Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur’an’ın anlaşılması ve tarihselci yaklaşım
Kur’an
hükümlerinin zaman ve mekan bakımından evrenselliğine inanarak, ancak,
her dönemde insanların idraklerine sunmak bakımından bir gelenek
halinde gelişmekte olan yorumlama çabalarının olması gerektiğini de
düşünerek, tarihsellik ile ilgili tartışmaları ele alıyoruz.
Kur’an-ı
Kerim, Allah tarafından Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’e
vahiy yoluyla indirilmiş ilahî bir kitaptır. İslam geleneğinde her ne
kadar Kur’an-ı Kerim’in mahluk olup olmadığı tartışması yapılmış olsa
da, vahyin keyfiyeti konusunda büyük tartışmalar yaşanmamış, vahyin
mana ve lafız açısından ilahîliği konusunda önemli ihtilaflar sözkonusu
olmamıştır. Yine aynı şekilde Müslümanlar hiç bir dönemde Kur’an-ı
Kerim’in metninin otantikliği konusunda en küçük bir tereddüt
yaşamamışlardır. Kur’an-ı Kerim, kelimesi kelimesine Allah kelamıdır ve
en ufak bir değişime uğramadan günümüze kadar tevatür, yani yalan
olarak söylenmiş bir söz üzerine birleşmeleri mümkün olmayan her zaman
güvenilen kimselerin rivayeti yoluyla gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim Müslümanların her konudaki temel kaynağı ve yol göstericisidir. Kur’an-ı Kerim, bizzat Allah tarafından: “Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” [
إِنَّ هَذَا الْقُرْآ 06;َ يِهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشّ 16;رُ الْمُؤْم 16;نِينَ الَّذِين 14; يَعْمَلُ 08;نَ الصَّالِ 81;َاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا '), CAPTION, 'Sure: İsrâ Sûresi Ayet: 9');" onmouseout="return overlib.nd();">17:9] şeklinde tanımlanmıştır. “...İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu...” [
قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادةً قُلِ اللّهِ شَهِيدٌ بِيْنِي وَبَيْنَ 03;ُمْ وَأُوحِي 14; إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآ 06;ُ لأُنذِرَ 03;ُم بِهِ وَمَن بَلَغَ أَئِنَّك 15;مْ لَتَشْهَ 83;ُونَ أَنَّ مَعَ اللّهِ آلِهَةً أُخْرَى قُل لاَّ أَشْهَدُ قُلْ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنَّن 16;ي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُ 08;نَ '), CAPTION, 'Sure: En´am Sûresi Ayet: 19');" onmouseout="return overlib.nd();">6:19]
ayeti kerimesinde de belirtildiği üzere, Allah Resûlü’nün tüm insanları
uyarması için indirilen Kur’an aynı zamanda insanları karanlıktan
aydınlığa götüren bir kılavuzdur da. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifade
edilir: “Elif Lâm Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları
karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve övgüye lâyık, göklerdeki
ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah’ın yoluna çıkarman için
sana indirdiğimiz bir kitaptır.” [
الَر كِتَابٌ أَنزَلْن 14;اهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِ 80;َ النَّاسَ مِنَ الظُّلُم 14;اتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِم 18; إِلَى صِرَاطِ الْعَزِي 86;ِ الْحَمِي 83;ِ '), CAPTION, 'Sure: İbrahim Sûresi Ayet: 1');" onmouseout="return overlib.nd();">14:1][
اللّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَا 08;َاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَوَيْلٌ لِّلْكَا 01;ِرِينَ مِنْ عَذَابٍ شَدِيدٍ '), CAPTION, 'Sure: İbrahim Sûresi Ayet: 2');" onmouseout="return overlib.nd();">14:2] Yine, Kur’an’ın muhkemliği ve anlaşılabilirliği şöyle vurgulanmıştır: “Elif
Lâm Râ. Bu Kur’an; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her
şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz,
sağlam ve açık) kılınmış bir kitaptır.” [
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَ 78;ْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَت 18; مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ '), CAPTION, 'Sure: Hûd Sûresi Ayet: 1');" onmouseout="return overlib.nd();">11:1]
Müslümanlar, vahyin indirilip insanlara tebliğ
edilmesinden itibaren Kur’an’a özel bir önem vermiş ve anlaşılması için
olağanüstü bir gayret göstermişlerdir. Sahabe ve sonrasındaki ilk
dönemlerde yaşayan Müslümanlar bu amaçla çok zorlu yolculuklara da
çıkmışlardır. Bugün önümüzde duran fıkıh ve kelam bilimlerinin hepsi,
Kur’an’ı anlama gayretlerinin sonucunda şekillenmiştir.
Kabul edilmeli ki, vahyin ilk muhataplarının
“Kur’an-ı nasıl anlarız?” diye büyük bir sorunları yoktu. Çünkü Kur’an
onların günlük hayatlarında kullandıkları ve anladıkları bir dilde, o
an yaşadıkları hayata yönelik yönlendirmelerle vahyolunmaktaydı. Ve en
önemlisi, yanlarında, anlamadıklarını açıklayacak, kavrayamadıklarını
çözecek Peygamber (sav) vardı. Peygamber Efendimiz (sav)’in vefatı ile
şüphesiz bu imkan ortadan kalktı ve anlama sorunu başladı.
İlk
dönemlerdeki Kur’an’ı anlama çabaları, bu konudaki diğer Kur’an
ayetlerinin işaretleri ile Peygamberimizin ve Hazreti Aişe (ra) gibi
onun önde gelen ashabının yorumlamalarını aktarmak şeklinde
gelişmiştir. Bu usulden hareketle ortaya konulmuş olan tefsir/yorum
anlayışına “rivayet tefsiri” denilmiştir. Müfessirin doğrudan görüşünü
yansıtmayan bu usul, gelişen hayatın meydana getirdiği problemlere
cevab bulma ihtiyacı da göz önünde bulundurularak, özel yorumlamaları
da içeren tefsirlerle geliştirilmiştir. Rivayetleri de, kendi
kanaatları için bir delil olarak gören bu yeni usulde; Arap dilinin
edebî yönleri de dikkate alınarak, lafızların manaya delalet yönleri,
ayetlerin iniş sebebleri (esbab-ı nüzûl) ile nasih-mensuh konuları da
dikkate alınmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise, tefsir ilmi yeni
gelişmelere göre daha da geliştirilmiştir. Bu usulde yapılan tefsirlere
de “dirayet tefsiri” denilmiştir.
Görülüyor ki, Kur’an’ı yorumlamak, ister rivayet,
isterse dirayet usulu ile olsun Müslümanlar için vahyi anlamada önemli
bir konuma sahiptir. Son yüzyıllarda ise, büyük oranda önceki dönemde
ortaya konulan yorum ve ictihadların tekrar edilmesi ile yetinilmiş,
Kur’an’ı ve Sünnet’i anlama konusunda yeni bakış açılarının olamayacağı
inancından kaynaklanan ve ictihad kapısının kapandığını ileri süren
görüş bir süre hakim olmuştur. Buna karşılık, Kur’an ve Sünnet’i anlama
konusunda farklı bakış açılarının olabileceği ve olduğu kanaatinden
hareketle, eski kaynakları reddetmeyen; ancak, yeni problemlere yeni
çözümler arayan, yeni yorumlara ve ictihadlara gidilmiştir. Kur’an ve
Sünneti anlama konusunda içtihad kapısının kapandığını savunan ve buna
karşı çıkan bu iki görüş arasında çeşitli ihtilaflar oluşsa da, bu
ihtilaflar asılda değil, usulde meydana gelmiştir.
Son dönemde Kur’an’ı anlama çabaları Kur’an
muhataplarını çeşitli arayışlara itmiştir. Bu çabaların bir ucunda
Kur’an’ın edebî bir metin gibi ele alınıp incelenmesini savunan bir
akımdan tutun da, onun muhataplarına Kur’an’ı okuyanın bugün, bizzat
kendisi için yeni vahyolunuyormuş gibi algılanmasının gerekliliğini
savunan anlayışa kadar çeşitlilik arzetmektedir ki, bu iki ucun
arasında geniş bir yorumlama yelpazesi mevcuttur.
Aynı
şekilde, bu çabaların içinde Kur’an-ı anlamada “Hermenötik” ya da
“Tarihselci Yaklaşım” da önemli bir yer tutmaktadır. Bugün bu yaklaşım
paradigma ve metodolojisiyle Müslüman aydınların gündemini meşgul
etmekte ve ciddi tartışmalara vesile olmaktadır. “Tarihselci Yaklaşım”
adı altında, amacı çağın problemlerine Kur’an’a dayalı çözümler üretmek
olan bu yaklaşım kendisine geleneksel usul’den referanslar da bularak,
Batı düşüncesi kaynaklı hermonötik ve tarihsel eleştirel metod
(Historisch-Kritische Methode) gibi metodlara başvuran bir akımdır ve
halen oluşum aşamasındadır. Tarihselci anlayış, Kur’an’ın nasıl
anlaşılması gerektiğine değil, nasıl anlaşılmaması gerektiğine vurgu
yapmaktadır ve çoğunlukla, din’i toplumsal hayat’tan dışlamayı tercih
eden anlayışların kaygılarına bir cevap olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
yaklaşıma göre, Kur’an ayetleri gerek mekan ve gerekse zaman bakımından
tarihi birer olgu olmalarından dolayı ancak nuzül dönemlerinin zamansal
ve mekansal şartları bağlamında anlam kazanırlar ve bu zaman kesitine
ve coğrafyaya hastırlar. Ancak, hükümlerin mekan ve zamanüstü
geçerliliğiyle direk ilintili olan ve geleneksel tefsir usulüne pek de
yabancı sayılmayan bu bakış açısı, geleneksel usulde evrensel olarak
kabul edilen hükümleri relative etmeye başladığında ilahî hükümleri
beşerî sebeplerle tevil etme eleştirisine tabi tutulmaktadır. Bu
bağlamda, usul-u fıkıhta da geliştirilmiş olan istihsan, maslahat ve
makâsiduş-şeriah gibi konuların geçmişte de varlığı, bu tür anlamaya
yönelik çalışmaların, ne kadar yeni ve ilk olduğu sorusunu beraberinde
sorulmasını gerektirmektedir.
Tam olarak belirginleşmiş olmasa da iki
tarihselcilik anlayışının olduğu söylenebilir. Yukarıda tarif edilmeye
çalışılan tarihsellik anlayışından ayrı, fakat bununla paralellikler
arzeden bir yaklaşımdan daha bahsedilebilir. Bu görüş, Kur’an
ayetlerinin ilahîliğinden ziyade, edebîliğine yönelmiş ve Kur’an’ı
sıradan bir edebî metin şeklinde değerlendirme, tenkit etme eğilimine
gitmiştir. Hatta zaman zaman, Kur’anda bahsedilen bazı kıssaların
gerçek olmadığını, Peygamberimizin, insanları Kur’an’a uymaya davet
ederken, kendisinin buna uymadığını dahi iddia edebilmiştir.
Tarihsellik olgusu son dönemlerde özellikle İslam
dünyasında yoğun tartışmalara sebep olmaktadır, ancak bu tartışmaların
birçoğu sağlıklı bir zeminde gerçekleşmemektedir. Tartışmaların bir
çoğu içerikleri ele almaktan çok, niyet okumaya yönelmiş, özellikle
Kur’an’ın tarihselliğini savunanlar; reformculuk, modernistlik,
İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’ı zedelemekle itham edilmişlerdir.
Buna karşılık tarihselliği savunanlar ise metodlarını, gitgide daha
fazla hayatın dışına itilmiş durumda olan Kur’an’ın, tekrar hayatın
içine çekmek amacıyla geliştirdiklerini savunmuşlardır. Ayrıca
Kur’an’ın tarihselliğini kabul etmeyenlerin dahi, müşkil durumlarda
bilerek ya da bilmeyerek bu yöntemin bazı unsurlarından
yararlandıklarını, ama bu konuda bütüncül bir usul geliştirmedikleri
için fevri bir tavır uyguladıklarını savunmaktadırlar.
Kur’an hükümlerinin zaman ve mekan bakımından
evrenselliğine inanarak, ancak, her dönemde insanların idraklerine
sunmak bakımından bir gelenek halinde gelişmekte olan yorumlama
çabalarının olması gerektiğini de düşünerek, tarihsellik ile ilgili
tartışmaları ele alıyoruz.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur'an, Tarih ve Tarihsellik
Ali BULAÇ
Kur'an'a uygulanmak istenen "yorumsal
tarihselcilik", -ki bu 'bilimsel tarihselcilik' ve Karl Popper'in
üzerinde durduğu 'öngörücü tarihselcilik'ten farklı bir şeydir- belli
bir mekan ve zaman diliminde çıkmış bir anlam çerçevesinin iç dünyasını
anlayabilmek için söz konusu mekan ve zamanın bağlam düzeylerini
anlamayı ve yorumlamayı gerekli görür. Bunu bizim Sebeb-i Nüzul,
Sebeb-i Vürud veya daha genel anlamında "Vasat-ı Hüküm (Hükmün vasatı)"
kavramlarından ayırdetmemiz gerekir. Geleneksel üsulde başvurulan
sebeplerin anlaşılması, hükmün genel geçer özelliklerine, evrensel
ruhuna engel teşkil etmez, çünkü genel bir kural olarak "Sebebin hususi
olması, hükmün umumi olmasına mani değildir". Tarihselcilikte yorum ve
anlam istinbatı, mekan ve zaman bağımlıdır. Bir başka ifadeyle, belli
bir tarihte ortaya çıkmış bulunan bir anlamı veya hükmü, ancak ortaya
çıktığı zamanın ve mekanın dominant şartları içinde anlamamız
mümkündür. Yani bir anlamı ve hükmü kendi bağlamının sınırlarının
dışına çıkarmamak gerekir.
Vasat-ı Hüküm'de tümelin anlaşılması için tikelin, genelin anlaşılması
için özelin, bütünün anlaşılması için parçanın ya da ilkenin
anlaşılması için konjonktürün ve mutlakın anlaşılması için izafinin
yardımına başvurmak gerekir. Burada tikel, özel, parça, konjonktür ve
izafi sadece yardımcı araçlardır; kendi başlarına ve kendileri
dolayısıyla “belirleyici faktör” durumunda değildirler. Tarihselcilik,
tümeli tikele, geneli özele, bütünü parçaya, ilkeyi konjonktüre ve
mutlakı izafi olana bağımlı kılar, onlarla sınırlandırır. Mantıki
sonuçlarına götürdüğümüzde, bu yaklaşım ilahi olanı beşeri olana,
evrensel ve ebedi olanı tarihsele ve kültüre bağlar.
Bilgi ve varlık düzeyleri, bu düzeylerin ontolojik yapısı ve bu yapının
bize sunduğu enfüsi ve afaki imkanlar açısından bakıldığında, Tevhid
inancının esas aldığı "Allah merkezli bir alem tasavvuru" yerine,
tarihsellik mantıki sonuçları itibariyle ve kaçınılmaz olarak "insan
merkezli bir dünya görüşü"ne davet etmektedir. Moderniteyi mümkün kılan
üç ana önermeden biri olan “sekülerlik” ancak bu sayede, varlık
tasavvuru “aşkın (müteal), batın ve öte” boyutlarına dayanan “din
içinde bir yer”e sahip olabilir. Sekülerlik bir kere “din içinde” iş
görecek bir yer ve imkan buldu mu, hemen dini dönüştürüp onu üç temel
boyutundan arındırıp kendi varsayımlarının geçerli olduğu bir forma
dönüştürür.
Tabiatları gereği objeler dünyası değişken, sınırlı ve sonlu olduğundan
ve insan bu özellikleriyle varoluşunu sürdüren bir evrende bilgi ve
anlam arayışına katılmak durumunda bulunduğundan bu yaklaşımdan Mutlak
Hakikat ve Hakikat'ın Bilgisi çıkamaz. Felsefi anlamda epistemoloji
ontolojiye indirgenir. Hasan Hanefi’nin önerdiği üzere “teolojinin
yerini antropoloji alır,” arkasından “Allah merkezli bir alem
tasavvuru”ndan “insan merkezli bir dünya görüşü”ne geçilmiş olur.
Gerçekte ise kelamın antropolojiye önceliği olduğu gibi,
epistemolojinin de ontolojiye önceliği vardır; çünkü yukarıda işaret
ettiğimiz üzere “isimler (esma)” kainatın vücud bulmasından önce
oldukları gibi, varlığın yaratılışı da "Kün (Ol)" emriyle
gerçekleşmiştir. “Kün”, kainatın başlangıç emridir ve bunun İlahi
Bilgi'den ve kainattan önce varolan ezeli İrade’den neş'et ettiğinde
hiç kuşku yoktur. Ayrıca "Alem", "alametler toplamı" ve düzeni olarak
varoluşa geçmeden evvel, "Allah'ın ilmi"nde varolduğundan dolayı,
bizzarure bilgi varlıktan önce gelmektedir. Bu yönüyle bilgi varlığa
indirgenemez, aksi düşünüldüğünde bundan pozitivizm ve hatta kullanıma
göre materyalizm çıkar.
Ayrıca söylemeye gerek yok ki, biz izafi bir dünyada yaşıyoruz;
çevremizi kuşatan varlık dünyası gibi, bu dünyaya ilişkin bilgilerimiz
de izafidir; beşer ürünü hiçbir bilgi türü mutlaklaştırılamaz. Ama
varlık mutlaktan bağımsız de değildir, çünkü Kur'an'ın deyimiyle
"gökler ve yer hak olarak yaratılmışlardır. Bu "hak" ve gerçeklik
dolayısıyla mutlak izafide tezahür eder. Bir başka ifadeyle her zahirin
bir batıni boyutu vardır ve batın daima bir tezahür olarak kendini
açığa vurur. Gayb ve Müşahede, kartezyen felsefede öne sürüldüğü gibi
iki ayrı ve mutlak bağımsız kategoriler değil, kokunun gülde, şekerin
çaydaki durumu gibi biri diğerinde içkin, biri diğerini içeren iki
varlık düzeyidir.
Belki bilgilerimiz değil, ama genel anlamında bilgiyi (el-İlm) izafi
olmaktan çıkarmanın yolu, onun kültürel ve tarihsel olmayan boyutuna
işaret etmekten geçer. Mutlak rölativizme düşmeden şu denebilir:
Hakikat'ın özü ve çıplak doğası açısından varlıkta mutlaklık,
Hakikat'in bize dönük yüzü ve tezahürleri açısından bir rölativizm ve
çokluk (bu anlam çerçevesinde çoğulculuk) vardır. Çünkü Allah'ın ilmi
mutlaktır ve bize bu varlık düzeyinde verilen bilgiler sınırlı, sonlu
ve görecelidir. Tarihsellik, Allah'ın ilminin bir ihsanı olan Kur'an'ı
tarihsel bir bağlama indirgeyerek, onu da beşerin bilgisi gibi sonlu,
sınırlı ve göreceli kılar; bizim bilgilerimizi değil, bunların yanında
Kur'an'ın iç hakikatlerini de göreceliğin sınırlarına dahil etmek
ister. Oysa ki hiç şüphesiz Kur'an, Hakikat gibi tarihsel değildir;
çünkü o Hakikat'ın Bilgisidir. Eğer Kur'an nihai ve bizi Hakikat'in iç
yüzüne yönelten rehberliği, her durumda izafileştirilecekse, bu durumda
insan için kesin, genel geçer hiçbir bilgi ve norm da olmayacaktır. Bu
sayede dinin, genel hayat şekillerinde marjinalleştirilmesi,
izafileştirilmesi ve “özel hayat”la sınırlı olarak kenara itilmesi
mümkün olacaktır. Dinin hiçbir ebedi ve evrensel hakikati yoksa, ebedi
ve evrensel bir doğruluk ve norm da yoktur; o zaman hayatı istediğimiz
gibi düzenleyebilir, dilediğimiz gibi yaşayabiliriz. Böylesine rölativ
bir dünyada her şey mümkündür, Feyerabend'in dediği gibi "ne olsa
gider"; bu da dinin flulaşması, postmodern bir dünyada
amorflaşması(şekilsizleşme) demektir.
Bu temel sakıncaları dolayısıyla tarihselliğin "bilimsel" ve "öngürücü
tarihselcilik" bağlamlarından koparılıp, Kur'an ve hatta Sünnet ve
İslam tarihinin bütününü kapsayacak şekilde bir okuma biçimi, bir
tefsir ve hükümler hakkında yargı belirten bir referans ve yöntem
olarak kullanılması doğru ve isabetli görülemez. Metedolojik açıdan da
Kur'an'ı bir okuma biçimi olarak kullanılması yanlıştır. Bunun yerine
yukarıda işaret edilen bütün sakıncaları barındıran bir
kavramsallaştırma olarak "Antropolojik okuma"nın daha yerinde bir
isimlendirme olabileceğini düşünüyorum.
Antropolojik okuma, tarihselcilik yanında "Hermenötik okuma biçimi"ni
de içerir; çünkü hermenötik temel varsayımları ve öncülleri itibariyle
antropolojik bir okuma teşebbüsüdür.
Eldeki lafızlardan hareketle anlamın derin köklerine, hakiki -ve varsa
eğer değişmez- özlerine inme çabası, her ne kadar İmam Şatibi'nin
üsulünü teşkil eden Makasidu'ş-şeria ile kısmi bir benzerlik
arzediyorsa da, yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi gerçekte ikisi
arasında çok önemli mahiyet farkları bulunmaktadır. Makasıd’ta
“hükümler illete mebnidir” ve “illet kalktığında hüküm ortadan kalkar,
illet geri döndüğünde hüküm de geri gelir.” Tarihsellik hüküm yanında
illeti de tarihsel bir duruma indirgediğinden, bir kere kalktı mı ne
kendisi ne ona bağımlı hüküm geri gelir.
Hermönetik, sonuçta kültürün dominat unsurlarını hareket noktası kabul
eder ve bir düzeyden sonra, metni yazanın murad ettiği, amaçladığı
anlamdan farklı ve hatta ona aykırı/muhalif bir anlam bütününe
ulaşılabileceğini varsayar. Mantıki sonuçlarına kadar götürüldüğünde,
hermenötiğe göre -haşa- insan ile Allah yer değiştirebilir ve hatta
insan, Kur'an'ı Allah'tan daha iyi ve ona muhalif olarak da
anlayabilir.
Protestan teolog Friedrich Schleiermacher (1768-18349)’e göre
hermenötikle sağlanmak istenen anlama faaliyetinin amacı, bir metnin
özgün anlamını elde etmek ve metnin (söylem) sahibinin anladığından
daha öte anlamaktır. Metinle olan ilişki yoruma dayanır ve yorum doğası
gereği yeniden canlandırma ya da metin sahibinin (sözü söyleyen veya
yazanının ifadelerindeki düşünceyi yeniden düşünmektir. Düşünce
faaliyetinde tasarımlar, tahayyüller ve çeşitli algı biçimleri rol
oynar. Yorumun nihai hedefi durumundaki anlama da bir tür tasarım,
tahayyül ve yeniden algıdır. Yani yorum metindeki ifadeleri yeniden
düşünme faaliyetidir. Böyle olunca biz metin yazarının zihinsel ve
ruhsal durumunu bir kere daha kavramamızı mümkün kılar. Hatta biz bu
sayede yazarın ruh/psikolojik dünyasını yeniden inşa etmiş oluruz. Eğer
yorumcu kendini metin sahibinin zihnine yansıtabilirse, özgün anlamı
yeniden keşfedebilir.
Bu çerçevede çizilen anlama çabası herhangi bir beşeri metin, söz,
sanat eseri veya yapı üzerine uygulandığında bir anlamı olabilir. Ama
“Allah’ın kelamı” olan Kur’an-ı Kerim’e uygulandığında Zat’ı konusunda
hiçbir bilgiye sahip olamadığımız Allah ile beşer olarak bizler
arasında varolan ontolojik mahiyet farkı dolayısıyla, onun vahyettiği
söz dizimini bu yolla anlamaya çalışmamız nasıl mümkün olacak? Bunun
mümkün olması bir yana, -mesela kendimizi Kelam’ın sahibinin zihnine
yansıtmamız gibi bir- teşebbüs hali bile şirktir.
