amerikan
muhafazakârlığının sembol eyaletlerinden Oklahoma'ya gitmişken, haklarında bu kadar
çok yazılıp çizilen insanlarla görüşmemek olmazdı. Bu yüzden Citychurch'ten Pastör
Ellis Weber'in talebimizi kabul etmesi sevindiriciydi. Bir çiftçi ailenin oğlu olan
Pastör Ellis, genç yaşta dine yönelmiş. Otuz dört yıldır da kiliseyle içli dışlı.
Evanjelik hareketin en hararetli gruplarından Güney Baptist Kilisesi'nin çizgisinden
zamanla uzaklaşmış. Hâlâ evanjelik; ama daha mutedil bir çizgisi olan ve örgütlü
grupların dışındaki bir kiliseye geçmiş. İslam'a düşmanca bakmadığını ve doktrin
farkına rağmen diyalogun şart olduğunu söylüyor. Sadece son bir yıldır kilisesinden
maaş alan Ellis, normalde fitness ve karate hocalığı yaparak geçiniyor. Üç çocuk
babası Ellis'e, kafamıza takılan her şeyi sorduk, o da serinkanlılıkla hepsini cevapladı.
Önce 'evanjelik' kavramını tanımlamasını istiyoruz. Şu açıklamayı yapıyor: Biz,
insanın günahkâr doğduğuna ve İsa'dan başka kurtuluş yolu olmadığına inanırız. Evanjelikler,
Hz. İsa'yı kabul etmedikçe iyiliklerin insanı kurtarmaya yetmeyeceğini, ancak İsa'yı
hiç duymayanların kötü akıbetten kurtulabileceğini düşünür. Ellis, bu anlayışı tek
kurtuluş yolu olarak gördükleri için 'fundamentalist' olarak nitelendirildiklerini,
ama bu tanımlanmadan memnun olduklarını söylüyor: Kilise olarak muhafazakar fundamentalistiz.
Evanjelikler, İsa'nın mesih olduğuna inanır. O, Tanrı'nın oğludur. Ayrıca dünyanın
misyonerleştirilmesine, yani her yerde misyonerlik yapılmasına önem verir. Bu öncelikli
hedeftir. Bu açıdan evanjelizm, güçlü dindarlık ve dini yayma çabası olarak görülebilir.
Evanjelik hareket içinde Bush'un mensubu olduğu Methodist veya Baptist gibi örgütlü
gruplar ve bunlardan kopmuş küçük kiliseler yer alıyor. Ellis'in kilisesi, Oklahoma'da
çoğunluğu oluşturan Güney Baptistler'den (Southern Baptists) 1960'larda kopmuş.
Her kilisenin kendi örgütsel yapısı olduğunu söyleyen Ellis, "Bu yapı ile tatmin
olmazsanız, başka bir örgütlenme kurarsınız. Bizim kilise, Baptistlere kıyasla çok-kültürlü,
çok renkli ve çok ırklı bir yapıda. Amerika'da 900 binden fazla kilise var. Bunların
yüzde 90'ı kan kaybediyor. Sadece yüzde 10'unda canlanma var." diyor. Peki bir Katolik
ile evanjelik Hıristiyan arasındaki fark nedir? İşte Ellis'in bu soruya cevabı:
"Katoliklikte bir hiyerarşi var. Sıradan bir Katolik fazla bir şey bilmez. Dinin
özünü anlamaz. Şayet din adamı değilse, genelde cahildir. Biz bir aracıya ihtiyaç
duyduğumuza inanmıyoruz. Katolikler ise Papa'yı Tanrı gibi görür. Bize göre ise
tek aracı İsa'dır." Evanjeliklerin Amerikan Hıristiyanlık'ı içindeki oranı hakkında
ise Ellis, 'yüzde 35-50' diyor. (18.01.2006 'Savaş odası'nda evanjelik sohbet)
Yahudilere bakış: Evanjeliklerin, Yahudilere ve İsrail'e bakışı da çok tartışılan
konulardan biri. Ellis bu karışık meseleyi şöyle açıklıyor: "Biz kilise olarak Yahudilerin
günümüzde de 'seçilmiş millet' olduğuna inanmıyoruz. Anti-semitist değiliz, ama
anti-Arap da değiliz. Yahudiler, İsa'nın penceresi olma şansını kaybetti. Ama Evanjelikler
içinde büyük çoğunluk bizim gibi değil. Onlar, tarihin hâlâ bir İsrail beklediğine,
Yahudilerin bugün de 'seçilmiş millet' olduğuna inanır. Onlara göre tarihte ne olacağı,
İsrail'de ne olacağına bağlıdır. Evanjeliklerin çoğu İsrail'in bir katalizör, hızlandırıcı
olacağına inanıyor. Mesela 'İsrail'e iyi davranırsak, Tanrı'nın lutfuna mazhar oluruz'
gibi. Bush da bu çizgideki Evanjelistlerden. Baptist iken ben de böyle düşünüyordum.
Evanjeliklerin yüzde 95'i bu inançta. Bu konuda kilisemiz bir istisna. Biraz da
bu yüzden popüler değiliz. Amerikalıların tarihi okuma ve anlama çabaları yok. Birçoğuna
göre Filistin'in sahibi İsrail. Ama bu doğru değil. Gerçek Hıristiyanlık, ırklarla
değil, 'cennet krallığı' ile ilgilidir."
Haçlı seferi: Peki Evanjelikler, başta Irak Savaşı olmak üzere Bush'un politikalarına
nasıl bakıyor? Ellis şöyle diyor: "Bush inançlarını açıklamaktan çekinmiyor. O da
bir Evanjelik ve inançlarımızı desteklediğini biliyoruz. Ama onun her politikasına
katılmıyoruz. Mesela, son dönemde Irak Savaşı'nı sorgulamaya başladım. Bize göre
Yahudiler ve Araplar, İsa yeniden gelene kadar savaşacak. Her savaşı durdurmak ABD'nin
görevi değil." Koyu bir Hıristiyan olarak, Bush'un teröre karşı savaşı tanımlarken
yaptığı 'haçlı seferi' benzetmesine nasıl baktığını soruyoruz. Şöyle cevap veriyor:
"Bir yere kadar böyle görülebilir. Ama biz savaşı kaybediyoruz. Bu da 'hata yapıyoruz'
demektir. Haçlı Seferleri de aslında kutsal olmayan savaşlardı. Gerçekte Tanrı onları
onurlandırmadı. Birçok insan Papa adına öldürüldü."
Neo-conlar: Birçokları Evanjeliklerle neo-conları birbirine yakın sanır. Ancak
Ellis'in neo-conlara bakışı, arada uçurum olduğunu gösteriyor: "Onlar en sağda yer
alıyor. Başkaları üzerinde egemenlik kurma hakları olduğuna inanıyor ve herkese
üstten bakıyorlar. Kendilerini en doğru, en haklı görüyorlar. Diktatörce eğilimleri
var. Muhafazakar sağın da ötesinde sağ bir mantaliteleri var. Bu akım sürekli vardı.
Evanjeliklerin başkalarına merhamet hissi vardır, halbuki neo-conlar tiran tiplidir."
(19.01.2006 'Savaş odası'nda evanjelik sohbet)
Onlar açısından fetret mefhumu, Ellis'in evanjelik tanımı içinde saklı bulunuyor.
Ona göre, Evanjelikler, Hz. İsa'yı kabul etmedikçe iyiliklerin insanı kurtarmaya
yetmeyeceğini, ancak İsa'yı hiç duymayanların kötü akıbetten kurtulabileceğini düşünür.
Demek ki, fetret çerçevesi içinde karşılıklı bir kurtuluş alanı var. İsa'yı tanımamak
veya Muhammed'in (s.a.v.) mesajını tanımamanın mahiyeti de elbetteki tartışmalı.
Elbette insanlar bu dünyadaki hayatlarından dolayı hesap verecekler ve dünyada bulunmaları
da imtihan gereği. Gelen ve giden mesajları tanımak da bunun içinde. Bununla birlikte
yine de hesap insanın takatı ve istitaatı nisbetinde olacaktır. Dolayısıyla hakiki
tanımanın önünde engeller varsa hesaptan bunlar çıkartılacak ve insan gerçek cirmi
kadar hesaptan geçecek ve gerçek cürmü kadar da hesap verecektir. Allahu a'lam...