İster tarihselcilik ister hermönetik olsun, bir başka kültür dünyasının
temel problemlerini çözmek üzere geliştirilmiş okuma yöntemleridir. Bir
yöntemi kendi uygulandığı referanslarından kopararak bir başka referans
sistemine uygulamak ve ondan geçerli sonuçlar çıkarmaya çalışmak, yine
metedolojinin tabiatı açısından geçerli değildir. Mesela Tefsir usülünü
Hindular için kutsal değeri olan Vedalar'ın okunup anlaşılması amacıyla
kullanmak ne derece geçerli olur? Disiplinler arasında bir düzeye kadar
geçerli alışverişler olsa bile, bir dinin farklı ilimlerinde kullanılan
üsulleri bütün ilimler için kullanmak mümkün değildir. Sıra Kur’an’ın
anlaşılmasına ve ondan hüküm çıkarılması işine gelince, bu iş için
tamamiyle özgün bir usül izlemek gerekir. Nitekim Tefsir ve Fıkıh
Usulü’nün sadece Müslümanlar’a has olması bu ihtiyaç dolayısıyladır.
İslami ilimlerin iç disiplinleri açısından da durum öyledir. Nitekim
Hadis usulünü olduğu gibi Kur'an tefsiri için kullanan bir bilgine
henüz rastlanmamıştır.
Durum böyle olunca, beşeri metinlerin anlaşılmasında kullanıldığı gibi,
her biri birer tercüme olan İnciller'in hakiki anlamlarını keşfedip
ortaya çıkarmak üzere geliştirilmiş hermenötiği Kur'an'ın anlaşılması,
okunması ve ondan hükümler çıkarılması işinde de kullanmak büsbütün
yararsız bir çaba olur. Beşeri metinlere has seküler hermenötik yanında
dini amaçlı hermenötik de yöntem olarak Kur’an’a uygulanmaz. En başta
her iki dinin referanslarına sorulan sualler birbirinden farklıdır.
İnciller'e yöneltilen temel soru şudur: "-İsa ne dedi?" Elimizdeki
Kur'an açısından ise "Allah'ın ne dediği" sorusu anlamsızdır; çünkü
Allah'ın ne dediğini biliyoruz. Ve bu soruya cevap bulmak için Kur’an’ı
anlamaktan aciz değiliz. Belki bütün Kur'an için değilse bile bazı
ayetler -müteşabih, meseller ve birtakım hükümler için- "-Şari ne demek
istedi?" şeklinde bir sual sorabiliriz. Bu suali sorarken dahi,
sözdizimi olan lafzı, hükmün varlık sebebi olan illeti göz ardı
edemeyiz. Mutezile usülcüleri dahil düşünce tarihimizde en reyci olan
kelamcı ve usülcülerin lafzı gereğince önemsemiş olmaları Makasıd ile
hermönetik arasında herhangi bir analojinin kurulamıyacağını göstermeye
yeter.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
|
|
Bir nesne ve varlığa yönelik tasavvurlarımız/varlığın mahiyetine
yönelik ön fikirlerimiz, nesne ve varlıkla ilgili yapacağımız yorumları
belirler. Varlık ve/veya nesneye yönelik tek tek düşünceleri eleştirmek
veya yorumlamak, varlıkla ilgili temel soruna çözüm getirmez. Ortada
var olduğu kabul edilen sorun, sorunun neliğine/niteliğine yönelik
ortaya konacak tasavvurlarla bir çözüme ulaşacaktır.
Tarihsel süreçte Kur’an ve Kur’an’daki konularla ilgili bir yorum
geleneği oluşmuştur. Yorumları belirleyen, yorumlanan nesne ile ilgili
yani Kur’an’la ilgili tasavvurlarda gizlidir. Kur’an yorum geleneği
incelenmek isteniyorsa tarihteki Kur’an algılamalarından işe
başlanmalıdır. Örneğin bir mezhebin tek tek ayetlerle ilgili
yorumlarını eleştirmek ve incelemek bizi çözüme ulaştırmayacaktır. Bir
şey yapılmak isteniyorsa mezhebin Kur’an’ı nasıl bir kitap/metin olarak
algıladığına bakmak gerekir. Tabi ki Kur’an şu an elimizde duran bir
metin gibi muhataplarına inmemiştir. İnişi bir söz iken sonradan
metinleşme süreciyle bizlere ulaşmıştır. İniş sürecinde muhataplarının
tarihsel şartlarını gözeterek, o şartlarla diyaloga girerek inmiştir.
Bu, Kur’an’ın sonraki tarihleri hiç dikkate almadığı anlamına gelmez.
Buradan biz, Kur’an indiği dönemin şartlarını gözeterek inmesinden
içeriğinin tarihsel olduğu anlamını çıkaramayız.
Günümüz halkının Kur’an tasavvurunu düşündüğümüzde Kur’an’ın
Neliği sorunuyla ne anlatmak istediğimiz daha da açıklık kazanacaktır.
Biz, Kur’an’ın hem yaşayanlara hem de ölülere hitap eden bir içeriğe
sahip olduğu öncülünden hareket edersek uygulamalarımızda ona göre
şekil alacaktır. Şimdi, bu uygulamaların tek tek doğruluğunu tartışmak
soruna gerçekten çözüm sunacak mı acaba? Bunun yerine Kur’an’ın
gerçekten kime hitap ettiğini çözüme kavuşturursak soruna temelden
yaklaşmış oluruz.
Çağdaş İslam düşüncesinde Kur’an’ın niteliği meselesinde Kur’an’ın
tarihsel olup olmadığı tartışmaları önemli yer tutar. Tarihsel olduğu
düşüncesinde Kur’an’ın tarihsel şartları gözeterek inmesi gerçeği ön
plana çıkar. Aslında tarihsel şartları gözeterek inmesi ile tarihsel
bir metin olması farklı bağlamlarda düşünülmelidir. Biz, Kur’an’ın
tarihsel olduğunu kabul ettiğimizde, çözüm olacağını düşündüğümüz hangi
yorumlar tarihsel olmaktan çıkabilir? Bu mantıkla gidildiğinde her
şartta yapılan yorum yine her zaman tarihsel olacağı için gerçek
anlamda hiçbir zaman hakikati ortaya koyamayacağız, demektir. Böyle
olunca her yorum başka tarihsel şartlar içerisinde geçerliliğini
yitirecektir. O zaman Müslümanlar hangi hakikat iddiasıyla
muhataplarının karşısına çıkacaktır?
Kur’an’ın yaratılmışlığı (halku’l-Kur’an) düşüncesi, tarihte
Kur’an’ın Neliği meselesinin belki de can damarını oluşturan bir
noktada durmaktadır. Oysa ki bu tartışmanın çıktığı tarihi şartlar ile
Kur’an’ın tarihselliği tartışmaları farklı yerde durur. Kur’an’ın
tarihselliği tartışması aslında modern dünyanın meydan okumaları
karşısında Kur’an’ın çağdaş insanın hayat tarzına uyarlanması ile
alakalı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır, kanaatimce. Burada
yapılan, şartları Kur’an’a göre uyarlamak değil, Kur’an’ı şartlara
uydurmaktır. Oysa ki olması gereken, bir hakikat ile muhatabının
karşısında duran Kur’an’a kendimizi uydurmak olmalıdır. İşte çağdaş
Kur’an tasavvurlarının bir handikabı olarak bu sorun karşımızda
durmaktadır.
İslam düşünce tarihinde genel olarak Kur’an tasavvurlarını (Kur’an’ın neliğine yaklaşımları) şu şekilde ifade edebiliriz:
Geleneksel Tasavvur: Buna
göre Kur’ân, kutsal bir kitaptır ve Allah’ın kelâmıdır. Onun zatı ile
kaim ezeli sıfatlarından olan kelâm sıfatının bir tecellisidir. Bundan
dolayı “Kelâm-ı Kadîm” olarak isimlendirilmiştir. Yine bu anlayışa göre
“Kelâm-ı Nefî” denilen mana yönü Allah ile birlikte ezelidir ve levh-i
mahfuzdadır. “Kelâm-ı Lafzi” denilen Arapça metni ise, Hz. Muhammed’e
indirilmiştir. Kutsal kitabın hitabı, inanç sistemi ve hükümleri
evrenseldir.
Akılcı Tasavvur-Rasyonel Yorum: Mu'tezile,
Rey Taraftarları ve İslam felsefecileri gibi mezhep ve eğilimler,
kutsal metinlerin sistemli bir biçimde yorumlanmasında aklı öne
çıkarırlar. Mu’tezile’nin Kur’an tasavvurunda Kur’an’ın yaratılmışlığı
meselesinin önemli bir yeri vardır. Kur’an’ın yaratılmamış olduğunu
kabul etmek Allah’la birlikte başka ezeli varlıkların olduğunu kabul
etmek anlamına gelir ki bu da tevhit esasına aykırıdır.
İcazü’l-Kur’an meselesinde Nazzam, Kur’an’ın dil ve belagat
açısından benzerinin oluşturulabilme imkânından söz etmiştir. Nazzam,
bu konuda daha çok Kur’an’ın anlaşılmasını ön plana çıkarmak amacıyla
nazmının icazını pek de önemli görmemiştir. Ona göre Kur’an’ın icazına,
ahlaki ilkeler bütünü ve bir hükümler manzumesi olması ve bu yönüyle
benzerinin yaratılamaması açısından bakılmalıdır. Nazzam’ın icaz
konusundaki görüşü Mutezile’nin Kur’an’ın yaratılmış olması fikriyle
doğru orantılı olarak ortaya çıkar.
Batınî tasavvur: Batınî
Kur’an tasavvuru, Müslüman düşüncesinde, İhvan-ı Safa ve bazı Tasavvufî
akımlar tarafından benimsenmiş ve savunulmuştur. Bu tür düşünce
sistemleri, Allah’ın evrendeki her şeyi çift yönlü yarattığı
düşüncesinden hareketle ikili ayırımlara yönelirler. Zahiri yön,
Kur’an’ın sözel anlamından ve bu anlamda ifadesini bulan namaz, oruç
gibi şeri-ameli yükümlülükler gibi herkesin sorumlu olduğu işleri
kapsar. Batıni yön ise, hem Kur’an’ın ve dini öğretilerin gerçek
manalarını hem de bu manalara vakıf olmanın bilgisini ihtiva eder.
Bu yaklaşımın Kur’an tasavvurunda Kur’an’ın farklı anlam
katmanlarına sahip bir metin olduğu anlayışı ön plana çıkar ve ayetler
farklı anlam derecelerinde yorumlanır. Bizler bu farklı anlam
katmanları hakkında değerlendirmelerde bulunabiliriz. Oysa ki burada
yapılması gereken yorumların eleştirilmesi değil Kur’an’ın gerçekten
farklı anlam katmanlarına sahip bir metin olarak karşımızda durup
durmadığıdır.
Ahlâkî Boyutu Öne Çıkaran Tarihselci Tasavvur: Bu
Kur’an tasavvuruna göre Kur’ân, -aynı Mutezile’nin iddia ettiği gibi-
ezeli değildir, yaratılmıştır. Çağımız İslam düşünürlerinin Kur’an
tasavvurunda, din, bir takım kutsal kişilere, kutsal mekanlara, kutsal
zamanlara ve kutsal nesnelere indirgenemez. Din salt ahiret için
yapılan bir takım özel ibadetler de değildir. Din, hem dünya hem de
ahiret içindir.
Bu yaklaşıma göre Kur’ân’ın özünü, tevhit, ahiret, ibadet ve
ahlaki ilkeler oluşturmaktadır. Kur’ân’daki sosyal ve siyasi hükümler,
Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Bu
çağdaş dünyaya hitap etmeyebilir. Onun için Kur’an’dan çağdaş dünyanın
verilerine uygun çıkarımlar yapılmalıdır.(Kur’an tasavvurlarının
sınıflandırılması için bkz. http://www.osmanaydinli.com/Tasavvurlar.pps)
Burada vermeye çalıştığımız yaklaşımlar örnek olacak genel nitelikteki
yaklaşımlardır. Her bir yaklaşımın içinde de Kur’an’ın mahiyetine
farklı yaklaşan kişiler de vardır. Her bakış açısı kendi ilkesine göre
yorumlarını belirlemektedir. Tarihsel bir metin olarak Kur’an’a
yaklaşan bir bakış örneğin hırsızın Kur’an’daki cezası için farklı
çözümler sunmaktadır. Lafız olarak Kur’an’da hırsızın cezasını
belirleyen ayet o dönem şartlarına göre bir ceza belirlediği için bu
cezayı modern dünyada geçerli kabul etmez. Onun yerine başka cezalar
öngörür. Kur’an’a evrensel bir metin olarak bakanlar ise bu cezanın her
şartta geçerli olduğunu kabul eder.
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HAKK, HUDÛDULLAH VE SÜNNETULLAH KAVRAMLARI ÇERÇEVESİNDE VAHYİN TARİHSELLİĞİ İDDİASININ ELEŞTİRİSİ
Kur’an-ı
Kerim’i en iyi anlatan yine kendisidir. Bu sebeple Kur’an üzerine
konuşurken öncelikle o konuda Kur’an’ın ne söylediğine bakılmalıdır. Bu
makalede günümüzün sık tartışılan konularından Vahyin tarihselliği
iddiası “hakk”, “Hudûdullah” ve “Sünnetullah” kavramları çerçevesinde
ele alınacaktır. Konuyla ilgili diğer Kur’an kavramlarına işaret
edilmiş, tafsilatı daha hacimli çalışmalara havale edilmiştir.
Tarihsellik/tarihîyye/historicism,
bilgi, değer yargıları ve normların özü itibarıyla tekrar edilemez
tarihsel bir durumda ortaya çıktığını; tarih içinde sürekli değişerek
daha mükemmele doğru bir seyir izlediğini savunan görüşleri anlatmak
için kullanılan ortak bir terimdir. Metottan ziyade bir eğilimi ifade
ettiği için tanımı konusunda da ittifak yoktur. Tarihselcilere göre
hiçbir öğreti bütün zamanlara hitap edemeyeceği için, her birey, tarihi
hadiseleri kendi tecrübesi ışığında ve kendi geleceği açısından yeniden
yorumlamalıdır.
Tarihsellik, konumuz açısından bizi şu iki
temel özelliği itibarıyla ilgilendirmektedir. Bilginin değişkenliği ve
değerlerin izafiliği. Buna göre tarihin belirli bir döneminde telif
edilen veya dile getirilen bilgilerin, hukuki ve ahlâki müeyyidelerin o
dönemin ürünü olması ya da özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla tek doğru ve mutlak hakikatten bahsedilemez. Fen ve tabiata
dair gözlem ve deneye dayalı bilginin sürekli mükemmelleşmesi gibi
insana dair ahlâk, estetik ve hukuk hakkındaki bilgilerimiz de sürekli
bir tekamül çizgisi takip etmektedir. Bu teoriyi benimseyenler, vahyin
tarihsel bir dil kullandığını, tarihin belirli bir dönemindeki insanın
konumu esas alınarak indirildiğini; öte yandan vahye muhatap olan
insanların da tarihsellikten kurtulamayacağı tezlerinden hareketle,
belli bir zaman ve mekan diliminde indirldiği için vahyin tarihsel bir
durumu dile getirdiğini, dolayısıyla tarihsel olduğunu iddia
etmektedirler. Bu iddia sahipleri söz konusu tarihsellik problemini
aşmak için, Kur’an’ın genel ilke ve hedeflerinden (makâsıd) hareketle
her devir aydınlarının kendi dönemlerindeki problemlere çözümler
sunması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bir kısım tarihselciler ise biraz
daha ileri giderek Kur’an metninin tarihselliğinin Müslüman aydının
eleştirel aklı/akılcılığı ile aşılabileceğini iddia etmişlerdir.
Kur’an’ı
anlamada ve tefsir geleneğinde zaman ve mekan unsurları ihmal
edilmemiştir. Hatta tarihî arka planın bilinmesi, nüzûl sebeplerinin
tespit edilmesi muhatapların ruh hallerinin tanınması, devrin sosyal ve
kültürel özelliklerinin kavranması, bunun yanında Arap dilinin gramer
ve söyleyiş özelliklerine vukûfiyet, Kur’an’ın doğru anlaşılması için
vazgeçilmez bazı esaslar olarak kabul edilmiştir. Ancak bütün bunları
felsefi anlamda tarihsellik kavramının içinde değerlendirmek mümkün
değildir. Zira tarihsellik kavramı öncelikle bir tamamlanmamışlık
durumunu ihtiva etmekte, değişim ve süreç fikrini öngörmekte, sürekli
ilerleme ve yeniden yorumlama faaliyetini ifade etmektedir. Bunun
yanında tarih üzerinde tasarruf eden bir Yaratıcı fikrine, bütün zaman
ve mekanı kuşatan Vahiy hakikatine sıcak bakmamaktadır.
Felsefi
anlamda tarihsellik fikrini bir yana bırakır, tarihselliği geçmişi
anlamaya dair bir metod olarak tasavvur edersek, bu metodun da
uygulanabileceği alanlar ve yararlı bazı sonuçları olması tabiidir. Her
meselenin kendi mahiyetine uygun metotla ele alınması gerektiğini ifade
eden Rene Guenon, “Tarihî metodun haklı olarak uygulandığı yerler
elbette vardır; bizim karşı çıktığımız yanılgı, bu metodun her şeye
uygulanabilir olduğunun sanılması ve fiilen verebileceğinden başka
şeylerin de bu metottan elde edilmek istenmesidir” diyerek, tarihi
bilginin derinlemesine araştırılarak (tebahhur) ortaya çıkarılmasını
hedefleyen metodun bazı yararlı sonuçları olduğunu kabul etmektedir.
Ancak mutlak hakikatin bilgisine bu araştırmalar ile varılamayacağı
açıktır. Vahyin en temel mesajı itikadî ilkeler, fıkhî normlar ve
ahlâki değerlerdir. Fıkıh ve ahlâk, normatif/kural koyucu yapısı
itibarıyla, yaptırım gücü kaynağının kudsîliğine ve eskiliğine/kadim
bağlı alanlardır. İtikad alanı ise mahiyeti itibarıyla müteâl; tarih ve
beşeri idrak üstüdür. Bu alanla ilgili gerçekler ise vahiyle açığa
kavuşturulur. Doğu halklarının tarih telakkisi yoktur, şeklindeki
oryantalist önyargıya dayanılarak Kur’an’ın anlaşılmasında
müfessirlerin, tarihî perspektifi ihmal ettikleri iddiası katiyen
gerçeği yansıtmamaktadır. İslam bilginleri ilk dönemlerden itibaren,
saâdet asrında konuşulan dili ve Arapçayı kullanım özelliklerini
belirlemeye büyük önem vermişlerdir. Bunun yanında, daha sonraları bir
takım mahzurları ortaya çıksa da, Beni İsrail ile ilgili haberleri
öğrenmişler, Tevrat ile mukayese etmek suretiyle geçmiş milletlerin
tarihinden Kur’an’ı anlamada yararlanmışlardır. Kur’an, tarihi belirli
bir dönemle sınırlamamış, insanlığın başlangıcından kâinatın sonuna
kadar zamanın bütün anları üzerine beyanlarda bulunmuştur. Kur’an’ın
zamana verdiği bu önem sebebiyledir ki ilk evrensel tarihler, Müslüman
tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. Kur’an’da iki yerde geçen
“dehr” kavramı (Câsiye, 45/24) ilk yaratılıştan itibaren zamanın
tamamını ifade eden bir kelimedir. Nitekim “dehr” kelimesinin geçtiği
bir diğer âyette “Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde,
insanın adı bile anılmazdı” (İnsân, 76/1) buyrularak ilk yaratılış anı,
insanların dikkatine sunulmuştur. Ayrıca “Yemin ederim zamana” (Asr,
103/1) âyetiyle zamana yemin edilmek suretiyle, zamanın önemi
vurgulanmıştır.
Tarihî bilgilerin Kur’an tefsirinde, bilhassa
sosyal ve beşeri durumları izah eden âyetlerin anlaşılmasında yararlı
bazı sonuçları olması kaçınılmazdır. Bu açıdan Kur’an’da anlatılan
olayların tarihi sebeplerinin bilinmesinin, bunların tarih felsefesi
çerçevesinde değerlendirilmesinin faydası açıktır. Zira Kur’an’ın
indirildiği dönemi bütün yönleriyle bilmeden Kur’an’ı anlamak mümkün
değildir. Bunun yanında Kur’an’ı kendi derinlikleri ölçüsünde
anlayabilmek için Kur’an’da anlatılan olayların cereyan ettiği devirle,
kendi devrimiz arasında münasebetler kurulmasının da bazı sosyal
olayları anlamada faydalı sonuçları olacağı açıktır. Bu sebeple Kur’an,
her bir kelimesi bize ve kendi devrimize bakıyor gibi mütalâa
edilmelidir. Ancak Kur’an’ın indirildiği devir ile kendi zamanımız
arasında irtibatlar kurulurken hiç şüphesiz asıl kaynak ve mehazın
saâdet asrı olduğu unutulmamalı, Kur’an’ın muhkem nasları asıl
anlamlarından uzaklaştırılmadan yorumlanmalıdır. Kur’an tefsirinde
kendi dönemimizdeki ideolojiler, moda fikir akımları ve şüpheli
maslahatlar esas yapılarak, âyetlerin asıl anlamlarının üzeri örtülmeye
çalışılmamalıdır.
Kur’an-ı Kerim, zaman zaman İlahî tenezzülât
kabilinden, o dönemde yaşayan insanlarının hayatlarından örnekler
vermiş, onların örf ve âdetlerine atıflar yapmıştır. Ancak verdiği
bilgiler ve ilettiği hakikatlerde tarihe/zamana bağımlı beyanlarda
bulunmamıştır. Aksine sürekli, doğru ve gerçeği/hakkı bildirdiğini,
değişmez kurallar vaz’ ettiğini vurgulamıştır. Kur’an’ın bu maksatla
yaptığı açıklamalar incelendiği zaman, sıkça “hakk” kavramı üzerinde
durduğu görülmektedir. Bu ifadeyle dikkatlerimizi kaynağındaki
güvenilirliğe çekmekte ve Kur’an hükümlerinin mutlak doğru ve âdil
olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında Allah’ın hükümlerinin “O’nun
sınırları/hudûdu” olduğu belirtilerek, bu hudûdlara riayet edilmesi
gerektiğini muhataplara hatırlatmak maksadıyla “Hudûdullah” kavramını
kullanmaktadır. Böylece dinî hükümlerin değeri hakkında bilgi verilmiş
olmaktadır. Son olarak kâinatta, tarihte, sosyal ve ferdi hayattaki
nizamı ifade etmek için “Sünnetullah” tabirini kullanmakta; değişim ve
zamana bağlı izafilik fikrini reddetmektedir. Anılan bu üç kavramdan
Kur’an’da en sık zikredilen şüphesiz “hakk” kelimesidir.
Hakk
Tarihselciliğin
benimsenmesi durumunda mutlak doğru, değişmez hakikatten bahsetmek
mümkün değildir. Halbuki Kur’an, “Hakk” kavramı üzerinde ısrarla durur,
Kur’an’ın hak ile indirildiğini, (Bakara, 2/176) bildirerek “Hak,
Rabbinin tarafından gelir bunda hiçbir tereddüdün olmasın” (Al-i İmrân,
3/60) buyurur. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi olan
“Hakk” kelimesinin, gerçeklik, doğruluk, kesin bilgi, vakıaya uygun
söz, adalet ve liyakat gibi anlamları bulunmaktadır. Hakk’ın karşısında
ise zann, reyb/şüphe, bâtıl ve dalâlet terimleri kullanılmıştır. Bir
çok âyet-i kerimede ısrarla hak teriminin üzerinde durulması, Kur’an’ın
verdiği bilgilerin, mutlak hakikatı ifade ettiğini, Kur’an’ın vaz’
ettiği hükümlerin mutlak doğru ve adalete uygun olduğunu bildirmek
içindir. Tarihselliğin en önemli zaaflarından birisi izafilik/görecelik
problemini aşamamasıdır. Kelâm bilginleri, “eşyanın hakikati sabittir”
ilkesini ortaya koyarak, daha baştan ifrat şeklini geçmişte sofistlerde
bulan izafilik düşüncesini ve onun temel dayanağı olan, hakikatin
hiçbir zaman tam ve mükemmel bir şekilde bilinemeyeceği, tezini
reddetmişlerdir.
Hakk kelimesi, Kur’an’da izafetle
“dinü’l-hakk” (Saf, 61/9) ve “hakka’l-yakin” (Vâkı’a, 56/95) şeklinde
zikredilmiştir. Bu ifadeler hakk teriminin temel anlamının “gerçeğe
uygunluk” olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın (Hacc,
22/62) ve Kur’an’ın “hakk” (Yûnus, 10/94) olarak nitelendirilmesi de
vahyin hak kavramına, dolayısıyla adalet ve doğruluğa ne denli önem
verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hak terimi ile Kitab/Kur’an ve
hüküm arasında yakın ilgi bulunduğu görülmektedir. Kitab’ın hak ile
indirildiği hükmün hak olduğu vurgusu Kur’an’da sık tekrarlanan
hususlardır. Nitekim bir âyette “İnsanlar arasında Allah’ın sana
bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta
kendisi olarak indirdik” (Nisâ, 4/105) buyrulmuştur. Görüldüğü üzere,
hükümlerin uygulanması onların hak olmasına bağlıdır. Onların bu
özelliği devam ettiği sürece geçerlilikleri de devam edecektir. Kur’an
hükümlerinden birisinin geçerliliğini yitirdiğini iddia etmek, o hükmün
“hakk” olduğunu kabul etmemek anlamına gelmektedir.
Kur’an-ı
Kerim’de ısrarla “Kur’an’ın nüzûlünün hak ile olduğu” vurgulanmıştır:
“İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet gösterecek
müslümanlara bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’an’ı Rabbin
tarafından hak olarak getiren, Ruhu’l-kudüstür” (Nahl, 16/102). Bir
başka âyette ise “Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik. O da hakkın ve
gerçeğin ta kendisi olarak indi” (İsrâ, 17/105) buyrularak, vahyin hak
ile indirildiği gibi neticesi itibarıyla da yalnızca “hakkı” ihtiva
ettiği ifade edilmiştir. Bu âyetin ilk cümlesinde, bir kısım
tarihselcilerin ileri sürdüğü “vahyin o anki tarihsel durumu esas
aldığı” iddiasının, ikinci cümlede ise gelecekte Kur’an’ın bir kısım
hükümlerinin yetersiz kalması gibi bir durumun söz konusu olamadığı
ifade edilmiştir. Kısaca ifade edersek bu âyetlerde Kur’an’ın ne vahyin
nüzûl sürecinde ne de sonrasında mutlak “hakk”ın dışında bir şey ihtiva
etmediği bildirilmiştir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, ısrarla hak olarak
indirilen vahiyde şüphe edilmemesini emretmekte “Celalim hakkı için
sana Rabbin tarafından hakk gelmiştir, bundan en ufak bir tereddüdün
olmasın” (Yûnus, 10/94) buyurarak, Peygamberimiz’in (s.a) “şüphe
edenlerden olamayacağı” bildirilerek, hakkın karşısında şüphenin
bulunduğu beyan edilmektedir.
Hak ile bu kelimeden türeyen
hakikat terimi arasında yakın ilgi bulunmasına rağmen, aralarında
önemli bir fark bulunmaktadır. Hakikat, bir şeyin ne olduğunu bildiren
bilgidir. Hak, ise bir şeyin ne olduğunun hikmetle açıklanmasıdır. Bu
sebeple “hakk”ın hatalı ve yanlış olması mümkün değildir. Hakikat
hakkında herkes konuşabilir, “hak” ise ancak Hakîm tarafından beyan
edilir. Nitekim bir âyet-i kerimede “Azabı çabuklaştırmak veya
ertelemek hakkındaki hüküm ancak Allah’ındır. O hak/doğru haber verir.
O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır”
(En’âm, 6/57) buyrularak, hakk kavramının dini hükümleri de ifade
ettiği, bu hükümlerin en temel niteliğinin “adalet, doğruluk ve
gerçeklik” olduğu vurgulanarak vahye dayalı hükümlerin evrenselliği
dile getirilmiştir.
Tarihselcilerin özellikle üzerinde durduğu
hususlardan birisi Kur’an’da bildirilen ceza hukukuna dair hükümlerdir.
İslamî literatürde bu hükümlere “hadd” denilmektedir. Hadd kelimesi
Kur’an-ı Kerim’de hem “hudûd” şeklinde hem de “Hudûdullah” olarak
toplam on dört yerde geçmektedir.
Hudûdullah
Hadd,
sözlükte engel, engelleme, bir şeyin kenarı ve iki şey arasını ayıran
sınır anlamlarındadır. İki şey arasını biri diğerine karışmaması için
ayırmak ve bir şeyin en uç noktasını ifade etmek için, sınır anlamında
hudûd terimi kullanılmıştır (İbn Farîs, Cevherî, Asım Efendi). Cezalara
had denilmesi ise haddin suçluyu tekrar suç işlemekten alıkoyması,
engellemesi ya da haddin cezanın son sınırı olması sebebiyledir. Had
kelimesi ayrıca tanım anlamında da kullanılmıştır. Tanım/had, bir şeyi
en kısa yoldan açıkladığı ve onun diğer nesnelerden ayrılmasını
sağladığı için, ihtiva ettiği bu engelleme anlamından dolayı “had” diye
adlandırılmıştır (Ebû Hilâl el-Askerî).
Kur’an-ı Kerim’de on
iki yerde geçen “Hudûdullah” terimi ise, Allah Teâlâ’nın haram ve helal
olduğunu bildirdiği hükümlerdir. Ünlü dil bilgini Ezherî’ye göre
“hudûdullah” iki kısımdır. Birinci kısım, Allah Teâlâ’nın yeme, içme,
evlenme ve benzeri meselelerde helal ya da haram olduğunu beyan ettiği
hususlardır. Bunlar Allah Teâlâ’nın tecavüz edilmesini yasakladığı son
sınırlar olmaları hasebiyle “hudûdullah” diye adlandırılmıştır. İkinci
grup hadler ise cezalardır. Yasaklanan hükmü engelledikleri, haram ile
helal arasını ayırdıkları ve yaklaşılmaması gereken sınırları
belirledikleri için cezalara “hadd” denilmiştir (İbn Manzûr). Hadd
terimi Kur’an’da birinci kısımda bildirilen emir ve yasaklar anlamında
zikredilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de evlilik hukuku ile ilgili
düzenlemelerin anlatıldığı âyetin sonunda “İşte bunlar Allah’ın tayin
ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız. Her kim Allah’ın
hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Bakara,
2/229) buyrularak Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymanın önemine dikkat
çekilmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki bir diğer âyette ise “Allah’ın
hudutlarına yaklaşmayın” (Bakara, 2/187) buyrulmuştur. Bu âyeti büyük
müfessir Hamdi Yazır, “Ahkâm-ı mezkure Allah’ın vaz’ ettiği huduttur;
binaenaleyh tecavüz şöyle dursun bunlara yaklaşmayın bile” şeklinde
yorumlamış; anılan âyete ve “Allah’ın korusu olan haram kıldığı şeylere
yaklaşılmamasını” (Buhârî, İmân, 39) emreden hadise ve benzeri diğer
naslara dayanarak fıkıh âlimlerinin “sedd-i zera’î” ile ilgili
kaideleri istinbat ettiklerini söylemiştir.
Hudûdullah’ın
üçüncü bir anlamı ise dindir. Kur’an-ı Kerim, “hudûdullah” olarak
nitelenen kuralların kabulünü iman ile ilişkilendirmektedir: “İşte
bunlar Allah’ın sınırlarıdır (hudûdullah). Kim Allah’a ve resûlüne
itaat ederse Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak
üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı budur. Kim de Allah’a ve
resûlüne isyan eder ve Allah’ın sınırlarını aşarsa, Allah onu da ebedî
kalmak üzere ateşe koyar. Hem onu zelil ve perişan eden bir azap
vardır” (Nisâ, 4/13, 14). Bu âyetler, hudûdullah’ın dinî hükümleri
ifade etmesinin yanı sıra “din” terimine yakın bir anlamının olduğunu
da ortaya koymaktadır (Kotan, 330).
Hudûdullah teriminin “din”
terimine yakın bir anlam taşıması onun had cezalarını ifade etmek için
kullanılamayacağı anlamına gelmez. Kur’an’da bildirilen had cezaları,
Allah’ın hükümlerinin en kesin olanlarıdır. Bu sebeple olsa gerek ki
Peygamberimiz (s.a), ceza anlamında “hadd” kavramını kullanmayı tercih
etmiş; konuyla ilgili hadisler, hadis kitaplarının “Kitâbu’l-Hudûd”
bölümlerinde tasnif edilmiştir. Bunun yanı sıra bazı hadislerde, şer’î
hükümler anlamında, Hudûdullah tabiri de zikredilmiştir. Bir
hadislerinde Peygamberimiz (s.a), "Sizden bazı kimselere ne oluyor da
Allah’ın hudûduyla oyun oynar gibi hanımına “seni boşadım, vazgeçtim
(rücû’ ettim), yine boşadım” diye konuşuyor” (İbn Mâce, Talâk, 1)
buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste talak, Allah’ın hudûdu olarak
nitelendirilmiştir. Hudûdullah teriminin, din mânasında ve İlahî
hükümler anlamında zikredildiği hadisler de vardır. Peygamber Efendimiz
(s.a) bir hadislerinde “Allah’ın hudûduna riayet eden ve etmeyenin
misali, gemideki bir grup insanın kura ile gemiye yerleşmesinin misali
gibidir. Kurada bu yolcuların bir kısmına geminin güvertesi diğer bir
kısmına ise ambarı çıkmıştı. Ambarda bulunan yolcular su içmek
istediklerinde üstteki yolculardan alırlardı. Sonra biz, kendi
katımızdaki kısımdan bir delik açsak da üsttekilere rahatsızlık verip
durmasak derler. Üsttekiler onları kendi haline bıraksa farkına
varmadan topluca mahvolurlar. Onların ellerindekileri (kesici aletleri)
alsalar hep birlikte kurtulurlar” (Buhârî, Şirket, 6).
Kur’an’da
zikredilen hüküm anlamındaki terimlerden bir diğeri ise
“Sünnetullah”tır. Bu terim “Hudûdullah”a nazaran biraz daha genel
mânada kullanılmış olmakla birlikte, özellikle ilk dönem Müslüman
bilginler tarafından “hüküm” anlamında tefsir edilmiştir.
Sünnetullah
Sünnet,
sözlükte yüzün görünen ön kısmı, tabiat, huy, sîret ve yol anlamlarına
gelmektedir. Sünnet, öncekilerin açtığı, sonrakilerin izlediği yol
demektir. Adet, insanların kendi alışkanlıklarıdır. Sünnetin âdetten
farkı ise sünnetin, geçmiş bir örneğe dayalı bir davranış olmasıdır
(Ebû Hilâl el-Askerî). Sünnet tabiri, lafza-i Celal ile birlikte de
kullanılmıştır. “Sennellahu sünneten” tabiri “Allah Teâlâ, sağlam bir
yol açıkladı” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de sekiz defa geçen
“Sünnetullah” terimi ise Allah Teâlâ’nın hükümleri, emir ve nehiyleri
anlamındadır (İbn Manzûr). Asım Efendi’nin tabiriyle “İlahî Sünnet,
hüküm, emir ve nehiy tarikînden ibarettir”.
Sünnet kelimesinin
hem sözlük hem de yukarıda işaret edilen terim anlamlarında “süreklilik
ve düzenlilik” mânalarının bulunduğu görülmektedir. Sürekli ve düzenli
olanın ise değişmemesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
“Sünnetullah’ta tebdil ve tahvil olmayacağı” (el-Ahzâb, 33/62; Fâtır,
35/43; Feth, 48/23) bildirilmiştir. “Tebdil”, bir şeyi başka bir şeyle
değişmeyi, “tahvil” ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade
etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak “Sen
Sünnetullah’ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve
bulamayacaksın” buyrulmuştur. Bu durumda Sünnetullah teriminin, Allah
Teâla’nın küllî hükümlerini ve O’nun hikmetini gerçekleştirmekte
izlediği yolu/nizamı ifade ettiği söylenebilir.
Peygamberlerin
tebliğ ettikleri şer’î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas
maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsbehânî
(ö.502/1108), “Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen
Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın” (Fetih, 48/23)
âyetinde de Allah’ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun
vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramını dinî
hükümler anlamında yorumladığını göstermektedir. Kur’an’da geçen
“sünnet” terimi “Resûllerin sünneti” anlamında da kullanılmıştır:
“Senden önce gönderdiğimiz resûllerin sünneti budur. Sen bizim
sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın” (İsrâ, 17/77). Bu âyetteki
“resûllerin sünnetinden” maksat, onların davranışları, ahlâkları ve
amellerinin bütünüdür.
Kur’an-ı Kerim’de dört defa geçen
“sünnetü’l-evvelîn” tabiri, öncekilerin yolu âdeti anlamındadır (Asım
Efendi). Bu tabiri “onlardan öncekilere tatbik edilen İlahi Kanun”
şeklinde (Hak Dini, VIII, 18) Sünnetullah teriminin ifade ettiği anlama
yakın yorumlamayı tercih eden müfessirler de vardır (bk. Özsoy, s. 58).
Bu durumda Allah Teâlâ’nın geçmiş ümmetlerle ilgili sünnetinin de aynı
şekilde cari olduğu anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili bir âyette İlahî
Sünnet’in değişmeyeceği “Onlar yurtlarından çıkarmak için seni tedirgin
edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra pek az kalır, sonra
da yok olur giderler. Senden önce gönderdiğimiz resuller hakkında cari
olan ilahî kanun budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik
bulamazsın” (İsrâ, 17/76, 77). Bu âyette Allah Teâlâ’nın geçmiş
toplumlarla ilgili hükümlerini ve nizamını nasıl değiştirmeden
uyguladığı anlatılmaktadır. Böylece Allah Teâlâ’nın öncekiler ve
sonrakilerle ilgili hükümlerinin değişmeyeceği, O’nun nizamında bir
değişiklik, farklılık bulunmadığı bildirilmektedir.
Kur’an-ı
Kerim, gerek hüküm olarak gerekse verilen haberler olarak vahiyde asla
bir değişiklik olmayacağını bir çok âyette bildirmiştir. Bir âyet-i
kerimede “Rabbinin sözü (kelimetü Rabbike), doğruluk ve adalet
bakımından tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O
hakkıyla işitir ve bilir” (En’âm, 6/115) buyrulmuştur. Keza bir başka
âyette bu husus “Allah’ın hükümlerinde (kelimât) asla değişiklik
yoktur” (Yûnus, 10/64) şeklinde vurgulanmıştır. Bir başka âyette
Kur’an, kitap olarak nitelenerek, değiştirilemeyeceği açıkça
bildirilmiştir: “Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini
değiştirecek güç yoktur ve O’dan başka sığınak bulman da mümkün
değildir” (Kehf, 18/27). Bütün bu âyetler Kur’an’ın bildirdiklerinde
hiçbir değişiklik olmayacağını vurgulamasının yanı sıra, insanın
zihniyet ve psikolojik özelliklerine bağlı olarak sürekli değişen
anlamlarının olamayacağını da ifade etmektedir. Zira dile ve kişiye
bağlı olarak anlamanın ötesinde beyan edilen sabit doğrular olması
gerekir ki, bu sabit değişmezlerin kısmen farklı anlaşılabilmesinden
bahsetmek mümkün olsun. Varlığı sabit olmayanın farklı anlaşılması
muhaldir. Zira bu durumda elde yorumlanacak bir şey mevcut değildir.
Değişiklikten bahsedilecekse buradaki değişiklik vahyin bildirdiği
hakikatlerin kendisinde değil, insanın algı ve idrakiyle ilgili
insandan kaynaklanan değişikliktir.
İnsan, toplum ve her
varlık için takdir edilmiş bir yol/sünnet vardır. İnsan diğer varlıklar
gibi bu yolda cebrî yürümez. Kendi iradesi ile salihlerin ya da
asilerin yolunu seçme hürriyetine sahiptir. Tarih, hür irade sahibi
insanların geçmişte yaptıkları işlerin bütünü olduğuna göre, tarihte de
cebri bir kanundan bahsedilemez. Ancak Allah Teâlâ, ilmiyle her şeyi
bir anda bildiği için, tarihin başlangıcı ile sonu arasında ne olup
bittiğini vahiyle Peygamberlerine bildirmiş, tarihteki benzerlikleri
bir nizam/sünnet olarak beyan etmiştir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın kâinata
bir gaye ve nizam koyduğu gibi tarihe de bir gaye vaz’ ettiği
unutulmamalıdır. Bu nedenle tarihin insanların kendi iradeleriyle
yaptıkları fiillerden ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir.
“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. O,
her an yeni tecellilerle iş başındadır” (Rahmân, 55/29) âyetinde ifade
buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ her an Yaratıcılığını tezahür
ettirmektedir.
İnsan tabiatı her devirde aynı olduğu ve kulun
insanlarla ve Yaratıcısı ile münasebetleri her dönemde benzer şekilde
cereyan ettiğinden dolayı geçmiş ve gelecek arasında sıkı bir ilişki
bulunduğu görülmektedir. Geleceğe dair bir takım ilkeler geçmişe
bakılarak çıkarılabileceği gibi bazan şimdiki zamana bakılarak da
geçmiş/tarih daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle “Zaman-ı mazi, zaman-ı
müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnatının âyinesi olduğu gibi
müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir” denilmiştir
(Nursî, s. 333). Geçmiş ve geleceğin sahibi/hâlikı aynı olduğu için
tarihin her döneminde aynı nizamı/Sünnet gözlemlemek mümkündür. Ancak
bu zorunlu ve aynıyla bir tekrar değil Yaratıcının meşietine ve
hikmetine bağlı her çağda farklı elbiseler ve renkler içinde yaşanan
bir tekrardır. Tarihsicilerin iddia ettikleri gibi tarihte de kâinatta
olduğu gibi belirli kanunlar vardır, geriye doğru bu kanunları tespit
etmek mümkün olduğu gibi bu kanunlardan yararlanarak geleceğin nasıl
gerçekleşeceği hakkında da konuşabiliriz, iddiası elbette isabetli
değildir. Zira bu fikri öne sürenlerin bir çoğu, bu kanunların müteâl
bir güç tarafından vaz’ edildiğini kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı
ise Allah Teâlâ’nın kâinatı, insanı ve tarihi belirli bir düzen ve
kanunlara tabi bir şekilde yarattığını ve bu yaratıcılığın her an devam
etmediğini iddia etmektedir. Bu görüş Allah Teâlâ’yı etkisiz bir ilk
yaratıcı şeklinde algılamanın neticesidir. Bu da bazı felsefecilerin
iddia ettiği “evrene müdahale etmeyen” (daha doğrusu onu her an
yaratmayan) tanrı fikrine dayalı bir çeşit deizm anlamına gelir.
Değerlendirme
Tarihsellik
iddiasının temelinde, mutlak hakikat kabul etmeme, değişkenliği esas
alma, Guenon’un ifadesiyle ilkesizlik yatmaktadır. Belirli metafizik
ilkeleri olmayan, bu tür ilkelerin olamayacağını iddia edenler, gerçeği
ve doğruyu değişkenlik ve ilerleme gibi ne sonuç vereceği
kestirilemeyen bir takım muğlak mefhumlara havale etmektedirler. Allah
Teâlâ’nın indirdiği bütün hükümleri değişmez ilke ve kesin hüküm kabul
etmeyenler, Kur’an’ın ilkelerini/gayelerini kendilerinin tespit
edeceğini iddia etmektedirler. Halbuki Allah Teâlâ’nın hakkında hüküm
indirdiği meseleler içinde, hakka uygun olmayan bulunmadığı gibi, her
şer’î mesele O’nun sınırı, varlık âlemindeki her kural/nizam O’nun
sünnetidir. Yukarıda görüldüğü üzere Allah Teâlâ, hükümleri arasında
tefrik yapmamıştır. Boşanmadan miras hukukuna büyüklü küçüklü bir çok
meseleyi “Allah’ın hudûdu” şeklinde nitelendirmiş; bunun yanında aynı
kelime Kur’an’da “Allah’ın dini” anlamında da kullanılmıştır. Keza
sünnet terimi ile hem fizik âlemde hem de zamanda “düzenlilik/nizam ve
süreklilik/değişmezlik” bulunduğu ifade edilerek, Allah Teâlâ’nın her
şeyi ilim ve hikmetle yarattığı vurgulanmıştır.
Tarihselcilerin
iddialarını kabul etmek, Kur’an’ın zamana yenik düştüğünü kabullenmek
anlamına gelir. Zira Kur’an’daki hadiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği
bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda
tutan Allah’tır. Kur’an’ın veciz ifadesiyle; “Evvel O’dur, Ahir O.
Zahir O’dur, Batın O! O her şeyi hakkıyla bilir” (Hadîd, 57/3). Evvel
ve Ahir isimleri zamana ilişkin Zahir ve Batın isimleri ise mekana
ilişkin önce-sonra, dış-iç her şeyin Allah Teâlâ’nın iradesi, ilmi ve
kudretiyle gerçekleştiğini ve var olduğunu anlatmaktadır. Müte’âl ve
muhît olan Allah Teâlâ’nın Kelâmı, bütün zamanları ve tüm mekanı
kuşatmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Allah o yüce Yaratıcı’dır ki yedi kat
göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır. Allah’ın emri ve hükmü
bunlar arasında inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve
Allah’ın her şeyi ilmiyle ihata ettiğini, O’nun ilmi dışında hiçbir şey
olmayacağını siz de bilesiniz” buyrulmuştur (Talâk, 65/12). Bu sebeple
her muhatap Kur’an’ın kendi idrak seviyesinin ufkunu aştığını daha
baştan kabullenmelidir. Tarihselcilerin görüşlerinin kabul edilmesi
durumunda ise her devir insanının Kur’an’ı kendi idrak seviyesine
indirmesi fikri benimsenmiş olacaktır.
Yukarıda ifade edildiği
gibi Kur’an, tarihi ve insanı kuşatmıştır (muhît). Bu yönüyle onu
“tarih üstü” şeklinde nitelendirmek de isabetli gözükmemektedir. Tarih
üstü olma tarihin dışında olmak anlamını da ihsas ettirmektedir. “Ne
içindeyim zamanın- ne de büsbütün dışında” beytinde dile getirildiği
gibi insan için bile mutlak anlamda zamana bağımlılık söz konusu
değildir. Bu durumda Kur’an’ı zamanın belirli bir dönemine bağlı kılmak
ya da O’nun aşkınlığını/müteâl vurgulamak için “tarih üstü”dür şeklinde
nitelemenin isabetli olmadığı kanaatindeyiz. Belki bütün zamanları bir
anda gördüğünü anlatmak için böyle bir teşbihten yararlanılabilir.
Tarihteki olayları ve nesneleri her an yaratan Allah Teâlâ’nın kelamı,
tarihin bütün problemlerine çözümü içinde barındıran mutlak hakikatleri
ve külli gayeleri ihtiva etmektedir.
Tarihe ve geçmişe dair
araştırmalar geriye doğru inşa edilirken, Kur’an metni indirildiği ilk
andan itibaren usta-çırak ilişkisi içinde sonraki nesillere hiçbir
harfi değiştirilmeden tedris edilmek suretiyle intikal ettirilmiştir.
Yalnızca Kur’an değil, onu anlamamızı sağlayacak tarihi unsurlar,
şiirler, örfler, âdetler ve Peygamberimiz’in (s.a) hadisleri hiç
değiştirilmeden sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Böylece her
nesil, içinde asr-ı saâdeti duymuş, onu anlamayı ve kavramayı öncelikli
gayesi bilmiştir. Bu anlayış neticesinde Kur’an’a dair tarihî bilgiler,
fıkhî kurallar ve Kur’an’ın genel ilkeleri (makâsıd) ilgili kitaplarda
tedvin edilmiştir. Tarih boyunca Müslüman bilginler için en önemli
hedef Kur’an’ı kendi derinliği içinde anlamak olmuş, bu maksatla O’nun
indirildiği asır, incelenmesi gereken en önemli zaman dilimi kabul
edilmiştir.
Bazı tarihselciler, Kur’an’ın nüzûl döneminde
yaşayan insanlara Allah Teâlâ’nın peygamber vasıtasıyla bir “hitabı”
olduğunu, tarihin belirli bir dönemindeki muhataplara söylenmiş bir söz
olduğu için, tarihin her döneminde geçerliliğinin iddia edilemeyeceğini
öne sürmüşlerdir. Halbuki Kur’an, kendisini ısrarla Kitab olarak
nitelemektedir: “Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce
indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur” (Al-i İmrân,
3/3). Kur’an, yalnızca geçmiş kitapları tasdik edici değil, bütün
insanlık için rahmet ve hidayet kaynağıdır: “İşte bu Kitab,
indirdiğimiz kutlu bir Kitab’dır. Artık ona tabi olun, inkar ve
isyandan sakının ki rahmete nail olasınız” (En’âm, 6/155). Kur’an,
yalnızca saâdet asrındaki tarihsel durum değil evvel ve ahiriyle bütün
tarih dikkate alınarak indirilmiştir. Zira o, kâinatın ve
dehrin/zamanın sahibi ve yaratıcısının kullarına hitabı ve evrensel
mesajıdır. Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Kelam-ı İlahi’nin diğer
varlıklar gibi yaratılmış (mahluk) olduğunu kabul etmeyen Ehl-i Sünnet
inancına göre, O, Allah Teâlâ’nın diğer sıfatları gibi zatı ile
kaimdir. Ezeli ve ebedidir. Kur’an’ın tarihin belirli bir dönemi ile
kayıtlı olduğunu söylemek, onun yaratılmışlığını (mahluk) iddia eden
Mu’tezile’nin görüşünü zımnen benimsemek anlamını içerir.
Kur’an,
indirildiği dönemdeki insanları oldukları gibi kabullenmemiştir.
Cahiliye Araplarının düşüncelerini, telakkilerini hatta bir kısım örf
ve âdetlerini bile düzenlemiş; tarihin belirli bir dönemini âdeta
yeniden inşa etmiştir. Bunun yanında geçmiş milletler ve gelecekle
ilgili açıklamalarda bulunmuş, toplum düzeni ile ilgili kurallar vaz’
etmiş, insanların ibadet hayatlarını düzenleyerek insan hayatını
bütünüyle tanzim etmiştir. Binaenaleyh Kur’an’ın, insanların ürünü olan
diğer kültür malzemeleri gibi belirli bir tarihsel dönemi yansıttığını
ya da indirildiği dönemin tarihsel durumu ile kayıtlı olduğunu iddia
etmek kesinlikle isabetli değildir. Kur’an’ın indirildiği dönemin
tarihsel özelliklerini bilmenin Kur’an’ı anlamada belli bir öneme sahip
olduğunu kabul etmekle birlikte, bu tarihsel bilginin en sahih
kaynağının da yine Kur’an’ın kendisi, hadis-i şerifler ve siyer
rivayetleri olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır.
Dilin
tarihsel unsurlar ihtiva ettiği, hatta belirli tarihsel bir dönemin
özelliklerini taşıdığı doğrudur. Her dil durumu için geçerli olan bu
husustan hareketle Kur’an’ın tarihsel olması gerektiğini iddia etmek,
dil/lisan ile hiçbir zaman mutlak hakikatlerin dile getirilmesinin
mümkün olmadığı anlamına gelir ki, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir
izafilik, hatta şüphecilik demektir. Dil insan ile tarih arasındaki
zaman dilimini aşmanın bir yoludur. Zira dil süreklidir, tarih içinde
bazı kelimeler, değişse bir kısım kelimeler yeni anlamlar kazansa da
dilin temel gramer yapısı değişmez. Bunun yanında Arap dilinin diğer
dillerden farklı bir takım özellikleri bulunduğu hatırdan
çıkarılmamalıdır. Arapça, Kur’an’ın inşa ettiği bir dildir denilse
mübalağa edilmiş olmaz. Zira Arap dilinin ilk yazılı metni Kur’an’dır.
Dil bilginleri, Arapça’nın gramerini ve dilin kullanım özelliklerini
belirlerken Kur’an metni esas alınmıştır. Bu sebeple Kur’an
kelimelerinin anlamı sahabe neslinden itibaren büyük bir titizlikle
kaydedilmiştir. Kur’an, dili bir çok açıdan zenginleştirmiş,
kelimelerin anlamından, ifade ve üslûp özelliklerine kadar Arapçaya bir
çok konuda yeni ve benzersiz ifade özellikleri kazandırmıştır. Kur’an’ı
anlamayı yalnızca tarihsel olayları anlamaya indirgemek bizi sathiliğe
mahkum eder. Kur’an’ı anlama konusunda bizi yalnızca tarih
ilgilendirmiyor, bunun yanında öncelikli olarak “hakkı” bilme, kulluk
bilincine sahip olma ve ebedi kurtuluşun yollarını öğrenme de
ilgilendirmektedir. Kur’an, tarihe yalnızca tarih olarak bakmaz, onun
daha derin anlamları üzerinde durur. Bu anlamları yakalamak için
Allah’ın tarihteki hadiseleri nasıl yarattığı kavranmaya çalışılmalı,
tarih üzerindeki İlahî nizam/Sünnetullah müşahede edilmelidir. İnsan
ile kâinatın Yaratıcısı arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması için
Kur’an’ın tarih ve insan hakkındaki beyanları derinlemesine tetkik
edilmelidir. Böylece tarih daha farklı bir anlam kazanacak, Yaratıcı,
insan ve tarih arasındaki münasebetler yerli yerine oturacaktır.
Sonuçta Kur’an’ı zamana yenik düşürmeden, bütün enginliğiyle Kur’an
hakikatlerini anlamak ve Peygamberler (aleyhimüsselam) zamanını yaşamak
mümkün olacaktır. Kaynaklar Asım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305/1888. Buhârî, Ebû Abdullah, el-Câmi’s-sahîh, Beyrut ts. Cevherî, es-Sıhâh, Beyrut 1990. Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbu’l-Furûk, Beyrut 1994. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979. Guenon, Rene, Doğu ve Batı, çev. Fahrettin Aslan, İstanbul 1980. Gülen, Fethullah, Fasıldan Fasıla I, İzmir 1995. Fîrûzâbâdî, Mecduddin, Besâiru zevi’t-temyîz fî letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut, ts. İbn Farîs, Mu'cemu mekâyisi'l-lüga, Kahire 1969. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyut ts. Kotan, Şevket, Kur’an ve Tarihselcilik, İstanbul 2001. Mazharuddîn Sıddıkî, Kur’ân’da Tarih Kavramı, çev. Süleyman Kalkan, İstanbul 1990. Needham, Joseph, Doğulu İnsan ve Zaman, Beşerî Hukuk ve Tabiat Kanunları, çev, Nejdet Özberk, İstanbul 2000. Nursî, Said, Sözler, Işık Yayınları, İzmir 2002. Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İstanbul 1998. Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994. Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul 1994. Yrd. Doç. Dr Ayhan TEKİNEŞ Selam ve dua ile...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Muhammed Arkoun ve Kur'an-ı Kerim
Geçenlerde
Üstaze "Fatıma Zehra"nın, "Kur'an'a Arkonî Bakış" isimli makalesini
okudum. Makale, haftalık "el-Haberu'l-Usbûi" isimli derginin, 28 Temmuz
2007 tarihinde çıkan 439. sayısında yayınlandı.
Kur'an-ı
Kerim ile ve Kur'an hakkındaki çalışmalarla ilgilenen biri olduğumdan,
Muhammed Arkon'un, "Kur'an'ın tarihselliği" hakkındaki görüşlerini
içeren bir değerlendirme yapmak istedim. Böylece bu konuda yapılan
tartışmalara, özellikle de -Üstaze Fatıma Zehra'nın açıkladığı gibi-
Kur'an'ı, Arap edebiyat mirasının bir parçası olarak eleştiriye tabi
tutan ve Kur'an'ın bilimsel rolünü reddeden -Muhammed Arkon'un yaptığı
gibi- görüşleri ve bakış açılarını düzeltmek ve eleştirmek konusundaki
tartışmalara katkı sağlamış olacağım.
Muhammed
Arkon, bir taraftan Kur'an'ın tarihselliğinden bahsederken, diğer
taraftan da Kur'an'ın birliğinin (farklı versiyonlara sahip
olmadığının) ve eklemek veya çıkarmak suretiyle bozulmaktan korunmuş
olduğunun şüpheli olduğunu söyleyen görüşlerini dile getiriyor. İşte
onun bu tür görüşlerini, ilim, mantık ve bilgi kriterlerine vurarak
eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutmak istedim.
Böylece
söylediklerinin ne ölçüde bilimsel olduğunun -ki eğer böyleyse ona tâbi
oluruz- veya ne ölçüde gerçeklerden uzak olduğunun -ki bu durumda da
düştüğü hatalara dikkat çekmiş oluruz- ortaya çıkmasını hedefledim.
Aslında bir süreden beri şu konuları içeren bir çalışma yapmayı düşünüyordum:
- Kur'an'ın doğruluğu ve güvenilirliği
- Mushafların farklılığı (farklı lehçeler ile yazılmış olduğu).
- Rivayet edildiği gibi, Hz. Osman'ın bunlardan bazılarını (Kureyş lehçesi dışında yazılmış olanları) yaktığı.
- Kur'an'ın farklı şekillerde kıraat edilmesi (okunması).
- Bu
farklılığın, "yedi harf" (yedi lehçe) ile olan ilişkisi -ki sahih
hadislerin de vurguladığı gibi Kur'an bu yedi harf üzerine inmiştir.
- Ve
bu konularda Goldziher gibi müsteşrikler eliyle başlatılan ve Muhammed
Arkon gibi düşünürlerimiz tarafından devam ettirilen tartışmalar.
Ignaz
Goldziher, "İslâm Tefsir Ekolleri" isimli kitabında, Kur'an metninin
tek bir metin olduğu ve hiçbir bozulmaya uğramadığı konusunda şüpheler
uyandırmaya çalışmıştır. Muhammed Arkon da, Kur'an'ın tarihselliğini
vurgulamak ve Kur'an'ı, beşerî metinlerin tahlil metotlarına göre
değerlendirmek noktasında, söz konusu meseleleri kendisine dayanak
edinmiştir.
Tabi
bunu yaparken, ilâhî hitabın özellikleri ile beşerî hitabın
özelliklerini birbirinden ayırmadığı gibi, Hz. Peygamber dönemindeki
şartlara bağlı olan muamelat meselelerindeki teşrii hitabın (Kur'an'ın
hüküm koyucu hitabının) özelliği ile Kur'an'daki evrensel ve ebedi
hitabın özelliği arasında da bir ayrım yapmamıştır.
Oysa
ikinci durum, Allah'ın, nefislerdeki ve kainattaki ayetleri; tarih ve
toplumdaki sünnetleri; ve gaybî hakikatler ile bağlantılı olup,
zamanın, mekanın ve insanların şartlarının değişmesi ile değişmezler.
Çünkü bunlar Allah'ın mutlak ve her şeyi kuşatan ilmini temsil ediyor.
Yüce Allah bu konuda şöyle diyor: "Rabbinin kelimeleri (Kur'an),
doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun kelimelerini
değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
(En'am: 115).
Kur'an'ın
haberlerinde doğruluk, hükümlerinde adalet vardır. Hata, Kur'an'ı
tefsir edip yorumlayanlardan veya Kur'an'dan hüküm çıkaranlardan
kaynaklanıyor olabilir. Çünkü bu kimseler, yorumlarında ve
hükümlerinde, içinde bulundukları zamanın ve mekânın şartlarını
gözetiyorlar. Yoksa hata, Kur'an'ın veya vahyin dile getirdiği
hakikatin aslında değildir. Çünkü bunlar, kesinlikle ve asla hata
yapmayan, mutlak ilahî ilmi ifade ederler.
Hatta
gaybi ilimle bağlantılı olan şeyler de, insanın hırsını ve
beklentisini, Kur'an'ın bahsettiği, Firdevs cennetindeki ebediliğe ve
ebedî nimetlere yönelten, geleceğe ilişkin Kur'anî tasvirlerdir. Ancak
insan için gerçekleşmesi istenen şey, filozofların istedikleri de
olabilir. Örneğin Eflatun'un "ideal cumhuriyet"i gibi. Veya Farabi'nin
bahsettiği "erdemli şehir" gibi.
Muhammed
Arkon'un, Kur'an ile -genel olarak da İslâm düşüncesiyle- ilgili
çalışmalarında takip ettiği yol, temelde Batılı analiz araçlarını
kullanmaya dayanıyor. Örneğin modern dil ilimleri ve antropoloji gibi.
Aslında amaç, ortalığı daha önce dile getirilmiş düşüncelerle doldurmak
değil de, objektif ve nesnel bir bilimsellik ile gerçeğin peşinde
koşmak olduktan sonra, bunda bir sakınca da yoktur.
Esasen
Muhammed Arkon'un, Kur'an ile ve Kur'an'ın özelliklerinin
belirlenmesiyle bağlantılı büyük meselelerdeki ayrıntılara girmeden
önce, kendi konumunu kesin bir şekilde belirlemesi gerekir. Şu
meseleler gibi:
Kur'an Allah'ın sözü müdür?
Kur'an, mucize midir? Ve kendisinden önceki kitapları nesh eden (onların hükmünü ortadan kaldıran) bir kitap mıdır?
Kur'an, tahrif edilmekten (bozulmaktan), korunmuş mudur?
Kur'an,
Allah'ın sözü olması hasebiyle, kıyamete kadar, düşünceyi yanlışlardan
koruyup düzeltecek, nefsi ıslah edecek ve medeniyet inşa edecek, ebedî
nitelikte bir bilgi metodu sunabilir mi?
Evet,
bu meselelerdeki konumunu belirlemeksizin, sadece bazı rivayetlere
dayanarak, Kur'an metninin doğruluğu hakkında gürültü koparmak ve şüphe
uyandırmaya çalışmak, Kur'an'ın kutsallığını, ilâhi olduğunu, eklemek
veya çıkarmak suretiyle yapılacak her türlü bozulmadan korunmuş
olduğunu, geçersiz kılmaya delil teşkil etmez. Çünkü Muhammed Arkon, bu
gibi konularda, sadece bazı Mushafların yakıldığına –Abdullah bin
Mesud'un Mushaf'ı gibi- işaret eden, yine Sünni ve Şii kaynaklarda yer
alan ve bazı ayetlerin nesh edildiğine işaret eden bir takım
rivayetlere dayanıyor.
Hz.
Osman ve Kur'an komisyonu, mütevatir olarak Hz. Peygamber'den
nakledilen sahih kıraatlere resmi bir nitelik kazandırmaktan başka bir
şey yapmamışlardır. Bu kıraatler, Kureyş ve Temim lehçeleri gibi fasih
lehçelerdeki kıraatlerdir. Fasih dillerdeki şâz kıraatlerde, tefsirî
(açıklayıcı/yorumlayıcı) ziyadeler vardır. Veya şâz kıraatler, fasih
olmayan lehçelere göre okunmuşlardır.
Bu
tür kıraatler, eski kaynaklarda yer alıyor olsalar da, ibadetlerde
okunabilecek bir Kur'an olarak kabul edilmediler. Bu tür kıraatlerin
zikredildiği eski kaynaklardan bazıları şunlardır: İbn-i Cinnî'nin
"el-Muhtesib" ve "Muhtasar İbn-i Haleviyye" isimli eserleri ile İbn-i
Atıyye'nin "el-Muharreru'l-Veciz" ve Ebu Hayan et-Tevhidî
el-Endelüsî'nin "el-Bahru'l-Muhit" isimli tefsirleri. Bu iki tefsir
bütün kıraatleri nakletmeye gayret etmiştir. İçinde "İbn-i Mesud
Mushafı"nın da bulunduğu bu kıraatler, söz konusu bu iki tefsir
kitabında nakledilmişlerdir. Dileyen o tefsirlere bakabilir.
Kıraatlerin
çok oluşu, Kur'an'ın, yedi harf veya lehçe üzere inişinin ürünüdür. Bu
lehçelerin her biri Arapların muteber lehçelerinden kabul ediliyor. Bu
durum, Arap dili için bir nimettir. Çünkü söz konusu kıraatler, Arap
dilinin bütün lehçelerini korumuş oldu. Hatta lehçelerin
çirkinliklerini (çirkin ve kötü ifadelerini) bile.
Yine
kıraatlerin çok oluşu, Kur'an'a özel bir mucizevî yön bahşediyor. Çünkü
harekeleri ve noktalamaları olmayan bir Mushaf, birçok şekilde kıraat
edilebilir. Bu da ona, Yüce Allah'ın şu ayetlerde belirttiği gibi,
sınırsız manalar veriyor:
"De
ki: eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o
kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri
tükenmeden önce denizler tükenirdi." (Kehf: 109).
"Eğer
yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi
deniz daha ona katılsa, Allah'ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez.
Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."
(Lokman: 27).
Benim nazarımda yedi harf, Hz. Peygamber (SAV) verilen "yedi mesâni"dir[1]
ve satırlar âleminde -yani Kur'an'ı Kerim'de-, görünen âlemdeki yedi
kat göklere ve yerlere benziyor. Eğer Kur'an, orijinalinde olduğu gibi,
noktasız ve harekesiz okunacak olsa, yedi harf, sınırsız imkân sunan
matematiksel bir uyuma ve elverişliliğe benzer.
Nitekim
bir bedevî Arap "Sıbğatellah.ve men ahsenü minellahi sıbğaten?"
(Allah'ın boyası. Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir?"
şeklindeki Bakara suresinin 138. ayetini, "San'atellah. ve men ahsenü
minellahi san'aten?" (Allah'ın sanatı. Allah(ın sanatın)dan daha güzel
sanatı olan kimdir?" şeklinde kendi lehçesiyle okurken, ortaya
bahsettiğimiz durum çıkmıştır. (Bedevi burada, noktalama olmadığı için
yazılışları aynı olan "be"yi "nun" olarak, "ğayn"ı da, "ayn" olarak
okumuş ve böylece boya anlamına gelen "sıbğaten" kelimesi, sanat
anlamına gelen "san'aten" kelimesine dönüşmüştür).
Yine "azâbî üsîbu bihi men eşâ" (Azabımı dilediğime isabet ettiririm) şeklindeki A'raf suresinin 156. ayeti, "azâbî
üsîbu bihi men esâ" (Azabımı kötülük yapana isabet ettiririm) şeklinde
okunurken de aynı durum söz konusu oluyor. (Burada da noktalama
olmadığı için, "şın", "sin" olarak okunuyor ve "dilediğime" (eşâ)
kelimesi "kötülük edene" (esâ) kelimesine dönüşüyor).
Yedi
(7) sayısı, Kur'an'da ve bütün kâinat binasında, mucizevî bir sayıdır.
Kıraatlerin çok oluşu, sayısız ihtimaller taşıyan Kur'an nassına
yaklaşımda çeşitliliği temsil ediyor ve Kur'an için kesinlikle bir
problem teşkil etmiyor. Aslında bu konu, bilimsel ve akademik bir
çalışmayı gerektiriyor. Ben bu çalışmayı gerçekleştirmek için gerekli
belgeleri ve kaynakları toplama aşamasındayım. Allah'ın izniyle
çalışmayı tamamladığımda, bunu okuyuculara takdim edeceğim.
O
halde düşünürlerimizin problemi, (tahrif edilmekten ve bozulmaktan)
korunan vahiy naslarını, beşerî metinleri analiz etmede kullanılan
kriterlere tabi kılmak istemeleridir. Bu istek, çok büyük bir bilimsel
hata olup, bizi bilgi hatalarına düşürür. Çünkü beşerî bilgi nispi,
ilahî hitap ise mutlaktır. İlahî hitap, -Sudanlı filozof Muhammed Haccı Ebu'l-Kasım'ın açıkladığı gibi- sözün, ilahî ve lûgâvi kullanımıdır. Yüce Allah da Kur'an hakkında şöyle diyor:
"Muhakkak
ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. (Resulüm!) Onu
Ruhu'l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için,
Apaçık Arapça bir dille. O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da
vardır. Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi,
onlar için bir delil değil midir? Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine
indirseydik de, Bunu onlara o okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. Onu
günahkârların kalplerine böyle soktuk. Onun için, acıklı azabı
görünceye kadar ona iman etmezler. İşte bu (azap) onlara, kendileri
farkında olmadan, ansızın geliverecektir." (Şuara: 192-201).
Bir
başka yerde de şöyle diyor: "O'nu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu
onlara düşmez; zaten güçleri de yetmez." (Şuara: 210-211).
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hz. Peygamber'e Sorulan Soruların Kur'an'daki Cevapları |
|
Yorumları Göster (0) - Konuya Yorum Ekle
Sonpeygamber.info-Özel
Yazarın
amacı, Arap toplumunun bu soruları neden sordukları düşüncesinden yola
çıkarak sosyolojik bir zihniyet ve karakter tahlili yapmak ve Kur’an’ın
tarihsel ve dönemsel durum veya algıların ürünü olan bu soruları
cevaplandırırken dahi evrensel mesajlar iletmesi noktasından hareketle
Kur’an’ın tarihselliği ve evrenselliği tartışmalarına katkı sağlamaktır. |
Konulu
Kur'an tefsiri çalışmalarının sayı ve nitelik bakımından artış
göstermeye başladığı günümüzde bu duruma paralel olarak özgün
araştırmaların da ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda Kadir Canatan
tarafından kaleme alınıp Beyan Yayınları'nca basılan ve Hz.
Peygamber'in yaşadığı devirde kendisine sorulan on üç soruya Kur'an'da
verilen cevapları -hem soruların arkasındaki zihnî yapıyı irdeleyerek
hem de Kur'an'ın bunları cevaplandırma noktasında izlediği yöntemi
dikkate alarak- inceleyen Kur'an'da Hz. Peygamber'e Sorulan 13 Soru adlı kitabın da konusu itibariyle ilgi çekici bir ilk örnek görünümünde olduğu söylenebilir.
Yazar, eserinin önsözünde Kur'an'da "Sana soruyorlar. De ki:" kalıbıyla
yer alan on üç soruyu incelemekte iki amaç güttüğünden söz etmektedir.
Bunlardan ilki bu soruların sahibi olan Arap toplumunun bu soruları
neden sordukları veyahut da neden bu soruları sordukları düşüncesinden
yola çıkarak sosyolojik bir zihniyet ve karakter tahlili yapmak, diğeri
ise Kur'an'ın tarihsel ve dönemsel durum veya algıların ürünü olan bu
soruları cevaplandırırken dahi evrensel mesajlar iletmesi noktasından
hareketle Kur'an'ın tarihselliği ve evrenselliği tartışmalarına katkı
sağlamaktır.
Eserinin yazılış amacını bu şekilde ortaya koyduktan sonra bu on üç
soruyu "gayb âlemine ilişkin sorular" ve "dünya hayatına ilişkin
sorular" şeklinde iki genel başlık altında kategorize eden yazar daha
sonra tek tek bu soruları ve cevaplarını analiz etmektedir. Eserin Sonuç bölümünde
ise bu sorular ve cevapları üzerinden genel çıkarımlarda bulunulmakta
ve eserin yazılışı sırasında amaçlanan iki noktaya dair yargılara ve
yorumlara ulaşılmaktadır.
Eserin genel çerçevesini bu şekilde çizdikten sonra esere dair dikkat
çekici bazı unsurlara yönelmek de bu ilgi çekici çalışmayı analiz
etmede fayda sağlayacaktır. Bu bağlamda öncelikle yazar tarafından
yapılan kategorizasyonun başarısının göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi çalışmaya konu olan sorular yazar
tarafından "gayb âlemine ilişkin sorular" ve "dünya hayatına ilişkin
sorular" şeklinde iki başlık altında ele alınmıştır. Gayb âlemine
ilişkin sorular Mekke döneminde müşrikler tarafından sorulmuş
sorulardır ve bu sorulara cevap mahiyetindeki ayetlerin hepsi de Mekkî
ayetlerdir. Bu soruların soruluş amacı da genel olarak ilâhî mesajı
hafifsemek veya en azından sorgulamak ve Peygamber'in söylediklerini
alaya almak veya O'nu gayba dair çetin sualler sorarak köşeye
sıkıştırmaktır.