Öz
Dinlerde kurtuluş meselesi aynı zamanda dinlerin birbirlerine bakışını da yansıtır.
Yahudilik başkalarına kapalıdır; ancak Yahudiler arasında da başkalarına da kurtuluş
kapısının açık olduğuna inananlar vardır. Hıristiyanlık'ta da başkalarının kurtuluşuna
açık pencereler vardır.
Dinler açısından her devrin doğru bir mesajı vardır. Önceki mesajların doğruluğunun
bekası saplantısından dolayı yeni mesajın doğruluğunu göremeyenlerin ve taassup
ehlinin hali nice olacaktır? Din birdir, mesajlar ise konjonktürel enstrümantallerdir.
Peygamberler ise bunların alemdar ve sahipleridirler. Bununla birlikte mesajlar,
salahiyetleri sınırlı ve miatları muayyen olan konjonktürel doğrulardır. Bu münasebetle
konjonktürel doğrular aynı zamanda zaman aşımıyla birlikte konjonktürel yanlışlar
haline gelirler. Yahudilik ve Hıristiyanlık böyledir. Onların sahih manaları ancak
yeni mesaj içinde yaşayabilir.
Bu makalede, fetret kavramı çerçevesinde dinlerdeki kurtuluş fikri incelenmekte
ve evanjelizm penceresinden fetret ehli ele alınmaktadır.
The issue of salvation in each religion reflects also their perception of other
religions. Judaism is close to others; but some of the Jews believe that salvation
is also possible for the members of other religions. There are also some gates for
the salvation of others in Christianity.
According to the religions, each period has a true message. What will happen
for those people who can not recognize the truth of the new message due to their
obsession of the truth claim of former message and for those who are fanatics? The
religion is the one and same religion, but the messages are temporary instrumentals.
And the prophets are the standard-bearers and owners of those messages. Nevertheless,
the truth claim of the messages is dependent on the conjuncture, and their authority
is limited and their life is determined. In this respect, the temporary truths became
temporary mistakes after a certain time. The Judaism and Christianity fit into this
framework very well. The true meanings of them can only endure in the new message.
This article considers the idea of salvation in religions in the framework of
turmoil and discusses the people of turmoil from the point of view of evangelism.
Key Words: Evangelism, turmoil, people of turmoil, salvation,
Judaism, Christianity, Calvin, neo-cons
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
fetret ehli denilen bu insanlar neden sorumlu olacaklar...
bu sorunun üzerinde düşünmek benim için ufuk açıcı oldu...
sizlere de tavsiye ederim...
bu konuda yazılanları okuyup beraberce bir ortak nokta bulunabilir mi...
insanlık olarak hesap vereceğimiz en temel meselenin fetret ehli ile aynı mesele olduğunu düşünüyorum...
yani sahip olduğumuz fıtratın hesabını vereceğiz...
fıtrat her insanın eşit olarak sahip olduğu en temel özellik...
tabii hukuk tabii ahlak evrensel hukuk evrensel insani değerler dediğimiz şey bizim fıtratımız...
insanların üzerine yaratıldığı fıtrat...
esas din bu...
bu en temel meselemiz...
hayatımızın her anı bu esas din dediğimiz fıtrat dinine yani insanlığa uygun mu değil mi bunu hesabı sorulacak...
bu konuda hiç bir insan diğerinden daha şanslı yada şanssız değil...
kimseye sahip olmadığı bir şeyin hesabı sorulmaz....
her nefse gücü nisbetinde yük yüklenir...