Kur’an
soru sorulmasını değil, çok ve abes soru sorulmasını olumsuzlamaktadır.
Bunun sebebi de çok sorunun cevaplanmasının eşyanın serbestliği
ilkesine ters düşecek, abes soruların cevaplanmasının da insanı
kavramaktan aciz olduğu bazı yükümlülüklerin altına sokacak olmasıdır. |
Gayba ilişkin sorular kıyamet vakti, ruhun sırrı, kıyamet gününde
dağların durumu, azabın gerçekliği ve Zülkarneyn'in kişiliğine dair
sorulmuş olan beş adet sorudan ibarettir ve görüldüğü üzere bunların
çoğu da öte dünyayla alakalı sorulardır. Bu noktada kıyamet ve ahirete
dair bu soruların Mekke müşriklerince sorulmuş olmasının nedenlerine
yönelen yazar Cahiliye Arapları'nın âlem tasavvurunun bu soruları
sormalarında etkisinin olduğunu ifade etmekte ve bu tasavvurla İslam'ın
dile getirdiği âlem tasavvurunun mukayeseli bir analizini yapmaktadır.
Bu bağlamda kadim Arap zihniyetinde dünyayla bağlarını koparmış soyut
ve uzak bir Tanrı algısının ve bu uzaklığın giderilmesi ve bir
yakınlaşmanın temin edilebilmesi için ihdas edilmiş aracı tanrıların
(yani putların) varlığından bahsedilmekte ve Tanrı'nın dünyevî olanın
dışında düşünülmesiyle kıyamet, ahiret, hesap ve azap gibi gaybî
kavramlara kapalı tek katmanlı bir dünya tasavvurunun Araplar arasında
yer ettiğinin altı çizilmektedir. Dünyayı maddi ilişkilerden ibaret bir
mekân olarak algılayan ve bütün hesapların bu dünyada olup biteceğine
inanan böylesi bir zihniyetin İslam'ın birbiriyle ilişkili iki dünyanın
var olduğunu ifade eden ve bu dünyada yapılanların karşılığının
görüleceği bir öte dünya olgusunu ortaya koyan âlem tasavvurunu
anlamlandırmakta ve algılamakta güçlük çekmesi ise kaçınılmazdır.
Birbiriyle çelişen ve çatışan bu iki âlem tasavvuru Mekkeli müşriklerin
gayba dair bu soruları sormalarına sebep teşkil etmektedir. Onlar
anlamlandıramadıkları ve maddi bir âlem tasavvurunun tahakküm olduğu
bir devrin insanları için inanılası gelmeyen Kur'an söylemlerinin
üzerine giderek muhalefetlerini konumlandırmışlar ve Peygamber'i de bu
noktalar üzerine sordukları sorularla köşeye sıkıştırmayı
amaçlamışlardır.
Kitapta "dünya hayatına ilişkin sorular" başlığı altında toplanan
sorular ise sekiz tanedir ve bunların tamamı Medine döneminde
Müslümanlar tarafından sorulmuş sorulardan oluşmaktadır. Bu sorular da
hilâllerin işlevi, Allah yolunda harcama, haram aylarda savaş, içki ve
kumarın hükmü, yetim hakları, kadınların özel halleri, helallerin
sınırları gibi konulara sahip sorulardır ve görüldüğü üzere günlük
yaşamda ortaya çıkan sorunlara cevap arayacak nitelikte sorulmuş ve
Cahiliye'den kalan bazı âdetlere veya inançlara karşı İslam'ın nasıl
bir tavır alacağını öğrenmek amacıyla Müslümanlarca merak edilen bazı
hususların açıklanmasını temin edecek şekilde kurgulanmış sorulardır.
Bu noktada bu soruların ilk gruptaki soruların aksine Kur'an'ın
mesajını alaylı bir üslupla sorgulayıcı veya Peygamber'i sınayıcı bir
tarza sahip olmadığı, aksine Kur'an mesajını daha iyi anlamak ve bunu
günlük hayata tatbik etmek maksadı güdülerek sorulduğu görülmektedir.
Fakat soruların sahiplerinin ve üslubunun değişmiş olmasına rağmen bu
gruptaki sorulardan da kadim Arap kültürüne ve zihniyetine dair bazı
çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Zira bu soruların çoğunun da
soruluşunda İslam öncesi Arap kültüründe yer alan bazı unsurlara
İslam'ın yaklaşımı noktasındaki merak rol oynamaktadır. Bir eski-yeni
çatışması içerisinde yeni olanı kurgulamaya çalışan bir toplum
modelinin karşılaştığı sorunlara çözümler aranması ve eskiye dair hangi
algıların değiştirilip hangilerinin muhafaza edilmesi gerektiğinin
sorgulanması Peygamber'e bu tip soruların sorulmasına sebep olmuştur.
Fakat
Kur’an’ın bu tarihsel soruları cevaplandırmış olması onun evrensellik
vasfına aykırılık arz etmez. Çünkü Kur’an’ın bu tarihsel soruları
cevaplandırma noktasında da evrensel hükümler vermek veya hükmün nasıl
verilmesi gerektiğine dair evrensel bir mesaj iletmek şeklinde bir
üslubu mevcuttur. |
Bu on üç sorunun içeriğini, mahiyetini ve sorulmasına sebep olan arka
planı bu şekilde tarif ettikten sonra eserde üzerinde durulan ikinci
bir önemli nokta olan Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in bu sorular
karşısında takındığı tavır veya bu sorulara cevap verme biçimleri
üzerindeki incelemelere geçilebilir. Öncelikle bu soruların tamamının
tarihsel bir arka plana ve dönemsel bir mahiyete sahip olduğu
görülmektedir. Bu sorular ya o devirdeki Arap kavminin zihnî
tasavvurlarına ve kültürel unsurlarına dair ya da bu tasavvur ve
unsurlara aykırı düşen İslamî söylemi anlamlandırmak amacıyla sorulmuş
sorulardır. Bu yüzden de bu sorular tarihsel olma özelliği taşırlar.
Fakat Kur'an'ın bu tarihsel soruları cevaplandırmış olması onun
evrensellik vasfına aykırılık arz etmez. Çünkü Kur'an'ın bu tarihsel
soruları cevaplandırma noktasında da evrensel hükümler vermek veya
hükmün nasıl verilmesi gerektiğine dair evrensel bir mesaj iletmek
şeklinde bir üslubu mevcuttur.
Kur'an'ın bu soruları cevaplandırma noktasında izlediği diğer bir
önemli yöntem ise gerektiği kadarını cevaplandırmak şeklinde formüle
edilebilir. Bu noktada Kur'an gaybî sorulara verdiği cevaplarda insan
aklının kavramakta zorluk çekeceği ve aciz kalacağı konularda onlara
bilgi vermemeyi seçmiş ve insanlara pratik olanla yetinip Allah'ın
ilmine giren konularla ilgilenmemelerini öğütlemiştir. Diğer taraftan
dünya hayatına dair sorularda da özellikle haramlık-helallik bağlamında
çok fazla soru sorulmaması gerektiğini belirtmiş, haram dairesinin
belli ve sınırlı olduğunu, bunun dışında kalan şeylerin ise insanlar
için serbest bırakıldığını bildirmiştir. Fakat Kur'an'ın çok ve abes
soru sorulmaması gerektiği şeklindeki bu ifadelerinin Kur'an'ın ve Hz.
Peygamber'in soruları cevaplandırmada isteksiz bir tutum sergiledikleri
şeklinde değerlendirilmemesi gerekmektedir. Zira böylesi bir
isteksizliğin aksine çalışmada konu edilen on üç sorudan on birine
Kur'an tarafından net cevaplar verildiği, kıyametin zamanı ve ruhun
sırrı ile alakalı iki sorunun ise gereken nispette cevaplandırıldığı
görülmektedir. Yani Kur'an soru sorulmasını değil, çok ve abes soru
sorulmasını olumsuzlamaktadır. Bunun sebebi de çok sorunun
cevaplanmasının eşyanın serbestliği ilkesine ters düşecek, abes
soruların cevaplanmasının da insanı kavramaktan aciz olduğu bazı
yükümlülüklerin altına sokacak olmasıdır.
Son olarak Kur'an'da Hz. Peygamber'e Sorulan 13 Soru adlı bu
eserin, özgün bir konu çerçevesinde dikkat çekici temas ve
değerlendirmeler içeren önemli ve başarılı bir çalışma olduğunun altı
çizilmelidir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
ebu turab Uzman Uye
Katılma Tarihi: 08 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 529
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam,
kuranın tarihi diğer bir deyişle o anki tarihsel döneme ait hükümleriyle cihanşumul hükümlerini doğru ayırmak noktası mevzuun en hayati noktasıdır.
__________________ "sadece iki şey sonsuzdur evren ve insan ahmaklığı..
ilkinden o kadar da emin değilim." (albert einstein)
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Özgür-Der İzmir
Şubesi’nin düzenlediği alternatif eğitim seminerleri, Kenan Levent’in
sunduğu “Kur’an’ın Anlaşılmasının Önündeki Modern Engeller: Tarihselci
Yaklaşım” başlıklı konuyla devam etti.
Tarihte
her ekolün Kur'an'ı anlamaya çalıştığını ve bunun için usul arayışına
girerek kendine Kur'an'dan dayanak bulmaya çalıştığını ifade ederek
sözlerine başlayan Levent, günümüzde de klasik usullerin yanlış ve
yetersiz olduğunu söyleyen modern yaklaşımlar olduğunu belirtti. "Bu yaklaşımların çıkış noktası Batı. Kendi deyimleriyle söylediklerini kastetmiyorlar; kastettiklerini de söylemiyorlar!
Bu çalışmalar bağlamında Kur'an'ın gündeme gelmesi sevindirici, ama
Kur'an'ın istediği cemaat, toplum, ümmet olmanın önüne engel
çıkarıyorlar. Bu
çalışmaların mahiyeti ve ne amaçla yapıldığı, araştırmada izlenen yol
ve usul, araştırmayla neyin hedeflendiği önemli. Sonuçta daha iyi birer
Müslüman mı olacağız, yoksa mevcut hâl meşrulaştırılmış mı olacak?"
şeklinde konuşan Levent, tarihselcilik kavramı üzerinde de durdu.
"Tarihselciliğin tanımında izafilik var; belirli bir tanımı yok. Bütün
olayları ve durumları içinden çıkılan duruma bağlıyor; zamana ve mekâna
önem veriyor. Tarihselciliğin aydınlanmanın ürünü olduğunu ve
ilerlemecilikten doğduğunu söyleyenler var. Kur'an'ı belirli bir tarihe
ait olarak ele alıyorlar. Tüm tanımlar zaman ve mekân; tarih ve
coğrafya olgularına önem veriyor. Oysa zamanı ve mekânı esas alınca,
olayı o tarihten ve o coğrafyadan çıkarıp günümüze getiremeyiz Evrensel
bir hakikate ulaşamayız" diyen Levent, "Tarihselciliğin Alman idealist
felsefesinden doğduğunu, Fransız egemenliğine karşı koymak için
üretildiğini söylüyorlar. Tarihselciliğin temel dayanağı olan
aydınlanma kilise/din karşıtıdır, insan merkezlidir. Akılcıdır; aklı
putlaştırır. Yol gösterici olarak aklın yeteceğini söyler. Nesnel ve
evrensel olduğu iddiasındadır. Deisttir; bir yaratıcının varlığını
kabul edebilir ama aynı yaratıcının insanlara vahiy gönderdiğini kabul
etmez. Tanımlayıcı ve müdahalecidir. İndirgemecidir. Homojenleştirici
ve totaliterdir; kimsenin herhangi bir hakikati esas alıp o gözle
dünyaya bakmasını kabul etmez" diyerek akılcılık-aydınlanma-tarihselci
bakış açısı arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Tarihselciliğin,
yazar-metin-okuyucu bağlamında, okuyucunun yazarın yerine kendisini
koyup metni okuyabileceğini savunduğunu ifade eden Levent, "Böylelikle
insanın Kur'an'ı okurken kendini Allah yerine koyabileceğini savunmuş
oluyorlar" dedi. Kur'an'ın
özünden uzak yaklaşımların 'Müslümanlar eliyle İslam'ın içinin
boşaltılmaya çalışılması' olduğunu vurgulayan Levent, "Değişim
meşrudur, ama meşruiyetin neye dayandığı önemlidir. Değişimin
belirleyici etmenleri nelerdir? Hangi araçlarla ve yöntemlerle
yenileşeceğiz? Bunlar önemli sorulardır ve mutlaka cevap bulmaları
gerekir. 'Çağdaş Kur'an(lar)' üretme amaçlı çalışmalar, işi metin
değiştirme noktasına kadar vardırabiliyor. Kur'an'a 'kudsî hadis'
muamelesi ve vurgusu yapıyorlar. Oysa Kur'an, kendisinden 'kitap'
olarak bahsediyor" diye konuştu. Levent,
sözlerini şöyle sürdürdü: "Kur'an'da çelişki olduğunu, iç bütünlük
bulunmadığını savunuyorlar. Kur'an bunu yalanlıyor. Zaten Kur'an insan
ürünü olmadığı için, yirmi üç yılda parça parça indiği için
giriş-gelişme-sonuç bağlamında değerlendirilemez. İçeriğindeki
kavramlar birbiriyle irtibatlıdır ve birbirlerinin açıklar.
Şirk-zulüm-tuğyan, islah-ifsad ve benzeri kavramları örnek buna
verebiliriz. Tarihselciler, klasik usulden olduğu halde nesih
teorisini, esbab-ı nüzulü, makasıd-uş şeriayı kullanıyorlar. Aslında
ayetlerin belli bir olay üzerine inmesi, ilke belirlemek içindir.
Esbab-ı nüzuldense nüzul ortamı önemli; ama bunlar belirleyici değil,
etkileyici ve yardımcıdır." Tarihselciliğin
içinde bulunduğu açmazlara da cevap veren Levent "Ahkâm ayetleri
uygulanamasa ya da uygulamaları geçici olarak durdurulsa bile bu,
kuralın temelli kaldırıldığı anlamına gelmez. Ayrıca bunlar, 'ahlak'ı
her şeyden ayrı tutuyorlar; oysa ahlak imandan ve ukubattan bağımsız
değildir. Örtünme ayetini cariye-hür ayrımı bağlamına sıkıştırıyorlar.
Örtü üzerinde çok duruyorlar; çünkü tesettür, aydınlanmanın
homojenleştirme hedefinin önüne engel olarak çıkıyor. Beden üzerinde
kimin söz sahibi olacağı belirleneceği için, egemen statüko da bu
açılıma destek veriyor. Faiz hakkındaki görüşleri, mevcut kapitalist
tekelleşmeyi yıkmaya yönelik değil; durumun meşruiyetini göstermeye
yönelik. Peygamberin şahsıyla ilgili ayetleri öne sürüyorlar; ama
'Peygamberde bizim için güzel bir örnek olduğu' gerçeğini atlıyorlar"
şeklinde konuştu. Tarihselciliğin temelleri de özetleyen Kenan Levent; - Tarihselcilikte genel-geçer bir doğru olmadığını, - Tarihselcilerin "Her şey doğduğu şartlara bağlıdır; bunları günümüze aktaramayız" görüşüne sahip olduklarını, -
Tarihselciliğin tarihin lineer (düz) bir şekilde ilerlediğini kabul
ettiğini, oysa Kur'an'ın, tarihin inişli çıkışlı olduğunu söylediğini, - Tarihselciliğin, hayatı düzenleyen hükümlerin kaldırılmasını istediğini ve omurgasız bir din tasarladığını ifade etti. Program, gelen soruların cevaplandırılmasıyla son buldu.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tarihsellik-Evrensellik Bağlamında
GELENEKSEL KUR’AN TASAVVURU ÜZERİNE
“Eğer
yerdeki tüm ağaçlar kalem olsa, deniz de -arkasından yedi deniz daha
katılarak- mürekkep olsa,yine Allah’ın sözleri (ilim ve ezeli kelamı)
tükenmez.Allah, azizdir,hekimdir.” (Kur’an,Enfal,27)
İslam
dünyasının, modernitenin belirleyici olmaya başladığı çağlardan
itibaren karşılaştığı sorunların şu veya bu şekilde inananların İslam
tasavvurlarıyla doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir. Aslında bunu
modernite öncesi çağlara teşmil etmek de mümkün… Başka bir ifadeyle,
Müslümanlar İslam’ı, Allah’ın (Kur’anın) ve Hz.Peygamberin tarihe
söylediği son sözler; aşkın, mutlak, değişmez, zaman-mekan ve olgudan
bağımsız mesajlar içeren bir din olarak algılamaktadırlar.Hitap-maksat
(söylem-mesaj) ayrışmasının yaşanmadığı, Kur’an ve Hz.Peygamberin
hitaplarındaki lafızların zaman-mekan ve olguyla birebir örtüştüğü uzun
asırlar boyunca bunun bir sorun teşkil etmediği rahatlıkla kabul
edilmelidir…Fakat moderniteyle birlikte İslam toplumu, Kitap ve Sünnet
lafızları ile olgu arasındaki örtüşmezliği farkına varmış ve İslam’ın
mesajının anlaşılması ve yorumlanmasında günümüzde de devam eden
tartışmalar başlamıştır. Müslüman coğrafyadaki
tarihsellik-evrensellik tartışmalarının doğru bir zeminde
seyredebilmesi için, bu tartışmaların Kur’an eksenli olarak yürütülmesi
gerektiği kanaatindeyiz…Çünkü, tüm çağlar boyunca, inananların hayata
bakışını, algı ve tasavvurlarını en derinden etkileyen, yönlendiren ve
vahyedildiği tarihten bugüne lafız olarak hiçbir şekilde değişmeden
günümüze intikal eden en önemli kutsal metin Kur’andır… Yalnız,
tartışmaların Kur’an eksenli yapılması, “İslam’ın sadece Kur’andan
ibaret olduğunu” çıkış noktası yapma düşüncesinden kaynaklanmıyor…Böyle
bir mantığın red edilmesi gerektiği kanaatindeyiz…Tam tersine biz, ilke
olarak Sünnetin de Kur’andan sonra İslamın “birincil” ve temel
kaynaklarından olduğunu düşünüyoruz… Kur’an, Hz.Peygamberi de, helal
ve haram kılma yetkisi olan bir merci olarak bize gösterdiğine göre,
Sünnetle ortaya konan hükümlerin de Kur’an tarafından onaylanan
hükümler olduğu söylenebilir…Hatta, Musa Carrullah Bigiyef’in de
ayrıntılı olarak ortaya koyduğu gibi, bazı hükümler, önce Sünnet
tarafından ortaya konmuş, sonra bunları onaylayan bir ayet veya ayetler
inmiştir…[1] Kur’an
ile Sünnet arasında bu noktada kategorik olarak bir ayırım yapmanın
yanlış olduğu kanaatindeyiz; ancak, şu anlamda bir mahiyet farkı kabul
edilebilir: Kur’anın sübutü kat’i, delaleti, ilk muhataplar için kat’i,
sonrakiler için hem zanni ve ve hem kat’i olan ayetlerden
oluşmaktadır…Sünnet’in ise, hem sübutu ve hem de delaleti, ilk
muhataplar için kat’i, sonrakiler için zannidir… Başka bir ifadeyle,
eğer bir hükmün sünnetle ortaya konduğu sabit ise, onun Kur’anla
birlikte “din”den oluşu tartışma dışı kabul edilmelidir…Sadece,
sünnet’in, sonraki nesillere aktarımı Kur’anla aynı kesinlikte olmadığı
için bu noktada, sünnetin sıhhatini tespit sorunu var… Kur’an, belli
ayetlerden oluşmaktadır ve bu konuda sübut açısından bir tartışma yok;
ama hadisler için aynı şey söylenemez…Öncelikle, hadislerin sayısı
konusunda bir ittifak yok, sonra, sıhhati konusundaki görüşler
farklı…Fakat bunların hiç biri, hadislerin gözardı edilmesi için bir
sebep olmamalıdır…Sonuçta, hadislerle ortaya konan hükmü tespit etmek,
“daha zor”dur, daha geniş araştırmaları gerektirmektedir…Nitekim, İslam
dünyasında, tek bir hadis üzerine yapılmış doktora tez(ler)inin varlığı
(İftihar Zaman), bu gerçeği ortaya koymaktadır. Kur’an, 23 yıllık,
Hz.Peygamberin hayatta olduğu zaman dilimi içinde inen bir sözlü
mesajdır… Kur’an vahyi inmeye devam ederken, Hz.Peygamber, sünnetle
dini hükümler ortaya koyduğunda aynı zamanda Kur’an inmeye devam
ediyordu ve eğer, bunların içinde Allah’ın onaylamadığı bir hüküm
olsaydı, peygamber mutlaka uyarılırdı…Nitekim, örmekleri var…Abdullah
İbn Ümmü Mektum konusunda bile peygamberi ikaz eden Yüce Allah’ın,
diğer konulara lakayt kalması düşünülemez…“Bedir Esirleri”ne yapılan
muamele vb. başka konulardaki ikazları hatırlayalım…[2] Dolayısıyla,
eğer, Sünnet’le ortaya konan dini bir hüküm, “sabit ise” ve vahiy
tarihi boyunca, Allah’ın aksine bir hükmü/vahyi yoksa, bunların Allah
tarafından din olarak kabul edildiği sonucuna varmak lazım… Bunların,
“dinin aslı” olup olmadıkları değil, sabit olup olmadıkları ve hem ilk
muhatap ve hem de sonraki nesiller için “delaletleri” tartışılmalıdır
sadece… Sünnet’in “vahiy”le ilişkisi de, O’nun “bağlayıcılığı”
sorunundan bağımsız olarak tartışılmalıdır bizce… Başka bir ifadeyle,
biz de Prof.Subhi es-Salih’le birlikte, “vahiy hadisesinin sadece
Kur’an-ı Kerime mahsus olduğu” kanaatindeyiz ve Kur’an vahyi dışında
“Allah-Cebrail-Resul iletişimin çok sınırlı olduğunu” düşünüyoruz. Diğer
taraftan, söylendiği anda Sünnet’in tümünün vahye dayandığı kabul
edilse bile, hadisler “mana ile rivayet edildiği” için, şu anda
elimizde olan hadis külliyatının vahye dayandığını söyleme şansımız
yine olamaz… Ayrıca, Kur’an, Hz.Peygamberin kendi dönemindeki bazı
olayları yorumlarken hata ettiğine tanıklık etmekte ve peygamberin bazı
kanaatlerini tashih etmekte, bazen de uygulamaları şiddetle
kınamaktadır.Sünnet’i vahiy olarak kabul ettiğimizde, daha önce inen
bir vahyin, yine vahiy tarafından düzeltilmesi sözkonusu olur ki, bunun
vahiy düşüncesi açısından çıkaracağı sorunlar ortadadır. Fakat tekrar
belirtelim ki, bu durumun, “bağlayıcılık” açısından önemli olmadığı
kanaatindeyiz… Hz.Muhammed’in Allah tarafından bir peygamber olarak
gönderilmiş olması bu açıdan bizim için yeterlidir….Bu durumda
Peygamberin, vahiy tarihi boyunca din adına ortaya koyduklarının ümmet
açısından aynen Kur’an gibi (tarihsel-toplumsal bağlamı içinde doğru
anlaşılması ve yorumlanması şartıyla) “mutlak” bağlayıcı olduğu
kanaatindeyiz. Kur’anla Sünnet arasındaki fark, “Allah ile insan
veya Halık ile mahluk arasındaki fark kadar büyük değil;Hz.Peygamberin
yanılabilirliği oranında azdır.[3] Bütün bunlara rağmen, biz, yine de bu tartışmaların Kur’an eksenli yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Tartışmalar,
Kur’an eksenli yapılmadığında, İslam tarihi boyunca, bu konu hakkındaki
doğrudan ve dolaylı tüm tartışmaları okuyup değerlendirmek ve kaale
alınmak durumunda kalınır ki, her şeyden önce bunun pratik açıdan
mümkün olmadığı ortadadır. Ayrıca, Kur’an ekseninde bu sorun hakkında
bir kanaate varıldıktan sonra, konuyla ilgili kişisel fikirleri
hakkettiği yere doğru olarak yerleştirmek daha da kolay olacaktır. Bu
yazıda, öncelikle tarihsellik-evrensellik tartışmalarının, Kur’an
tasavvuruyla ilişkisini, sonra da evrenselliğin Kur’an açısından
temellendirilip temellendirilemeyeceğini ortaya koymaya çalışacağız.[4]
1-Geleneksel Kur’an Tasavvuru Geleneksel
tasavvura göre Kur’an, Allah’ın O’nda kendi sonsuz kudretini, ezeli ve
ebedi, her şeyi kuşatan ilmini ortaya koyduğu ve Allah’ın kendisini
kanıtladığı “ilahça” ayetler/talimatlar içeren, zaman-mekan ve olgudan
bağımsız, kelam-ı kadim, aşkın bir kitaptır. Buna göre, “Allah’ın
Kur’andaki son sözleri, O’nun tarihe söylediği son sözlerdir; Kur’an,
mevcut biçimi ve içeriğiyle, insanlığın gelişiminin son noktası
gözetilerek ezelde kurgulanmıştır;dolayısıyla, Kur’anın lafzi delaleti
ebediyen kâfi ve şâfidir.(tarih üstüdür.) Kur’an metni ile çağdaş durum
arasında bir mübayenet sözkonusu ise,yapılması gereken, her ne pahasına
olursa olsun Kur’ana dönmek;yani,günümüz şartlarını,Kur’an ifadeleriyle
uyum sağlayacak, Kur’an hükümlerinin uygulanabileceği bir yapıya
kavuşturmaktır.”[5] Kanaatimizce,
Kur’anda, Allah’ın, sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyup ilahça
konuştuğu ve bütün insanlara yatay ve dikey anlamda evrensel olarak
hitap ettiği ayetler de vardır. Fakat, Lokman suresindeki şu ayet,
Allah’ın aşkın, mutlak, evrensel sözlerinin herhangi bir kitapla
sınırlanamayacağını, O’nun ilminin kitaplara sığmayacağını,
dolayısıyla, tarih boyunca indirdiği tüm vahiyler gibi Kur’anı da bir
hikmete binaen belli bir formda tarihsel olarak indirmeyi irade
ettiğini ortaya koymaktadır: Eğer yerdeki tüm ağaçlar kalem olsa,
deniz de -arkasından yedi deniz daha katılarak- mürekkep olsa,yine
Allah’ın sözleri (ilim ve ezeli kelamı) tükenmez.Allah,
azizdir,hekimdir. (Kur’an,Lokman/27) Diğer taraftan bilindiği gibi
İslamî dünya görüşünün temel tezi, dünya hayatının bir “imtihan”
olduğudur. Eğer yüce Allah, Kur’andaki, emir, yasak, yönlendirmeden
oluşan talimatlarla, kıyamete kadar gelecek olan insanların
sorunlarına/ihtiyaçlarına cevap verecek bir kitap indirmeyi dileseydi
ve Kur’andaki hükümleri, hiçbir süreç gözetmeden bir defada indirseydi,
o zaman, zaten bu durum, “imtihan sırrı”na aykırı olurdu ve elbette ki,
yine O’nun emir ve iradesi doğrultusunda bu hükümler lafız olarak tüm
çağlara hitap eden evrensel buyruklar olurdu. Belki de, bütün insanlar
başka hiçbir şeye ihtiyaç kalmadan İslam’ın üstünlüğünü kabul edip
Müslüman olurlardı. Bu durumda Allah, insanlara “İlahça” hitap etmiş
olurdu. Başka bir ifadeyle, “Azametini, Kudretini ve İlmini” göstermiş
ve böyle davranmış olurdu… Oysa, Kur’anın iniş sürecinde de açıkça
görüleceği gibi Allah kitabında, tüm insanlığı bir “imtihan”a tabi
tutmakta;insanlara “insanca” (insan için), beşerin seviyesine göre
(Arap’ların zihinsel kapasitelerinin kaldırabileceği kadar), “Hikmet,
Rahmet, Merhamet ve Şefkatiyle” hitap etmektedir. Özsoy’un ifadesiyle,
“Allah insanla el ele tarih içinde yürüme tenezzülünde bulunmuştur.”[6] Kur’anda,
Allah’ın kendi sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyduğu (“siz, şunu
yapamazsınız” tarzında) “insana meydan okuması” bağlamında
yorumlanabilecek tek konunun, Kur’anın icazı, fesahat ve belağatiyle
bütün Araplara meydan okuyup onları dize getirmesi ve mağlup etmesi
olduğu kanaatindeyiz. Kaldı ki, bizce bu da aşkın bir meydan okumadan
çok, tarihsel bir meydan okumadır ve Kur’anın Allah kelamı olduğu kabul
etmeyen müşriklere karşı, Kur’anın Allah’ın sözü olduğu ve peygamberin
bunu kendi kafasından uydurmadığı noktasında Hz.Muhammed’i ibra etme
–ve belki- Müslümanların imanlarını kuvvetlendirmeye yönelik bir meydan
okumadır.[7] Bu
itibarla, geleneksel düşünceye egemen olan Kur’anın, lafzı itibariyle,
yatay ve dikey anlamda tüm insanlığın sorunlarını çözmek, mümkün ve
muhtemel sorularına cevap vermek üzere ezelde Allah tarafından
kurgulandığı düşüncesi, Kur’an metninin tanıklığına başvurulduğunda
temellendirilmesi hiç de kolay olmayan bir düşüncedir. Kur’an,
Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini içeren aşkın bir kitap olarak
tasavvur edildiği ve tarih boyunca her konuda “varlık-bilgi ve değer”in
tek kaynağı olarak kabul edildiği için, O’nun lafızları, sözümona
evrenselleştirmek ve tazim amacıyla alabildiğince istismar edilmiş ve
Arap dilinin asla kaldıramayacağı anlamlar yüklenmiştir. Halbuki,
“Kur’anın, temel misyonu olan din konusunda muhatabına ‘bilgisel’
katkıda bulunmayı da amaçladığı doğrudur;bu itibarla Kur’ana dini
konularda bilgi kaynağı olarak başvurulması kaçınılmazdır.”[8]
Bunun dışında Kur’anın katkısının “bilgisel” değil “ahlaki” bir katkı
olduğunu düşünüyoruz. Başka bir ifadeyle, “herhangi bir olayın nasıl
oluşum gösterdiği konusunda Kur’an ifadelerinden hareketle bilgi sahibi
olmak mümkün değildir.”[9]
Çünkü, “Kur’anı onunla çağdaş olmayan konu ve olgularla ilgilenen bir
kitap gibi göstermek, tarihi iki kez çarpıtmak anlamına gelir;ilkin,
ayeti tarihsel bağlamından koparmakla ve ikincisi, herhangi bir ayeti
bugünkü verili duruma yamamakla.”[10] “Böyle
bir yaklaşımla Kur’ana her şeyi söyletmek mümkündür: Kur’andan laik,
demokratik, çoğulcu hatta liberal bir devlet-toplum tasarısı da
çıkarabilirsiniz, teokratik ve totaliter bir sistem de; bilimselci bir
anlayış da çıkarabilirsiniz, bilim karşıtı bir anlayış da…Hatta onda
kendi toplumunuzun oligarşisinin övüldüğünü, 20.yüzyılın teknolojik
harikalarından sözedildiğini veya çağdaş dini veya siyasi önderlere
atıfta bulunulduğunu gözlemleyebilirsiniz.Nitekim bütün bu sayılanlar,
kimi zaman Kur’an mucizesinin eşsiz belgeleri olarak, kimi zaman da
Kur’anın yorum zenginliğine ne kadar açık olduğunun göstergeleri olarak
tedavüle konulmuş görüşlerdir.Sözümona evrenselcilik adına Kur’anı
kendi tarihsel bağlamından ve kendi anlam dünyasından koparan bu
anakronizmin, her türlü siyasal ve ideolojik istismara ve yönlendirmeye
açık”[11] olduğu ortadadır. Allah,
Kur’anda, bilim, toplumsal düzen (hukuk, ekonomi, siyaset, ahlak vs.)
konusunda kendi ilmini ortaya koymayı irade etseydi, bunlar, şu anda
elimizde bulunan belli sayıdaki ayetlerden oluşan Kur’ana sığmazdı.
Kur’anı, bir tıp, hendese, astronomi…kitabı olarak görmek de zikredilen
sebeplerle doğru olamaz.İslam medeniyetinin ve toplumun tarihsel
süreçte, kendi dinamikleriyle bilim ve teknolojiye yaptıkları “katkı”
ayrı bir bahis;fakat Kur’anı bilimsel ve teknolojik icatları şifreli
olarak içeren bir kitap olarak okumaya çalışmak, ancak onun lafızlarını
istismar etmekle mümkün olabilecektir. Diğer taraftan, Kur’an,
yukarıdan beri kısaca temas ettiğimiz bu antropolojik bakış açısıyla
okunmadığı için genellikle ona bir “kanun kitabı” gibi bakılmıştır… Halbuki,ilgili kitaplarda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi,[12]
İslamî ilimler içinde, nassları anlama ve yorumlamada bir yöntem
geliştirebilmiş tek disiplin, fıkıh usulü’dür. Bu yöntemin özelliği
ise, nasslara birer kanun metni gibi yaklaşması ve böylece ele
almasıdır. Halbuki bu yöntemin nasslara uygulanmasının şu açıdan yanlış
olduğu söylenebilir: Kur’an ve Sünnet lafızları “kültür ve medeniyet”
sahasında olduğu gibi, “hukuk”a da kaynak olmakla birlikte, sırf birer
hukuk kuralları ve kendilerini sırf hukukla çevreleyen birer kod
değildirler. İslam tarihi boyunca rastlanan tüm Batıni yorumların[13] Kur’anı kendi tarihsel-toplumsal bağlamından kopararak aşkın okuma sonucu ulaşılan yorumlar olduğunu ayrıca belirtmeliyiz. Şimdi,
Kur’an metni, her yönden O’nun tarihselliğini ve içkinliğini ortaya
koyarken, İslam dünyasında O’nu aşkın olarak tasavvur eden bir
düşüncenin egemen olmasının neyle izah edilebileceğini anlamaya
çalışalım.
2-Tarihsellik-Evrensellik ve Gelenek Kur’an’ın hitapları ile verili durum arasındaki uyumsuzluk net olarak İslam toplumun modernite tecrübesi[14]
ile anlaşılmıştır.İslam geleneğinde bugünkü anlamda tartışmaların
olmaması, Kur’anla aynı tarihsel zaman diliminde yaşayan bilginlerin
düşünce ve yorumlarının egemen kılınması ve mutlaklaştırılmasıyla
açıklanabilir. Başka bir ifadeyle, “Bu hükümlerle ilgili, geçmiş
asırlarda neden bir tartışma yoktu ve bu onlar için bir sorun teşkil
etmiyordu da bugün biz tartışıyoruz?” sorusunun cevabı burada
aranmalıdır. İslamî ilimlerin tedvin edildiği dönemde yaşayan
bilginlerin çağı, İslam’ın doğuş asrıyla temelde aynı yapıda olduğu
için, haliyle onlar, bütün yorum ve değerlendirmelerini, zaten var olan
bu sistemin/değerlerin ayrıntılarını tespit etmeye, müesseselerini
yorumlamaya, kuramlarını oluşturmaya ayırmışlardır. (Ki,İslam’ın
doğduğu, miladi VII. yüzyıldaki sosyal yapı, neredeyse bütün Ortaçağ
boyunca aynı kalmaya devam etmiştir.) Hatta, bu yapının değişmesi
hiçbir şekilde sözkonusu olmayacakmış gibi yorumlar yapmaya, hükümler
çıkarmaya çalışmış, dahası, buna muhalif sayılacak her türlü yorumu
şiddetle reddetmişlerdir… Bütün olup bitenlere, baş döndürücü hızlı
gelişmelere, toplumsal yapıdaki köklü değişikliklere, dünya
görüşlerinin, uluslar arası ilişkilerin, üretim ve tüketim
biçimlerinin, insanlar arası iletişimin, örf ve adetlerin…daha önceki
asırlarda asla tahmin edilemeyecek oranda değişmesine rağmen, ümmetin
onlara beslediği fiili –ve haklı- hürmet, ne yazık ki, düşüncelerinin
ve ortaya koydukları kişisel içtihatların da “mutlak”laştırılmasına
sebep olmuştur. İslamî nass’lar, miladi VII.yy.da belli bir toplumda
indiği ve doğrudan onlara hitap ettiği, daha doğrusu evrensel mesajı
belli bir tarihsellik üzerinden verdiği halde, nass’ların kendi
bünyesinde açıkça nass’ların tarihsel olarak okunabileceğine dair lafzî
anlamda bir delil/karine bulunmamaktadır. Dolayısıyla biz her şeyden
önce şöyle bir tedirginlik yaşıyoruz: Neden, daha önceki alimler böyle
bir konuyu tartışma gereği duymadılar da biz duyuyoruz? Acaba, bu
imanımızın zayıflığından ya da, İslam dünyasının bir yenilgi ve kriz
içinde olmasından mıdır? Başka bir ifadeyle, İslam dünyası bir yenilgi
ve kriz içinde olmasaydı, biz yine bunları tartışıyor olacak mıydık? Halbuki,
kanaatimizce bu yanlış bir sorudur ve doğrusu şu olmalıdır: İslam’ın
doğduğu asırlardaki sosyal yapı hiç değişmese ve –faraza- her şey aynı
kalsaydı, biz bunları tartışıyor olacak mıydık? Bu mümkün olmadığına
göre, İslam’ın doğduğu Ortaçağ’daki sosyal yapı bütünüyle değiştiği
için, şayet moderniteyi biz kurmuş olsaydık bile yine bu tartışmalar
olacaktı. Hatta belki o zaman bu sorunları, komplekssiz bir şekilde
daha sıhhatli bir zeminde tartışıyor olacaktık… Nitekim İslam
devletinin en güçlü döneminde Hz.Ömer’in tasarruflarını ve yaptığı
köklü değişiklikleri biliyoruz… Kaldı ki, bugünkü anlamda
tarihsellik düşüncesinin İslamî gelenekte bir temele oturmuyor
olmasının, tarihsel yaklaşımı nakzetmeyeceği kanaatindeyiz. Bizce
önemli olan, temel mantık açısından İslamî geleneğe “aykırı olmaması”,
başka bir ifadeyle, İslamî gelenek içinde “kabul ve izah edilebilir bir
temel”e dayanıyor olmasıdır ki, bu noktada, Hz.Adem’le başlayan vahiy
tarihine göz attığımızda tarihsel yaklaşımın bir meşruiyet sorunu
olmadığı söylenebilir.
3-Lafızların Tarihselliğinin Kanıtları
Kur’anın
mevcut metninin, O’nun tarihselliğinin en açık kanıtı olduğu
kanaatindeyiz.Başka bir ifadeyle, Allah, gökten, verili durumu ve ilk
muhatap toplumu gözardı ederek, yatay (bütün yeryüzü için) ve dikey
(kıyamete kadar) anlamda tüm insanlığın sorunlarını çözmek üzere, O’nda
sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyduğu, aynı zamanda tüm toplumların
anlayacağı ortak bir dille yazılmış bir manifesto indirmek yerine,
mesajını belli bir tarih (Miladi VII.yy.), toplum (Arap toplumu) ve
insan (Hz.Muhammed) üzerinden vermeyi irade etmiştir.Tersi olsaydı,
yani, Allah, Kur’anı aşkın bir kitap olarak indirmeyi irade etseydi,
elimizdeki Kur’anın çok farklı bir muhtevaya sahip olması gerekirdi. Bu
durumda Kur’an yatay ve dikey anlamda tüm insanlığın mümkün ve muhtemel
bütün sorunlarına çözüm getiren; değişen tüm zaman mekan ve olgulara
uyum sağlama esnekliğini taşıyan hükümleri içermeliydi. Böyle olsaydı,
herhangi bir çağda yaşayan Müslümanların “Bu meselenin İslam’a göre
hükmü nedir?” sorusuna cevap arama diye bir sorunu da olmayacaktı.Zira,
Kur’an metni, lafzıyla bu sorunların cevabını da içeriyor olurdu. Halbuki,
Kur’anı tetkik ettiğimizde, sonsuz ilmine sonsuz kudretine rağmen
Allah, bazen, kocası hakkında peygamberle tartışıp şikayetini dile
getiren kadının durumuyla ilgili ayet indirmekte,[15] bazen, â’mâ (görme engelli) birinden yüzçevirdi diye peygambere serzenişte bulunmakta[16] bazen, zamanına bakmaksızın peygamberin hanesine girip çıkan bedevileri ikaz etmekte,[17] kimi zaman da Peygamberin eşine iftira eden insanlara verilecek cezayı bildirmektedir.[18] Aslında
sadece Kur’an değil, tarih boyunca indirilen tüm vahiyler belli bir
tarih ve toplum üzerinden indirilmiştir; başka bir ifadeyle
tarihseldir. Bizden öncekilere “haram” kılınan bazı şeylerin bize
“helal” kılındığının belirtilmesinden bunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Keza, bu yazı çerçevesinde ayrıntılarına girme imkanımız olmayan “tedric”, ve kimilerince “vahyin nüzulünde bir nevi tedric”[19] olarak kabul edilen “nesh” olgusu da vahyin tarihselliğinden başka ne anlama gelir? “Kur’anda
sözleri, inançları, ahlaki tavırları iktibas edilerek eleştirilen
kişilerle birlikte, bütün Kur’an boyunca polemiğe girilen insanların
Arap yarımadasında oturan büyük çoğunluğu Arapça konuşan ve Arap olan
Müslüman, Müşrik, Yahudi, Hıristiyan ve Münafık gruplardan oluştuğu”[20] ortadadır. “Mekki ve Medeni ayetlerin içerikleri ve muhatap kitlenin Mekki ayetlerde ‘kafirler’ [21] olduğu halde, Medine’de ‘Yahudiler’[22], ‘Ehl-i Kitap’[23] ve ‘Münafıklar’[24] olarak değişmesi hitabın tarihselliğini gösterir.”[25] Kur’anın
“hududullah” (Allah’ın sınırları) olarak nitelediği ve ve o sınırları
çiğneyenleri “zalimler/kafirler/fasıklar” olarak nitelediği, kimi
tamamen özgün hitap çevresinin örfüyle ilgili (zıhar gibi),[26] kimi de o günkü dünyada da egemen olan bazı hükümler (Cizye,[27] Haraç,[28] Fey,[29], Ganimet[30] ve Kölelik’le[31]
ilgili hükümler vs.), zaman içinde kendiliğinden ortadan kalkmıştır.
Başka bir ifadeyle, özgün hitap çevresinden lafızlarına uygun bir
sosyal yapı oluşturulması istenen bu hükümlerin daha sonraki asırlarda
uygulama alanı kalmamıştır. Bu durumun, sözkonusu hükümlerin
tarihselliği anlamına geldiği kanaatindeyiz. Kanaatimizce, şayet
Kur’anın üzerine indiği toplumsal yapı hiç değişmemiş olsaydı veya
değiştiği halde biz bu değişimi yok sayıp Kur’an hükümlerini lafzi
anlamda aynen uygulama konusunda mutabakat sağlamış olsaydık, o zaman
tarihsellik düşüncesinin meşruiyeti tartışılabilirdi. Böyle değil de,
ortada tek bir istisna bile olsa, bunun tarihsel yaklaşımın meşruiyeti
için bir zemin teşkil edebileceği söylenebilir…Kaldı ki, tam tersine
Kur’anı aşkın kabul eden kişilerce bile lafzî anlamının ötesinde, başka
bir ifadeyle “tarihsel” olarak okunan ve yorumlanan yeteri kadar örnek
hükme sahibiz. Örneğin, "Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar
hazırlanmasını” (Enfal 60) emreden ayeti , çok rahatlıkla "günün silah
teknolojisi ve askeri donanım" olarak "lafızdan farklı" anlayabiliyoruz. Günümüzde birden fazla evlilik[32]
yapmaya iştahlı çok kişi çıkabilir ama, çok az kişi kendi kızının bir
erkeğin 2. (veya 3-4.) eşi olmasına razı olabilir. En dindar kadınların
da yine çok azı bunu kabul eder. Ayrıca, burada, “erkeklerin birden
fazla eşleri arasına katılın!” tarzında kadınlara yönelik bir emir veya
tavsiye de yok; erkeklere alabilecekleri yönünde “ruhsat” var.Çünkü, o
günkü “erkek egemen sosyal yapı”[33] içinde kadınların zaten böyle bir seçme (veya red etme) şansları yok ki, bunun anlamı da tarihsellikten başka bir şey değildir. Kadın dövmeyi[34] erkeğin bir hakkı olarak gören bir ebeveyn veya Müslüman kadına rastlamak da neredeyse imkansızdır. Hiç kimse, faraza, bir savaşta esir düşse, kendisinin "köle", kızının veya ailesinin (evli de olsalar) "cariye" statüsünde[35]
değerlendirilmesini değil, kendisine "uluslar arası savaş esirleri
statüsü"nün uygulanmasını talep edecektir. Halbuki, elimizdeki kutsal
metinler ( ayet ve hadisler) böyle bir sosyal yapının var olduğu bir
dünyada inmiştir ve bütün bunlar asırlarca İslamî gelenekte tartışmasız
olarak "lafızla uyumlu" bir şekilde anlaşılmış, yorumlanmış ve uygulama
da böyle olmuştur. Hz.Peygamberin, bundan sonra herhangi bir kadınla evlenmesini yasaklayan ayet,[36]
cariyeler konusunda herhangi bir yasaklama getirmemektedir. Bunun
anlamı, Allah'ın kendi kulları (hür-köle) arasında bir ayırım yapması
ve hür'ü köle'ye üstün tutması olmayacağına göre, bu, sözkonusu
ayetlerin üzerine indiği sosyal-kültürel yapıyı ve realiteyi baz
aldığının en açık kanıtıdır. Bir suç işlemeleri halinde, cariyelere ve
kölelere verilen ½ ceza[37] tarihsellikten ve sosyo-kültürel yapının belirleyiciliğinden başka ne anlama gelir? Keza, Kur’an, bizzat maktulün velisine kısas hakkı tanımaktadır.[38] Vahiy asrında Hz.Peygamberin uygulaması da bu yönde olmuştur.[39]
Günümüzde böyle bir durumda bu hakkı maktulün velisine vermek sözkonusu
olabilir mi? Kitap ve Sünnet’in lafızlarına mutlak bağımlılığıyla
tanınan Suudi Arabistan’da bile infazı devlet yapmaktadır. Hz.Peygamberin,
bazı uygulamaları, kendisinin de Kur'an ayetlerini "dinamik" olarak
yorumladığının kanıtları olarak kabul edilebilir. Bunun örneği Mut'a
(geçici evlenme)[40]
konusudur.Çünkü, bilindiği gibi, belli şartlarda (Hayber savaşından
önce ve Mekke Fethinde) Kur'an ve Hz.Peygamber tarafından uygun görülen
bir durum, daha sonra, onu nesheden bir ayet olmamasına rağmen bizzat
Hz.Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Kur’an’ın belli hükümlerini
tarihsel kabul edip diğer kısımlarının tarihsel olmadığını iddia
etmenin de tutarlı olmadığı kanaatindeyiz. Başka bir ifadeyle, Özsoy’un
da belirttiği gibi, “Kur’anın tamamında ya bütün insanlık durumları göz
önünde bulundurulmuş ve bütün insanlığa hitap edilmiş ya da evrensel
mesaj, belli bir tarihte, belli bir kitleye, onların anlayacağı dil ve
şekilde verilmiş olabilir.Benim kanım, Kur’anın yalnızca bir kısmında
değil, tamamında hitap ettiği insanların, onların koşullarının,
kültürlerinin vs. göz önünde bulundurulduğu;yani Kur’anın bütünüyle
verili bir durumu baz alan ‘tarihsel’ bir hitap olduğu yolundadır.”[41] Değişim
kapsamında değerlendirilmesi sözkonusu olmayan bir örnek vermek
gerekirse, Kur'anın ilk muhatapları olan Arap müşriklerinin "Allah
inancı" tam olarak bilinmeden, daha doğrusu, onların Allah hakkında ne
kadar yanlış inançlara sahip oldukları, onu hakkıyla idrak
edemedikleri, elleriyle yaptıkları putlara taptıkları ya da bunları,
kendileriyle Allah arasında bir şefaatçi olarak gördükleri vs. gibi
realite tam olarak bilinmeden, Kur'anda "aşırı" derecede ve ısrarla
Allah’ın isim ve sıfatlarına, kudretine, büyüklüğüne yapılan vurguları
anlamakta zorluk çekilebilir. Sözgelimi Kur'an bugün nazil olmuş
olsaydı, Allah hakkında ortalama sahih bir fikir sahibi olan bu
insanlara indireceği kitabında da bu hususları aynı şekilde vurgulama
gereği görecek miydi? Ayrıca, vahyin kesilmesi üzerinden daha yarım
asır geçmeden Hz.Ömer’in, hitap-maksat uyumsuzluğunun ortaya çıktığı,
başka bir ifadeyle ayetin lafzının maksadı gerçekleştirmediğinin ortaya
çıktığı durumlardaki farklı uygulamaları, bu büyük sahabenin, “asıl
olanın lafızla verilen mesaj olduğunu” tam olarak kavradığının, bu da
lafzın tarihselliğinin ifadesidir. Kaldı ki, kanaatimizce Hz.Ömer
vb. sahabenin bu tür uygulamaları sadece tarihsel yaklaşımı teyit ve
meşruiyetini temellendirme açısından önemlidir. Yoksa, Hz. Ömer’in tam
tersi uygulamaları ve düşünceleri, Kur’an hükümlerinin aşkın olduğu
yönünde ifadeleri, hatta iddiaları olsaydı bile, bu durum, tarihsel
yaklaşımı nakzetmezdi. Çünkü, Hz.Ömer de Kur’anla, aynı tarihsellikle
konuşuyor.Başka bir ifadeyle, onun zamanı, tam da Kur’anın üzerinde
konuştuğu tarihsellik…[42]
Henüz “maksat-hitap” (mantuk-mefhum) ayrışması veya uyumsuzluğu
sözkonusu bile değil… Dolayısıyla Hz.Ömer’in düşüncesi, sadece
“maksat-hitap ayrışması” olduğunda İslam toplumunun nasıl
davranabileceğini göstermesi açısından bizim için ufuk açıcıdır. Şunu
da ilave delim ki, İslam hukukçularının ve müfessirlerin çoğu “arızi
bir durum ortaya çıktığında had’lerin uygulanmayacağı” konusunda
hemfikirdirler. Bu durumda, “modernite”nin, tarihsellik karşıtlarınca,
nas’ların bir kısmının menat’ının kalmaması, büyük oranda değişmesi
veya tamamen ortadan kalkması anlamında, neden arızi bir durum olarak
kabul edilmediğini anlamak zordur. Bu itibarla, tarihsel yaklaşımı
savunan düşünürlerin tek dayanağının Hz.Ömer’in uygulamaları olduğunu
varsayarak çeşitli yorum ustalıklarıyla bu uygulamaların sözkonusu
yaklaşım için bir mesnet teşkil etmeyeceğini kanıtlamaya çalışmanın[43] tutarlı ve gerçekçi olmadığı söylenebilir.
4-Tarihselliği Yanlış Yorumlama Tezahürleri
Kur’anın
tarihselliği düşüncesine karşı çıkanlar, ya, sorun üzerinde yeterince
zihinsel bir çaba sarfetmediklerinden veya bilerek (ki, bu ihtimali
kabul etmek istemiyoruz) tarihsel nitelemesiyle, “belli bir tarihle
sınırlı olmak” kastediliyormuş gibi bazı yorum ve eleştirilerde
bulunmaktadırlar. Halbuki,
başta tarihsellik yaklaşımını İslam dünyasının gündemine taşıyan ve bu
yönde bir çığır açan Fazlurrahman olmak üzere tarihsellik düşüncesine
sahip tüm yazarlar, bunun “nass’ların belli bir tarihle sınırlı olması
ve diğer zamanlar için geçerli olmayacağı anlamına gelmediğini” açık
olarak ifade etmişlerdir. Örneğin, Fazlurrahman’ın düşüncelerinin
Türkiye’de doğru anlaşılmasında hayli katkısı olduğuna inandığımız
Prof.Ömer Özsoy, bu hususu yazılarında özellikle vurgulamaktadır: “Kur’an
hitabının tarihselliğini kabul etmek, onun mesajının erenselliğini
yadsımayı gerektirmez; bu, yalnızca ve yalnızca Kur’anî söylemin
doğasına ilişkin bir tespittir…” [45] “İnsanın
anlamasına konu olması itibariyle Kur’an hakkındaki ‘tarihsel’
nitelemesine, g enellikle onun mesajının geçerliliği dolayımında karşı
çıkılmaktadır.Oysa, bu niteleme, Kurânın önerilerinin geçerliliğine
ilişkin bir niteleme olmayıp, doğrudan doğruya onun nazil olduğu zaman
ve mekanla ilişkisini hareket noktası kılan, Kur’anî söylemin
‘ne’liğine ilişkin bir nitelemedir.”[46] Özsoy,Hırsızlık cezası örneği üzerinden bu düşüncesini şöyle netleştirmektedir: “Tarihsel
yaklaşım, Kurânın hırsızlık suçu için öngördüğü el kesme cezasının,
nüzul dönemi için önerilmiş bir ceza biçimi olduğu saptamasında
bulunmayı gerektirir;ancak bu tespit, ille bu cezanın bugün geçerli
olmayacağı anlamına gelmez.Zira, aynı ceza nüzul tarihindeki vaz’ediliş
gayesini bugün de gerçekleştirebilir.Kur’anda yer alan bu ceza
biçiminin, koyuluş gayesini gerçekleştirip gerçekleştirmediğini
sorgulamaksızın, sırf Kur’anda yer aldığı için bu ceza biçiminde ısrar
etmek ile yine aynı sorgulamayı yapmaksızın, sırf bugün ‘çağdışı’ bir
uygulama olarak algılanıyor diye, bu ceza biçiminin değişmesi konusunda
ısrar etmek arasında tarihsel perspektiften yoksunluk bakımından fark
yoktur.Zira, her iki tutum da, açıkça olgusal ve tarihsel olanı tarih
üstü kılmayı sonuç vermektedir: İlki, Kurânın tarihselliğini, ikincisi
ise, çağdaş tarihselliği.”[47] Yine
bu konuda bir başka yerdeki şu düşüncesi yeteri kadar açıktır:
“Kur’anın tarihselliği, Kur’anın çevre şartları tarafından
belirlendiğini değil, bu şartları ‘göz önünde bulundurduğu’nun, dikkate
aldığının ifadesidir.Kur’anın nüzul döneminin verili durumu tarafından
belirlendiğini söylemek, onu bütünüyle tarihin ürünü kılar ki, böyle
bir tezi, Kur’anı Hz. Muhammed’in eseri olarak gören bir müsteşrıkın
dahi kabul etmesi makul karşılanamaz.”[48] Tarihselci bakışı yansıtan görüşleriyle bilinen başka bir yazar da bunu şöyle ifade etmektedir: “Kur’anın
toplumsal alanla ilgili kölelik, aile, ceza, ticaret ve savaşla ilgili
fiilî yasamalarını (bu yasamaların dayanağı ahlakî ilkeleri değil)
miladi yedinci yüzyılda belirli (reel) bir sosyo-politik, kültürel,
coğrafî, ekonomik, demografik, ekolojik yapıda atılabilecek en nihaî,
en doğru, en âdil ve ahlakî adımlar olarak görmek gerektiği
kanaatindeyiz. Tekrar belirtelim ki, bu hükümlerin “tarihte” verilmiş
olmaları onların evrenselliklerini engellemediği gibi kesin olarak
zorunlu da kılmaz. Bu hükümlerin bugün de ve gelecekte de geçerli
olup olmadıkları, bu hükümlerle hangi maslahatların
gerçekleştirildiğinin belirlenmesine ve bu maslahatların bindörtyüz
yıllık toplumsal değişmeye rağmen hala değişip değişmediğinin Müslüman
araştırmacılar tarafından ortaya konulmasına bağlıdır.”[49] Ayrıca,
tarihselliğe eleştiri yönelten insanların neye, hangi açıdan karşı
çıktıkları, kendilerinin neyi savunduğunun açık ve net olmadığı da
söylenebilir… Çünkü, eleştirilerin bir kısmının tarihsellikle alakasını
kurmak hayli zordur.[50] Bu
yazı çerçevesinde bu eleştirileri değerlendirme imkanımız olmayacaktır
ama, eleştiriler içinde üzerinde en çok durulan argüman, “tarihselci
düşüncelerin Batı kültür havzasının ürünü olduğu, onların bunu kendi
kutsal metinlerine uyguladığı, Müslüman düşünürlerin de onlardan
etkilendiği” iddialarıdır.[51] Kanaatimizce,
tarihselci düşüncenin Batı’da nasıl ve neden ortaya çıktığı, nerelerde
ve nasıl kullanıldığından çok, onun bizim kültürümüz açısından göreceği
işlev önemlidir. Başka bir ifadeyle, tarihsellik düşüncesi “nass’ların
içinin boşaltılmasını ve hayatımızın dışına atılmasını mı sonuç
veriyor; yoksa, tam tersine onları yeniden keşfetmeyi ve hayatımıza
müdahil kılmayı” mı amaçlıyor? Bu açıdan bakıldığında, amacın ve
bütün çabanın, Kur’anı yaşanan zamana müdahil kılmak olduğu ve bu tür
düşüncelerin çağdaş İslam düşüncesine bir dinamizm kazandırma
potansiyeli taşıyabileceği, onu eleştirenler tarafından bile kabul
edilmiştir.[52]
Bunun sorunsuz bir süreç olmadığı söylenebilir. Daha doğrusu sorun,
İslamî gelenekte nass’ları anlama ve yorumlama sürecin de karşılaşılan
sorunlar ve mevcut olan riskler kadardır. “Zira, içtihadın kendisi,
Şari’in maksadının veya Kur’an ifadelerinin özgün anlamlarının (man’â
vad’i) ‘orada’ durduğu ve ‘keşf’ edilebileceği iddiası üzerinde varlık
kazanan bir girişimdir.”[53] Tarihsel
bağlamı yeniden kurgulamak epistemolojik bir sorun;Hiçbir zaman hiç
kimse, Allah’ın kastını kesin olarak tespit etme gibi bir iddiada
bulunamaz. Makasid’üş-Şeria’da da böyle bir iddia yoktur.Dolayısıyla,
tarihselciliğe izafe edilen ‘kendini Allah’ın yerine koyma’ girişimi,
mevhum bir şey; belki birileri için ‘gerekli öteki’ye özgü bir
tutum.Amaç, olsa olsa, Kur’anın muhataplarının zihninde doğurduğu
anlamı tespit etmek olabilir.Tarihsel yaklaşımın en azından ‘tahrif’le
‘yorum’u birbirinden ayırma yetisi taşıdığı [54] rahatlıkla söylenebilir. Kur’anın
tarihselliğine karşı çıkılırken, zaman zaman sorunun Kur’an ahkamını
değiştirme çabasına indirgendiğini ve özellikle hadlerin uygulanmasının
ulema tarafından zorlaştırılması nedeniyle, bunların zaten fiilen
uygulanmadığına veya uygulanmayacağına dair güvence verildiğine tanık
olmaktayız.Âdeta, ‘Allah ne derse desin, nasıl olsa biz yine
bildiğimizi okuyacağız’ demeye getiren bu tutumun, Allah’ın sözlerini
yücelterek tarihin hükmüne teslim oluştan kaynaklandığı açıktır.[55] Diğer
taraftan, kimi araştırmacılar da, söylemlerinde tarihsellik düşüncesine
karşı çıkarken, kendileri yeni tarihsellikler ortaya koymaktadırlar.
Hatta, bu yazarlar, Fazlurrahman’ın ortaya koymaya çalıştığı
tarihsellik düşüncesinden çok farklı olarak, “hükümlerin tarihsel ve
evrensel olarak ayırımının bir veya birkaç kişi tarafından belirli bir
sürede tamamlanabileceğini” ifade ederek, âdeta, Kur’andaki hükümlerin,
“evrensel” ve “tarihsel” olarak ikiye ayrılacağını ve “tarihsel”
olduğuna karar verilenlerin artık bizler ve gelecek nesiller için bir
bağlayıcılığı kalmayacağını kabul etmiş görünmektedirler.[56]
Dahası, sözkonusu düşünce sahipleri, sadece nass’ların doğasına ilişkin
bir tespit olduğu açıkça ifade edilen tarihsellik düşüncesini de çok
aşmışlardır. Bilindiği gibi tarihselci düşüncede İman, İbadet,
Ahlak, Cennet, Cehennem ve Gayp’ten haber veren ayetlerin değişmez ve
evrensel olduğu kabul edilmiştir. Halbuki bu düşünce sahipleri, her
nedense, böyle bir ayırım yapmamış, hatta, tarihsellik tartışmalarında
-neredeyse- hiç gündeme gelmeyen, Hz.Peygamberin eşleri ve aile hayatı
dahil olmak üzere abdest,namaz, oruç, hac gibi konulara da
tarihsellik/evrensellik kapsamında temas etmiş ve bu gibi konuları bile
böyle bir ayırıma tabi tutmuşlardır.[57] Fazlurrahman’ın
“ilkesiz yenilikçilik” olarak tavsif ettiği ve şiddetle eleştirdiği bu
ve buna benzer tutumların gerek yazılı ve gerekse şifahi olarak, bazı
çevrelerde hayli yaygın olduğu rahatlıkla söylenebilir.[58] Tarihselci yaklaşım, sanıldığı gibi[59] “yeni elde edilecek Kur’an ahkamını uygulamaya hazır bir İslam toplumun olduğu”[60]
varsayımı üzerine kurgulanmış bir düşünce/yöntem değildir. Daha
doğrusu, “insan”ı hedef alan herhangi bir metodolojinin bugünden yarına
hemen sonuç vermesini beklemenin doğru olamayacağı ortadadır.Fakat,
şimdilik genel anlamda böyle olumlu bir işlevi olmasa da, tarihselci
yaklaşımın, inananların; kendileri, aileleri, içinde yaşadıkları toplum
ve dünyayla daha barışık yaşamak için oldukça elverişli bir bakış açısı
olduğu rahatlıkla söylenebilir.Bir örnek vermek gerekirse, özellikle
son birkaç yıldır dünya gündemine oturan ve İslam imajını zedeleyen
uluslar arası boyutlu terör eylemleri (11 Eylül vb.), İslam’ın
(özellikle Kur’anın) gayr-i Müslimlerle ilgili hükümlerinin (başka bir
ifadeyle İslam’ın uluslar arası ilişkiler kuramının) tarihsel toplumsal
bağlamından koparılarak okunması ve yorumlanması sonucu girişilen
eylemler değil midir? Tarihselciliğin eleştirilmesi gereken yönleri
elbette olabilir.Dahası, tarihsellik düşüncesini İslam dünyasının
gündemine yerleştirmeye çalışan Fazlurrahman’ın anlaşılması zor bir
düşünür olduğu söylenebilir…Nitekim, Türkiye’de Fazlurrahman üzerine
yapılan -bildiğimiz kadarıyla- tek doktora tezinin sahibi Adil Çiftçi,
kitabının birkaç yerinde, “Fazlurrahman’ı doğru anlayabilmişsek” vs.
diyerek bu zorluğa işaret etmektedir.[61]
Fakat, doğru anlaşılması ve daha da aşılıp mükemmelleştirilmesi
şartıyla tarihselci yaklaşımın, İslam’ı hayata yeniden müdahil kılmanın
–şimdilik elimizde bulunan- mümkün ve elverişli yegane metodu/bakış
açısı olduğu kanaatindeyiz.
5-Kur’anı Anlamak ve Yorumlamak, Dilbilimsel bir Süreç mi, Yorumbilimsel mi? Kur’anın,
indiği tarih ve coğrafya ile yakın ilişkisi, buna mukabil bizimle
arasındaki zamansal ve kültürel mesafe ve gerekse onun kendine özgü
metinleşme tarihi ve biçimi, Kur’ana yönelik bir anlama ve yorumlama
faaliyetini, dilbilimsel bir süreçle birlikte daha çok yorumbilimsel
bir süreç olarak önümüze koymaktadır. Bunun hem Kur’an metninden ve hem
de geleneğimizden kaynaklanan sebepleri olduğu kabul edilmelidir. Bilindiği
gibi Kur’an, bugün elimizde olduğu şekliyle gökten indirilmiş bir kitap
değildir. O, Mekke’de ve Medine’de olmak üzere toplam 23 yıllık bir
zaman dilimi içinde Hz.Peygamber, müminler, müşrikler, Yahudi ve
Hıristiyanlardan oluşan özgün çevresine hitap eden canlı bir diyalog
şeklinde indirilmiş sözlü bir hitaptır. “Kur’anın vahyediliş sürecini
yok sayarak, sırf Kur’an bugün elimizde bir metin olarak duruyor diye
onu salt bir metin olarak tasavvur ettiğimizde, bugün pek çok örneğini
gördüğümüz gibi, onu, her türlü anlamı yüklemeye elverişli bir kitap
haline getiriyoruz.”[62] Bu itibarla öncelikle Kur’anın metinleşme tarihine temas etmek gerekir. Hz.Peygamberin,
müstakbel ümmetine karşı bir görevinin, onlara yazılı hale getirilmiş
somut bir ‘metin’ bırakmak mı, yoksa örnek alacakları bir ‘toplum’,
içine doğacakları ve bağlı kalacakları bir ‘gelenek’ kurmak mı olduğu
sorusu, Kur’an hakkında sağlıklı bir tasavvura ulaşmamızı sağlayacak
yeterlilikte tartışılmış değildir. Oysa, gerek böyle bir soruşturma
gerekse ilk nesillerin Kur’anı cemetmekle neyi hedeflediklerinin
sorgulanması, bize, onların bu işi bizim Kur’anı anlama konusunda
sıkıntılarımızı göz önünde bulundurarak yapmadıklarını gösterecektir.[63] Bu
yüzdendir ki, şu anda elimizdeki Kur’an metni, ne tematik, ne
kronolojik ve ne de sistematik olmayan kendine özgü bir sisteme
sahiptir ve Kur’anın herhangi bir konuda “ne dediğini” anlamak, onun
klasik tertibini aşan araştırmaları zorunlu kılmaktadır. Bunun da
yorumbilimsel bir süreç olduğu söylenebilir. Ne resmi Mushaf, ne de özel Mushaflar, daha sonraki nesillerin anlama sorunları göz önünde bulundurularak tertip edilmiştir.[64] Başka
bir ifadeyle Kur’anın bugünkü tertibi “anlama” hedefli değildi; çünkü,
bu işi yapan neslin zaten ortada böyle bir sorunu yoktu. Amaçları, aynı
zamanda Müslümanlar için bir tilavet kitabı da olan Kur’an ayetlerinin
korunması ve gelecek nesillere aktarılması olmalıdır. Bu durumun daha
sonraki nesiller tarafından hakkıyla ve doğru olarak
değerlendirilmediği söylenebilir. Diğer taraftan Kur’anın -bu
yazının da ağırlıklı konusu olan- “tarihsel” bir hitap olması, bizim
konumumuzu özne-nesne ilişkisi bağlamında Kur’anın özgün hitap
çevresinin konumundan farklı kılmaktadır. “Onlar Kur’anla iki yönlü bir
ilişki içerisinde idiler. Kur’an, onların idrak ve vicdanlarına hitap
eden bir söz olarak, onların algılamalarına konu iken;onlar da Kur’anın
üzerine söz söylediği, yorumladığı ve değerlendirmede bulunduğu
nesneler dünyasına aittiler. Bugün ise bu ilişki tek yönlü yürütülmek
durumundadır.Zira artık Kur’an her yeni durumu ele almamakta,
yorumlamamakta ve değerlendirmede bulunmamaktadır. Buna mukabil o, yine
bizim idrakimizin ve vicdanımızın anlamasına ve algılamasına konu olmak
durumundadır.Vahyin kesilmesinden sonraki bütün nesillerden farksız
olarak, içinde bulunduğumuz tarih kesitinde de, Kur’anın bizlere
‘doğrudan’ hitap etmesi beklenemeyeceğine göre, bu hitabı dolaylı
olarak ve yeniden gerçekleştirecek olan biz olmak durumundayız.” “Onlar,
‘Kur’anı nasıl anlayabiliriz?’ gibi bir yöntem arayışı içinde hiç
olmamışlardı; zira, nüzul döneminde meramını anlatmak durumunda olan
Kur’an idi. Bunun sonucu olarak, Kur’an ifadelerinin biçimlenmesinde ve
Kur’an üslubunun oluşmasında muhatapların zihniyet dünyaları,
psikolojileri, günlük sorunları ve en temelde dilleri belirleyici
olmuştur.Kur’anda temas edilen son derece özel olaylar ve bazı isimler
bir yana, anlatılan kıssaların seçiminden tutunuz, bu kıssaların
anlatılış biçimi ve hatta en temel fikirlerin işleniş tarzına varıncaya
kadar, sözkonusu hitap çevresinin durumu gözetilmiştir.”[65] Bir
yorum nesnesi olarak Kur’an’a yaklaşılırken, bu nokta oldukça
önemlidir. Zira, tarih boyunca Kur’ana genellikle gökten şimdiki
haliyle inmiş bir kitap gibi yaklaşılmıştır.Halbuki, Kur’anın özgün
muhatapları dışındaki tüm muhatapları gibi, sıcak insanın suratına
inmiş, toplumsal bağlamı, nüzul sebebi, menatı olan sözlü söylemlerle,
iki kapak arasında toplanmış bir kitap olarak Kur’anla karşılaşan
bizler için, onu doğru anlamak ve yorumlamak daha fazla çaba gerektiren
bir süreçtir.Bunun en önemli nedenlerinden biri söz-metin farkıdır. Bu
itibarla öncelikle genel anlamda dilbilimdeki metin’le söz edim
arasındaki farka temas etmek gerekir Metin, kendi bağlamını kendi
içinde taşır; kendi içinde bir bütündür.Söz edimde ise, bağlam sözün
dışında bulunmaktadır. Ve sözü anlamak için bu söz dışı bağlama ulaşmak
gerekmektedir.[66] Sözlü
söylemde, konuşan kimsenin öznel niyeti ile söylemin anlamı öylesine
örtüşür ki, konuşmacının ne demek istediğiyle, söylemin ne anlama
geldiğini anlamak aynı şey olur.Yazılı söylemde ise, yazarın kastettiği
zihinsel niyet ile, kaydedilen metnin anlamı ayrışmıştır.Metnin
söylediği şey, yazarın söylemek istediği şeyden daha önemli hale
gelmiştir;çünkü, yazıda, söylemin anlaşılmak için yardım aldığı sözel
olmayan süreçler (tonlama, konuşma tarzı,mimikler, jestler)
kaydedilememiştir. Konuşan, konuşurken belli başlı eylemleri yerine
getirmeyi amaçlar ve bu amaca bağlı olarak, söylediği söz,
sorma,bildirme, betimleme, buyurma vb. edimsel bir eyleme dönüşür.Sözün
sahibinin amacı salt bilgi vermek olabileceği gibi, muhatabını
sinirlendirme, sevindirme, teselli etme gibi bir takım eylemler de
olabilir. Metin, yazarın amacının gerçekleşip gerçekleşemediğini
göremediği bir bir dil ortamıdır.Ama, söz edim, metnin tam tersine,
mütekellime bu imkanı tanır.Bu durumda mütekellim, duruma göre sözünü
yineleyebilir veya başka türlü ifade edebilir. Bir metnin inşasında
da benzer amaçlar güdülebilir.Bu durumda yazar, amacının önemine bağlı
olarak, metni, bütün mümkün durumları ve yanlış anlaşılma ihtimallerini
göz önünde bulundurarak kurar. Kur’an pasajlarının her biri yazılı
birer söylemdir. Dolayısıyla her bir Kur’an pasajı, anlaşılabilmesi
için, merinde yer almayan söz dışı (dolayısıyla, metin dışı) bağlama
muttali olmayı gerekli kılan bir ‘söz’ü vermektedir bize.Kur’an
metninin tamamı ise, bu vasıftaki çok sayıda ‘söz’den oluşan bir
‘sözler mecmuası’ndan başka bir şey değildir. Bu anlamda, yalnızca bu
sözler mecmuasıyla baş başa bulunan bir okur, Kur’anı anlamak için
gerekli olan malzemenin yalnızca bir kısmına sahip demektir.[67] Farklı
söz edimleri içeren her bir Kur’an pasajı ‘bütün’ün iki ana unsurundan
birini (söz) aktarırken, diğerini (söz dışı bağlam) dışarıda bırakan
bir metindir.[68] Elbette,
burada birebir örtüşme durumu aranmamalıdır. Çünkü Kur’an bir insan
sözü değil, Allah’ın kelamıdır.Ancak, O, kaynağı itibariyle ilahi olsa
da, insanın anlamasına konu olması bakımından, beşeri bir içeriğe
sahiptir, insanidir.[69]
Başka bir ifadeyle, “Üzerinde konuşulan nesne tarihsel olduğu sürece
kaynağın ilahiliği veya beşeriliği, sadece metinde yer alan
değerlendirme ve yargıların isabet şansları arasında bir fark yaratır.”[70]
Bu itibarla, dilbilimdeki metin söz ayrımının Kur’anın anlaşılması ve
yorumlanmasında da geçerli kabul edilmesi gerektiği söylenebilir. Kur’anı
anlama ve yorumlama sürecinin daha çok yorumbilimsel olduğunu, başka
bir ifadeyle, “Kur’anda yazılı olanın” değil, “Kur’anın ne dediği”nin
önemli olduğunu ortaya koyacağına inandığımız bir örnek verelim… Şöyle bir soru soralım: “Kur’anda kadının dövülmesinin hükmü nedir?” Bu
soruya klasik olarak verilecek cevabın, “Evet, Kur’anda bununla ilgili
şu ayet var ve bu yüzden Kur’an kadınların dövülmesini onaylamaktadır”
şeklinde olacağı söylenebilir. “Serkeşliklerinden
(sorumsuzluklarından) korktuğunuz kadınlara, önce öğüt verin, sonra
onları yataklarında yalnız bırakın/ilişkiyi kesin, (bu da fayda
etmezse) dövün!”) [71] Konuyla
ilgili bu ayet gereği, soruya verilen cevap “doğru” kabul edilebilir.
Gerçekte ise, bu ayeti, kendi tarihsel-toplumsal bağlamı içine
yerleştirip öylece okuduğumuzda, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Kur’anda kadının dövülmesi ile ilgili bir “ayet” var; ama, “kadını
dövme olgusu” yok… Çünkü bu ayet, kadının hiçbir hakkının olmadığı,
hatta (kız çocuğu olarak) kendisinden utanıldığı için diri diri toprağa
gömüldüğü bir ortamda, evlilik içinde, karısıyla olan bir sorununda ilk
tedbir olarak dayağa başvuran o günkü Arap erkeklerine, daha “insani”
yöntemler önermekte, dayağa başvurmalarına ancak en son çare olarak
izin vermektedir…Bu ayet, o toplumdaki erkekleri “mevcut olan”dan “daha
insani olan”a sevkeden bir öneridir. [72]
6-Sorun Kur’anı
tarihsel okuma, “türedi” bir yaklaşım değil, geleneğimizde zaten var
olan ve asırlarca tüm ulema tarafından uygulanan yöntemlerin ve bakış
açılarının (Mekki-Medeni, Sebeb-i Nüzul, Nasih-Mensuh,Semantik tahlil,
Halk’ul-Kur’an tartışmaları vs.), yeniden, ama onları aşan “farklı” ve
“ilkeli” bir yorumudur. Başka bir ifadeyle amaç, aynen İslamî gelenekte
yapıldığı gibi lafzın, Allah’ın iradesi doğrultusunda
Makasıd’üş-Şeria’yı temin edip etmediğini araştırmaktır. Hitap,
“maksad”ı (illet) temin ediyor ve örtüşüyorsa, zaten sorun yok;ama
lafız, “maksad”ı karşılamıyorsa ve hükmün zemini (menatı) ortadan
kalkmışsa, “lafzın ruhuna uygun” yeni ve farklı bir hükmün ortaya
konması tartışılabilecektir.Zaten, “İslam tarihinin klasik dönemleri
boyunca Kur’an hep tarih üstü bir metin olarak nitelenmiş olmakla
birlikte, aynı zamanda tarihsel bir hitap muamelesi görmüştür.”[73]
Çünkü, “Kur’anın hedefleri (Makasıd’üş-Şeri’a) Kur’anın lafzi
delaletlerinden bağımsız olmamakla birlikte, ondan
farklıdır.Dolayısıyla bu hedefleri göz önünde bulundurmayan bir Kur’an
okuması, Kur’anın lafzi delaletine bağlı kalındığı halde, bu
hedeflerden uzaklaşılmasını sonuç verebilmektedir.”[74]
Bunu, çokça bilinen Enfal suresi 60. ayet üzerinden şöyle
somutlaştırabiliriz: Günümüzde, herhangi bir İslam toplumu, bu ayetin
lafzına bağlı kalıp, devasa teknolojik savaş aletlerine karşı “Cihad
için bağlanıp beslenen atlar” hazırlamaya kalkarsa, bunun, ayetin
ruhuna/amacına da aykırı olacağı açıktır. Başka bir ifadeyle,
“Kur’anın insanlık ailesinden istediklerini, onun söyledikleriyle
(lafızlarıyla) sınırlamak, çoğu kez, onun insanlık için çizdiği
istikameti tersine çevirmekten başka bir şeyi sonuç vermeyeceği için,
hem Kur’ana hem de Kur’anın çağrısına kulak vermek isteyen insanlara
karşı haksızlık olacaktır. Kur’an, nazil olduğu dönemdeki
muhataplarına somut durumlar karşısında nokta hedefler
göstermiştir.Sonraki insanlara rehberlik sunacak olan, sözkonusu somut
durumlar ile nokta hedefler arasındaki ilişkinin istikametidir. Bu
istikamet ise, ancak Kur’anı kendi özgün bağlamında okumak suretiyle
elde edilebilir.”[75] Kur’anın
muhataplarından istedikleri, metinde verili iken, onun sonraki
nesillerden istediklerinin, Kur’andan hareketle ilgili nesiller
tarafından üretilmesi gerekmektedir.[76] Kur’an
ahkamından farklı çözümlere ulaşmak, Allah’a isyan etmek anlamına
gelmediği gibi,O’nun verdiği idealleri yeryüzünde tutturabilmenin
yegane yolu da olabilir.[77] Diğer
taraftan, hiçbir müslümanın Kur’ana sadakatten vazgeçmeyeceğini
düşündüğümüzde, gelenekçi Müslümanların tutumları bize daha müslümanca
görünse de, sonuçta, muhafazakarlar asr-ı saadet olarak
isimlendirdikleri tarihsel bir durumu, çağdaşçılar da ‘modern’ olarak
niteledikleri tarihsel bir durumu -olgusalı- değer haline getirmek gibi
bir hatada birleşmektedirler. Bu iki aykırı mutlakçı ucun ittifak
ettikleri nihai hüküm ise şudur: ‘Kur’an bugün tarihe müdahil
kılınamaz.’ Sonuçta, sekülarist çağdaşçı yaklaşım, Kur’andan bağımsız
bir değişim modeli önerdiği, hatta Kur’anı değişimin önünde bir engel
olarak gördüğü; muhafazakar gelenekçi yaklaşım da, yenilenmenin
Kur’andan kopmak olacağı gerekçesiyle her türlü yenilenmeye karşı
çıktığı için, her iki tutum da ‘Müslüman kalarak yenilenme’ formülünü
geliştirememiş; dahası, ‘Müslüman kalarak yenilenme’nin imkanına
inanmamıştır. Ayrıca, burada tarihselliğini sözkonusu ettiğimiz
vahiy, mutlak olan kelam-ı ilahi değil, şu anda elimizde bir kitap
olarak bulunan ve belli ayetlerden oluşan Kur’andır… İlahi kelam,
aşkındır, mutlaktır, oradadır… Kur’an ise, mutlak, aşkın olan ilahi
kelamın belli bir tarih (Miladi VII.yy) ve toplum (Arap toplumu) için
aktüelleştirilerek indirilmiş bir formudur.[78] Deyim yerindeyse o, “toplumsal yönüyle oluştuğu tarihin fıkhıdır.”[79]
Bu yönüyle Kur’andaki pozitif yasamaya, mutlak, aşkın, mutlak olan
Kelam-i ilahi’den, öncelikle özgün muhatap toplumu hedef alan bir
“kanunlaştırma” gözüyle bakılabileceği kanısındayız. Kur’anın
(Kelam-i İlahinin değil) aşkın, mutlak, zaman mekan ve olgudan bağımsız
kabul edilmesi, vahiy tarihi boyunca oluşan İslam tarihinin, “mümkün”
ve “muhtemel” değil, “zorunlu” bir tarih olduğunu kabul etmeyi
gerektirir.Bu ise, o tarihi oluşturan insanların özgürlüklerinin
elinden alınması demektir.Halbuki, Kur’ana baktığımızda, Allah’ın,
insanların özgür iradelerine müdahale etmeden onları
dönüştürmeyi/değiştirmeyi irade ettiğini gözlemleyebiliyoruz.Çünkü,
tersi, imtihan olmanın anlamsızlaşması demektir. İlhami Güler’in
ifadesiyle, “Kur’anın semantik, ideolojik, sosyal, iktisadi, hukuki,
siyasal ve antropolojik söylemi, bu söyleme vücut veren veya bu
söylemin içinde nisbi olarak şekillendiği tarihi toplumsal ortamdan
koparılamaz, soyutlanamaz.Hz.Muhammed’in ve arkadaşlarının vahiy süreci
(tarihi) boyunca –vahye de yansıyan- maruz kaldıkları veya maruz
bıraktıkları olaylar, doğrulukları –yanlışlıkları, mükemmellikleri-
zaafları ile ‘mümkün’ olaylardır, ‘zorunlu’ olaylar değildir.Bu tarih
diliminden, temel mesajı aynı yüzlerce değişik ‘Kur’an’ çıkma ihtimali
vardı.Örneğin, Mekke’deki on senelik katı müşrik direnişi
olmayabilirdi, hicret olmayabilirdi.Hendek, Uhud savaşları
olmayabilirdi.Savaşların neticeleri bildiğimiz gibi
olmayabilirdi.’Akabe’ biatlarında Medineliler Hz.Muhammed’e hüsn-ü
kabul göstermeyebilirlerdi, vs… Bütün bu mümkün ve muhtemel durumlara
göre Allah’ın değerlendirmeleri de (ayetler, Kur’an, vahiy) farklı
olacaktı.Bunu Kur’ana dayanarak temellendirmek de mümkündür.”[80] Kur’anî
mesajın, nüzul döneminden sonra yeniden tarihe müdahil kılınabilmesinin
tek yolu, İslam’ı yeniden canlı, dinamik bir geleneğe dönüştürmek, yani
‘Yaşayan Sünnet’i ihya etmektir.Bu ise, kuramsal bakımdan, vahyin
denetimi altındaki tecrübeden, yani nüzul döneminden sonra doğal olarak
beliren Kur’anî söylem-Kur’anî mesaj ayrışmasının farkına varabilmeyi
gerekli kılmaktadır.[81] İslam
tarihi boyunca Kur’anı anlama ve yorumlamada başlıca iki yöntemin
egemen olduğu söylenebilir.Birincisi; O’nu mutlak, aşkın kabul edip,
her türlü Batıni yoruma elverişli bir yorum nesnesi olarak kabul etmek,
O’na Arap dilinin asla kaldırmayacağı anlamlar yüklemek, kısaca her
konuda konuşturmak, kimi zaman da olabildiğince istismar etmektir ki,
bunun İslam tarihinde bolca yapıldığı rahatlıkla söylenebilir.[82]
Günümüzde bu bakışın uzantısı ise, Kur’anı bir taraftan her türlü
düşüncemizi, temenni ve iddialarımızı onaylatmak için elverişli bir
metin kabul edip, diğer taraftan da O’nu hayatımızın dışına itip
toplumsal hayatı seküler alana bırakmaktır. İkincisi ise, bizzat Kur’an
metninin tanıklığına başvurup, Kur’anı, insanın anlamasına konu olması
bakımından, “Allah’ın tarihi bir topluma yöneltilmiş tarihsel bir
hitabı”[83]
olarak kabul edip, O’nun öncelikle özgün muhataplarına “ne dediğini”
anlamaya çalışmak, içkin/antropolojik bir kitap olarak okumaktır. Günümüzdeki
Kur’anı aşkın, mutlak, evrensel okuma iddialarının sadece bir söylemden
ibaret kaldığını söylemek de mümkün…Çünkü, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, Kur’anın uygulama alanı ortadan kalkan veya özgün hitap
çevresinin örfünü yansıttığı konularda herkes bu hükümleri tarihsel
kabul etmekte ve buna göre tavır almaktadır.Başka bir ifadeyle Kur’an,
söylemde evrensel/aşkın/mutlak kabul edilip, uygulamada “tarihsel” bir
kitap muamelesi görmektedir.. Bu tarzda ilkesizce veya kimi zamanda
zevahiri kurtarmaktan başka bir anlama gelmeyecek şekilde hükümleri
tarihsel-evrensel diye kategorize etmek ve hatta bazen “Çağdaş
Kur’anlar” [84]
üretmek yerine Kur’an metni, her açıdan onun tarihselliğini ve
içkinliğini açıkça ortaya koyduğuna göre, bize düşen, tarihsel (yerel)
bir hitapla (lafızla) verilen evrensel mesajı keşfedip Kur’anı yeniden
hayatımıza müdahil kılmaktır. 7-Sonuç: Kur’anı hayatımıza ve
yaşanan zamana müdahil kılabilmek için, onu doğru anlamak ve yorumlamak
gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek olmadığı kanaatindeyiz. Bunun için
de öncelikle sahih bir Kur’an tasavvuru oluşturulması gerektiği
söylenebilir. Kısmen tüm İslam tarihine teşmil edilebilecek
geleneksel tasavvur, günümüzde de varlığını sürdürmeye devam
etmektedir.Bu itibarla, mantuk-mefhum ayrışmasının yaşanmadığı dönemler
için yeterli de olsa, bu tasavvurun günümüzdeki anlama ve yorumlama
süreci için elverişli olmadığı üzerinde bir mutabakat sağlanmalıdır. Başka
bir ifadeyle, günümüzde hazırlanan Kur’an mealleri ve tefsirler bile,
Kur’anı şu andaki Mushaf tertibiyle gökten inmiş bir kitap gibi
algılayıp buna göre anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Bu
itibarla, yapılması gereken öncelikli işlerden bir diğeri, Mushaf
tertibinin “tilavet” amaçlı olduğunu görüp, “anlama” amaçlı ve mevcut
tertibi aşan çalışmalar yapılmasıdır. Meal ve tefsirler bu doğrultuda
hazırlanmalıdır. Kur’anın mesajını günümüze doğru olarak
taşıyabilmek ve onun bize “ne dediğini” hakkıyla anlayabilmek için,
öncelikle özgün muhataplarına “ne dediğini” tam olarak anlamamız ve
ortaya koymamız gerektiğine göre,[85] şu anda böyle çalışmalardan bile yoksun olduğumuz söylenebilir. Diğer
taraftan, Fazlurrahman’ın, “Kur’anda Allah’ın söyledikleri, O’nun
bizden değil, Hz.Muhammed’in çağdaşlarından ne istediğinin
belgeleridir”,[86] tespiti üzerinde de yeniden ciddi olarak düşünmeliyiz. Bu
yüzden, Kur’anın özgün muhataplarına “ne dediğini” ortaya koyma amaçlı,
“1-Kur’an metninin pasajlara bölünmesi, 2- Pasajların
tarihlendirilmesi, 3-Pasajların, ait oldukları zaman dilimine irca
edilerek yeniden okunması”[87] tekliflerinin ciddi olarak değerlendirilmesi ve bunlardan yararlanılması gerektiği kanaatindeyiz. Bizim kanaatimize göre de, kronolojik tertip, her türlü yanlış anlama ve yorumlamayı engelleyecek bir okuma yöntemi[88] olarak kabul edilebilir.[89]
Hatta, bu kronoloji içine başta Hz.Peygamberin hadisleri olmak üzere
vahiy tarihini ve bu tarih diliminde olan-biteni yerleştirip böyle
değerlendirmenin iyi bir çıkış noktası olacağı ve bazı şeyleri,
örneğin, “nass-olgu-değişim ilişkisini” daha net görmemize yarayacağı
kanısındayız. Bunun, Hz.Peygamberin sünnetini tespit için de oldukça
elverişli bir yöntem olduğu söylenebilir. Çünkü, bu şekilde belli bir
zamana-mekana-olguya tekabül eden hadis (zira, Hz.Peygamber bir şey
söylemişse, onu mutlaka belli bir zamanda, mekanda ve olguya karşılık
olarak söylemiştir), öncelikle Kur’anın anlaşılması ve yorumlanmasında
ölçüt alınacaktır. Son olarak, başta merhum Fazlurrahman olmak üzere
tarihselci yaklaşımı İslam dünyasının gündemine yerleştirmeye çalışan
düşünürlere ve gerekse bu düşüncelerin zihnimizde netleşmesine katkıda
bulunan kitap ve makaleleriyle, hayatımızda doğru bir “denklem”
kurmamıza vesile olan tüm bilim adamlarına şükranlarımı ve
minnettarlığımı ifade etmek isterim. [1] Bkz.Kitab’üs-Sünne, Çev.M.Görmez, Kitabiyat yay. [2] Bu konuda bkz.Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s.235, Ankara 1999,TDV yay. [3] Bkz.İlhami Güler, Sabit Din, Dinamik Şeriat, Kitabiyat yay. [5] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, s.90, Kitabiyat yay. [6] Özsoy, s.94 [7] bkz.Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, s.39,Konya tsz.Hibaş yay. [8] Özsoy, s.151 [9] Özsoy, s.19 [10] bkz.İlhami Güler-Ömer Özsoy, Konularına Göre Kur’an, Önsöz. Ankara Okulu yay. [11] Özsoy, s.92 [12] bkz. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu s.163-168, Ankara 1997, TDV yay. [13] bkz.Mustafa Öztürk, Kur’an ve Aşırı Yorum, Ankara 2003, Kitabiyat yay. [14] Bkz.Özsoy, a.g.e.muhtelif yerler. [15] Kur’an, Mücadele, 1-4 [16] Kur’an, Abese, 1-11 [17] Kur’an, Al-i İmran, 122-127 [18] Kur’an, Nur, 11-20 [19] bkz.S.Salih, s.204. [20] Güler, s. 86 [21] Kafirun, 1 [22] Bakara, 47,83,122;Al-i İmran, 49,93; Maide, 32,70, 78 [23] Bakara, 105;Al-i İmran 69 [24] Kur’an, Nisa,88; Enfal,49 [25] Güler, s.88 [26] Mücadele,3-4. [27] Tevbe-29 [28] Mü’minun, 72 [29] Haşr, 7 [30] Enfal, 1,41 [31] Nisa, 92; Maide, 89; Nur,33;Mücadele, 3;Beled, 12. [32] Nisa, 3. [33]
Verili bir durum olarak Kur’ana yansıyan bu erkek egemen yapıyla ilgili
bkz.Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki
İzdüşümleri, Kitabiyat yay. [34] Nisa, 34. [35] Nisa, 24 [36] Ahzap,52 [37] Nisa, 25. [38] İsra, 33 [39] Bkz.Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, s. 436-437, Beyan yay. İstanbul 1996 [40] Nisa, 24. [41] Özsoy,s.76 [42] Bu konuda bazı örnekler için bkz.Muhsin Koçak, Hz.Ömer ve Fıkhı, İzmir 1987 (Basılmamış doktora tezi). [43] bkz.Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi-2 –Fazlurrahman- Kayıhan yay. [44] Böyle bir görüş için bkz.Ali Bulaç, Kur’an, Tarih ve Tarihsellik, Yeni Ümit Dergisi, Sayı 58, 2002. [45] Özsoy, s.74 [46] Özsoy,s.76 [47] Özsoy,s.64. [48] Özsoy, s.77 [49] Güler, Sabit Din, s. 97 [50]
bkz.Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan yay;Adnan Koşum,
Nassları Anlama ve Yorumlamada Yöntem Sorunu –Fazlurrahman Örneği- İz
yay.İstanbul 2004. [51] Bkz.Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan yay. [52]
Bkz.Kotan, s. 236; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis,
s.291, Ankara 1996, İsam yay.; Ali Bulaç, a.g.makale.;Hayreddin
Karaman, Tefsirde Eski-Yeni Tartışması, Yeni Ümit 2002, Sayı 58. [53] Özsoy, s.123 [54] bkz.Özsoy, s.102 [55] bkz.Özsoy, s.86 [56]
bkz.Ferhat Koca, İslam Düşüncesinde Yeni Arayışlar-1, (“Kur’ân-ı
Kerim’deki Fıkhî Hükümlerin Evrensellik ve Tarihselliğini Tespit
Konusunda Bir Deneme),s. 73-173, İstanbul 1998, Rağbet Yayınları. [57] bkz.Ferhat Koca, a.g. eser. [58] Bu yaklaşımların, Nisa, 34.ayet bağlamında genişçe tahlili için bkz.Özsoy, s.123-142 [59] bkz.Kotan,s.340 vd. [60] bkz.Kotan, s.342 vd. [61] bkz. İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat yay. [62] Özsoy, s.102 [63] bkz.Özsoy, s.45-46 [64] bkz.Özsoy, s.46 [65] bkz.Özsoy, s.12 [66] bkz.Özsoy, s.49 [67] bkz.Özsoy, s. 58 [68] Özsoy, s.50 [69] bkz. İlhami Güler, Sabit Din, s.70 [70] Özsoy, s.66 [71] Nisa,34 [72] bkz.Özsoy, s.138-142 [73] bkz.Özsoy, s.55 vd. [74] Özsoy, s.89 [75] Özsoy, s.140 [76] Özsoy, s.140 [77] Özsoy, s.86 [78] bkz.Özsoy, s.94 vd. [79] Güler, Sabit Din, 137 [80] İlhami Güler, Sabit Din, s. 136 vd. [81] Özsoy, s.120 [82] Bkz.Mustafa Öztürk, Kur’an ve Aşırı Yorum, Ankara 2003, Kitabiyat yay. [83] Bkz.Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat yay; İlhami Güler, Sabit Din, Dinamik Şeriat,Ankara Okulu yay. [84] bkz.Özsoy,126-142 [85] bkz.Özsoy, s.122 vd. [86] bkz.Özsoy, s.85 [87] bkz.Özsoy,s.161-164; ayrıca bkz.s.51 [88]
Zamanımıza ulaşmasa da, Hz.Ali’nin Kur’anı nüzul sırasına göre tertip
ettiğini bildiren rivayetler, bu açıdan oldukça önemlidir.bkz.Mehdi
Bazergan, Kur’anın Nüzul Süreci,s. 25 vd. Ankara 1998, Fecr yay. [89]
Tematik olarak hazırlanmış böyle bir çalışma için örnek olarak
bkz.İlhami Güler-Ömer Özsoy, Konularına Göre Kur’an –Sistematik Kur’an
Fihristi- Ankara Okulu yay.
Gönderen
Ahmet Erbay
zaman:
04:10
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
tarihsel bakış açısını kuranın günümüze ve tüm zamanlara hitab edebilmesi için sağlıklı bir yol olduğunu düşünmeye başladım...
bu bakış aslında kuranı sadece iniği zamna hasretmek sadece onları ilgilendirir demek değil...
o zamanın insanına doğru dürüst yaşamanın bir örneğini gösteren kuranın amacını ve yöntemini iyice anlayıp bu amacı her zaman için gerçekleştirebilir olma çabası...
bu çabaya içtihad kapısından girip başlamalıdır...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|