hepimiz birer insan olarak yaptıklarımızın insanlığa yakışıp yakışmadığının hesabını vereceğiz...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Katılma Tarihi: 14 ocak 2009 Yer: Turkiye Gönderilenler: 2
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Bunun aksini düşünmek Allah ın ADİL sıfatını reddetmek olurdu. Kimin nasıl nerede ne şekilde yaratıldığının bir önemi yok yaradılan herkese bu fırsat mutlaka tanınıyor ki Allah ulşmayana hesap sorulmayacak diye tartışma zemini bile yaratmamıza izin vermiyor:)) Şöyle ki okuyupda gönlüme huzur vermeyen yada içimi sıkaN ŞEYLERİN yanlış çeviri olduğunu görüyorum. Dolayısıyla yeterki insan önce kendine dürüst olabilmeyi öğrensin nasıl veya ne şekilde olduğu bence nemli değil nasıl olsa sonu zaten başı olan İSLAM olacaktır
Katılma Tarihi: 30 nisan 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1235
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Selam asım
Aynı soruyu firevunda musaya sormuştu.
Bizden evvelkilerin durumu nicedir diye.Musanın cevabı O Allah katında saklıdır olmuştu.Demekki vahiylem muhatap olmayan insanların durumu hakkındaki bilgi Allah katında.Ne olcağını nasıl olcağını o biliyoır bizim konuşmamız soru sormamız nafile
__________________ O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır
bizden evvelkilerin bizim zamanımızdakilerin ve bizden sonrakilerin ve hatta bizim durumumuz ne olacak....
cevabı allah katındadır...
yani allah bilir...
eyvallah musa doğru söylemiş...
lakin bizim derdimiz o değildi...
yani anlamaya çalıştığım mesele bütün insanların yani insanlığın ortak sorumluluk alanı...
vahyden haberi olsun olamasın tüm insanlık ne ile sorumlu...
demişler ki...
kitabdan vahyden peygamberden hiç haberi olmayanlar hiç bir şeyden mesul değiller...
ne imandan ne yaptıklarından...
onlar ehli necattırlar...
yani cennetlik...
iyide ...
o zaman öyle insanlara sakın haber vermeyelim...
hazır direk cennete gidecek adamlara ne diye islamdan peygamberden doğru yoldan filan bahsedelim...
peygamberi duyanlar sadece hesaba çekilip cennete ve ya cehhenneme gidecek...
bu işte bir yanlışlık olmalı...
kimisi demiş...
sadece iman ile sorumlu...
iman etti mi ondan sonra ne halt yerse yesin mazurdur cennetliktir...
bazıları da derler ki...
imanla ve insani davranışları yapmakla sorumlu...
insanın fıtratında bulunan doğru ve yanlışı ayırdedebilme özelliğinden dolayı marufu yapmak ve münkerden kaçınmakla sorumlu...
geriye ne kaldı zaten...
din bu değil mi...
iman edip dürüst yaşamak...
insanlar hüsrandadır...
ancak iman edenler ve doğru dürüst insanca ameli salih edenler haric...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Kur'an'da A'raf (sağduyu sahipleri) adında bir sure var. Adeta adına nispetle
172. ayetinde de şöyle bir ayet var; Harfi harfine çeviriyle "Hani Rabbin
ademoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine
şahit tutmuş ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da
"Evet, şahit olduk" demişlerdi. İşte bu kıyamet günü "Bizim bundan
haberimiz yoktu" dememeniz içindir."
Daha serbest çeviriyle; "Senin Rabbin Adem'in çocuklarını birbirinden
doğup gelen kuşaklar halinde yarattı. Her doğanın fıtratına vicdan ve sağduyusunu
yerleştirdi, ardından onları dile getirip sordu; "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" Dediler; "Evet, şahitlik ederiz!" İşte
bu kıyamet gününde, "Biz bundan habersizdik" demeyesiniz diyedir."
Öyle görünüyor ki ayet Kur'an'ın "varlığın diliyle konuşma"
uslubunun tipik örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi ayette "ruhlar
alemi" diye bir tabir geçmiyor. Allah burada insanoğlunun yaratılıştan
gelen Türkçe'de "fıtrat, vicdan ve sağduyu" dediğimiz melekelerini
temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını
-yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla
sanki insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel
imkanlarının neler olduğunu göstermek istiyor. Ki insan yarın kıyamet gününde
"Bundan haberim yoktu, bilmiyordum"demesin.
ihsan eliaçık
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma