Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ritüeller türlerine göre;
Dinsel Ritüeller, Sihir/Büyü (Majik) Ritüeller, Sosyal Ritüeller.
Amaçlarına göre;
Günahların Temizlenmesi ya da Arındırma Amacıyla Uygulanan Kathartik
Ritüeller, Günahların Affı İçin Yapılan Ritüeller, Tanrıları Öfkesini
Yatıştırma Ritüelleri.
Kullanılan araçlara göre;
Benzetme/Analogie Ritüelleri, Sübstitüsyon Ritüelleri.
Ritüel nedir?
Her dinin iki kısmı vardır; birinci kısma teorik, ikinci kısmına dinin
pratik kısmı, diyebiliriz. Dinin teorik kısmını teoloji veya dinin
felsefesi olarak niteleyebiliriz. Mesela Hitit dinindeki teori nedir,
yahut dinin ana fikri yada felsefesi nedir?
İnsanların hayatında olabilecek iyi ve kötü
şeylerin tanrılardan geldiği, tanrıların efendi ve insanların da köle
konumunda olduğu, insanların tanrılara ancak iyi hizmet ettikleri zaman
iyi ve sağlıklı bir hayata kavuşabilecekleri, aksi halde bir efendi
kölesini nasıl cezalandırırsa tanrıların da onları aynı şekilde
cezalandırabileceği şeklinde bir düşünce, mesela Hitit dininin ana
felsefesi olarak düşünülebilir. Böyle bir düşünce yapısı çok tanrılı
dinlerde olduğu kadar, tek tanrılı dinlerde de dinin felsefesi
olabilir. Mesela Hıristiyanlıkta trinite dediğimiz, teslis dediğimiz
üçleme, yani Meryem, İsa ve Ruh-ül Kudüs üçlüsü dinin esas yapısını
oluşturur. Ayrıca Müslümanlık dininin teolojik doktrini kabul
edebileceğimiz, Hıristiyanlık ve diğer dinlerden farklı başka bir olgu
olan, Allah’ın tek ve ebedi olması, doğmamış ve doğurtmamış olması da
Müslüman dininin doktrini olarak ortaya çıkıyor. Bunu da İslam’ın ana
felsefesi olarak kabul edebiliriz. Dolayısıyla, her dinde bir teorik
kısım vardır, şeklinde düşünebiliriz. Bahsettiğimiz dinin aynı zamanda
inanç kısmıdır. Bunun yanı sıra bir de bu inancın uygulama kısmı vardır
ki, o da ibadettir. Yani inanç ve ibadet, dinin teori ve pratik
kısımlarını oluşturur. Farklı bir ifadeyle, teori=inanç ve
pratik=ibadet’tir.
İbadet ya da yeni Türkçe’si ile ‘tapınma’ nasıl yapılacaktır
dersek,tapınmanın her dinde belirli kuralları olduğunu görürüz.
Kilisede yapılan her türlü ayinlerin, camideki namazın, sinagogdaki
ibadetlerin hepsi birer tapınmadır ve bu tapınmanın nasıl yapılacağına
dair bir yönetmelik vardır. Yani bunların hepsi bir ritüele bağlı
olarak yapılır. Ritüel kelimesi, Latince ritus’tan gelir. Ritualis ise
‘ritüele ait’ demektir. Ritüel, bu tapınma işleminin nasıl yapılacağını
gösteren bir yönetmeliktir. Ritüelin esası her zaman aynı işlemin
yapılması ya da tekrarlanması ve her ayrıntının aynı kalmasına dayanır.
Yani namaz kılarken düşününüz ki; ne
zaman hangi namaz sûreleri okunacaktır, ne zaman rükû, ne zaman secde
yapılacaktır; bunların sırası bellidir ve değişmez. Diğer dinlere de
baktığınız zaman rahibin ne zaman ve nasıl bazı dinsel işlemleri yerine
getireceği bellidir ve bunlar her zaman aynı şekilde tekrarlanır.
Örneğin; bir papazın, buhurdanı ne zaman sallayacağı, ne zaman yerinden
kalkacağı, ne zaman dua okuyacağı hep bellidir. Bütün ayrıntıları ile
öğretilmiştir ve bu öğreti işini ritüel dediğimiz kavram yapar ve
bunlar hiçbir zaman değiştirilmez.
Farklı ritüel türleri,amaçlarına göre ritüeller :
Ritüellerin farklı türleri vardır. Hitit dinini esas olarak aldığımıza
göre, Hititlere göre konuyu ele almaya çalışalım. Buna göre Hititlerin
‘dinsel ritüelleri’ vardır. Bu dinsel ritüeller tanrılar için yapılan,
tanrılara ibadet için yapılan ve beli bir takvime göre gerçekleştirilen
ritüellerdir. Bu ritüeller tanrılar için olduğu kadar bazı mevsimler ve
özellikle bazı semavi olaylar için de yapılıyordu. Bu tür ritüellerin
bazılarını da ‘bayram ritüelleri’ olarak nitelendiriyoruz ve bu
ritüellerin Hititlerde tüm ayrıntılarıyla kaydedilmiş olduğunu
görüyoruz. Bunların yazılı olarak saklanmış olması, bu ritüellerin
değişmezlik ilkesinden kaynaklanıyor. Ritüeller her uygulanışında aynı
şekilde yapılsın diye, tüm ayrıntılarıyla bu şekilde kaydediliyor ve
anlaşıldığı kadarıyla bu kayıtlara bakarak da öğretiliyor ve
uygulanıyor. İşte uygulamanın, bu denli ayrıntılı bir şekilde
tabletlere geçirilip saklanmasının amacı budur.
Dinsel ritüellerin dışında ’sihir ve büyü (majik) ritüelleri’ vardır.
Bu tür ritüeller için yarı dinsel, yani kökenini dinden alan dinin bir
uygulama biçimi yahut bir uygulama alanıdır, diyebiliriz. Başka türlü
söyleyecek olursak, magie, dinin “pragmatik” yani gereksinimlere
yönelik olan ve “uhrevî” değil “vulger” yani halkın uyguladığı bir
kesimidir. Hastalıkları tedavi etmek, bazı kötülük yada günahlardan
arındırmak gibi iyi niyetle yapılabildiği gibi, bir de kötülük etmek
amacıyla da bu tür ritüellerin uygulanmasına başvurulur. Ama bu amaçla
yapıldığında adı ‘Kara Büyü / Black Magic / Schwarze Magie’ olur. İyi
niyetli yapılan bu sihir yada büyü ritüellerini tıp alanında görüyoruz.
Hitit tıbbında bir takım bitkilerden veya minerallerden elde edilen
droglarla tedavi yapılmaya çalışılırken, bunun yanında majik ritüeller
de uygulanıyor.
Dinsel ve sihir/büyü ritüellerinin yanı sıra bir de ’sosyal ritüeller’
vardır. Bu tür ritüeller toplumsal kurumlarla ilgili ritüellerdir.
Toplumsal kurumlar olarak evlenme, cenaze (Totenritual) -Hititler
cenaze törenlerine önem vermekteydiler, çünkü bu törenler ayrıntılı
olarak tabletlere kaydedilmiştir-, Hıristiyanların vaftiz töreni,
Müslümanların sünnet töreni, Musevilerin bar-mitzva denilen erkek
çocukların erişkinliğe geçişinde yapılan törenler sayılabilir. Bu tür
sosyal ritüellerin yanı sıra, bugün de toplumlarda yeni yeni bazı
ritüellerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bizde uygulanmaya başlayan
askere uğurlama töreninin, toplumumuzda artık neredeyse yerleşmiş
olduğunu, hatta tehlikeli boyutlara uzanan uygulamalarıyla göze
çarptığını söyleyebiliriz.
Ritüellerin yapılma amaçları :
Ritüelleri türlerine göre sınıflara ayırdığımız zaman amaçlarına da
bakmamız gerekir. Özellikle dinsel ritüellerin amacı tanrıları hoşnut
etmektir. Bu tür ritüellerin başlıca amacı budur. Daha önce de
değindiğimiz gibi hoşnut edilmediği taktirde tanrıların öfkeleri,
sadece bu ritüelleri uygulamayan kral ve ailesine karşı değil, bütün
ülkeye ve ahalisine, zarar verebilmektedir. Tüm insanlara
genelleştirilen öfkenin getireceği salgın hastalıklar, kuraklık gibi
zararlardan korunmak gerekmektedir. Ayrıca söz konusu suç eğer bir
şahsa, örneğin bir krala ait ise bu suçun cezasının babadan oğula
geçtiğine inanılırdı. Dolayısıyla tanrıların
hoşnut edilmesi için yapılan tüm bu ritüeller çok önemlidir.
Ritüellerin uygulanması bir inancın belirtilmesinden çok bir
yükümlülüktür ve yapılmadığı taktirde bütün ülkeyi zarara uğratacaktır.
Bu bakımdan Hitit kralı ‘baş rahip’ olarak bu yükün altındadır. Hitit
kralının ikinci bir görevi de ‘baş komutanlık’tır. Kral, ritüellerin
zamanında yapılması sorumluluğunu öylesine ciddiye almak zorundadır ki,
bazen önemli bir askeri seferde ‘baş komutan’ olarak yer alırken,
tanrılar için düzenlenmesi gereken bir ritüelin yapılması için askeri
seferi yarıda bırakarak, ülkesine dönmek zorunda kalmaktadır.
Ritüelleri amaçlarına göre düşündüğümüzde bir de ‘Kathartik ritüeller’
vardır. Oldukça önemli olan bu ritüeller günahlardan arındırma
ayinleridir. Tek tanrılı dinlerde de günahlardan arındırmak için bazı
ritüeller içeren işlemlerin yapıldığını söyleyebiliriz. Bunlara
temizlenme yada arındırma anlamına gelen tathir denir. Müslümanlıkta
‘gusül abdesti almak’, günahlardan arındırma amacı içeren bir
ritüeldir. Hititlerde kathartik ritüeller de temizleme unsuru olarak
özelikle iki ana öğe görüyoruz; ‘ateş’ ve ’su’.
Amaçlarına göre ritüellerden bir diğeri ‘günahların affı’na yöneliktir.
Tanrı ile bir tür barışma olarak kabul edebileceğimiz bir amacı içerir.
Yani tanrıya yapılan bir suç ya da ihmalin sonucunda olabilecek
kötülükleri bertaraf etmek üzere gerçekleşen bir barışmadır. Burada
tanrıya bir yakarı yapılır ve bu yakarı tanrı tarafından kabul edilirse
bir barış sağlanır.
Üçüncü bir amaç, ‘tanrıların öfkesini yatıştırma’dır. Bu da genellikle
kurban ritüelleri ile gerçekleştirilir. Günahların affı ve öfkenin
yatıştırılması birbirinden çok da farklı şeyler değildir ve dolayısıyla
ikisinin amacını da birbirinden ayırmak mümkün değildir. Tanrılara bir
takım adaklar adanarak, onlara olandan daha fazla ilgi gösterilerek,
öfkesinin yatıştırılması sağlanmış olur.
Ritüeller de kullanılan araçlar :
Ritüeller de pek çok eşya kullanılıyor. Bu sihir ve büyü ritüellerinde
bazı usuller vardır; bunlardan biri ‘benzetme’ yada Analogie denilen
metoddur. Bunun nasıl yapıldığından da biraz bahsedelim; herhangi bir
nesne alınıyor ve bir benzetme yapılıyor, şöyle ki bir avuç toprak
alınıyor ve bu toprak avuçta sıkılıp toz hale getirilirken deniyor ki,
‘bu toprak nasıl toz haline geliyorsa’, yahut bir tunç çivi yada kazık
binanın temeline çakılıyor, sonra deniyor ki, ‘bu tunç kazık nasıl
ebedi ise’ yada bir saman çöpü suya bırakılıyor ve ‘bu saman çöpü nasıl
su ile buradan uzaklaşıyorsa’ deniyor. Böyle bir takım benzetmeler
yapılarak analogie büyüsü uygulanıyordu. Bu örneklerin dışında analogie
yapılabilecek çeşitli birçok eşya da kullanılıyordu.
Bunun dışında bir de ‘Sübstitüsyon ritüelleri’ (yerini tutma) vardır.
Bunun ana konusu şudur; bir insanın yerine bir hayvanı koymak. Bu tür
ritüeller aslında tek tanrılı dinlerde de vardır. Müslümanlıkta kurban
uygulaması bu şekilde çıkmıştır. Kendi oğlunu kesmek ve dolayısıyla
kurban etmek yerine gökten indiğine inanılan bir koyunun kurban
edilmesi Sübstitüsyon ritüeline girer. Hititlerde de böyle ritüeller
vardır. Kral yerine halktan biri yada bir esir geçer. Hititlerin bir
Sübstitüsyon ritüeli ‘Aşhella Ritüel’inde de ‘günah keçisi’ motifi ile
görülür. Bu ritüel de orduda ortaya çıkan hastalık bir hayvana
geçiriliyor ve hayvan ordudan uzaklaştırılarak düşman saflarına
gönderiliyor. Bu şekilde ordudaki salgın hastalık defedilmeye
çalışılıyor. Burada da kullanılan araç yine bir insan yada hayvandır.
Ritüeller de kullanılan tüm bu araçlara genel olarak materia magica
denir.
KAYNAK :
Mayıs 2002 tarihinde Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Başkanı Prof. Dr.
Ali Dinçol ile gerçekleştirilen bir sohbetten derlenmiştir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
‘İbadet’in ‘Ritüeller’e Savruluşu
Fatih Bütün
Önce
anlayışlar değişir. Anlayışta meydana gelen değişme zaman içerisinde
şekildeki değişimi meydana getirir. Bugün tam da bunu yaşamıyor muyuz
ya! Zihinler hercümerc olmuş, diller görünenden dert yanıyor. Hayırdır,
senelerdir 'tevhit' ektiniz de 'şirk' biçmek mi zorunuza gidiyor? Yoksa
tevhit / İslam değil de başka şeyler ektiğinizin farkına varmak mı
içinizi yakıyor? Derinlere bakınız derinlere… Siz inanıyor musunuz ki
bir kişi yaşayış itibariyle seküler veya laik, fakat içsel âleminde
layıkıyla emredildiği gibi bir Müslüman olsun… Tevhid çift kişilikli
olmayı, kişilikte parçalanmayı kaldırmaz. Tüm Peygamberlerin çağrısı da
parçalanmadan kurtulup, tek bir ilaha kulluğa çağırmaktı. Hayatın bir
noktasında Allahın, bir başka noktasında başka bir ilahın, bir başka
noktasında bambaşka bir ilahın tâbi olmak dün olduğu gibi bugün de
kendisini İslâm'a nispet edenlerin halini yansıtmaktadır.
Din
nedir? Kimdir mümin? İslam âleminin ekseriyetinin bugünkü inanç
bakiyesi İslâm'ın mı yoksa vahiy dışı unsurların mı eseridir? Kul olmak
ne demektir, ibadet nedir? Toplumun bugüne kadar din, ibadet, kulluk
anlayışı üzerinde hint mistisizmini taşıyan 'tekke ve zaviyeler' mi,
'mabed bakıcıları veya şeyhler' mi, batıniler mi, yoksa İslâm'ı
'haşhaşileri' andıran bir edayla afyon içmiş insan uyuşukluğunda
yaşanmasını zerkedenler mi kim, kim etkili oldu sizce? Bu meyanda
sorulması gereken o kadar soru var ki! Malik bin Nebi'nin dediği gibi
sorular yanlış sorulduğu zaman doğrular bulunamaz, sadece metafizik
âlemde gezinir durursunuz ki bunun da ne sizin kulluğunuza faydası
vardır ne de sömürgecilerin sömürgelerinin bitmesine… Bireyden, bireyin
sömürülme yani emperyalizm karşısındaki tutumundan başlamayınca
'metafizik' alana kayıyor, dolayısıyla çok lafın arasında aslında
hiçbir söz söylememiş oluyoruz… Sorularımızı gözden geçirip bir kez
daha soralım; birileri dininize göz dikerken ki tutumunuz neydi?
Yanıbaşınızdaki veya çok uzağınızdaki emperyalist dininize
kastettiğinde, sizi kültürel veya siyasi sömürgesine boyun eğdirmeye
çalıştığında sizi sömürmeye çalıştığının farkına varabildiniz mi,
varabildiyseniz nasıl bir tutum takındınız? 'İbadeti' andıran bir boyun
eğiş içerisinde miydiniz, yoksa öfke ve tedirginlik içinde mi? Eğer bu
boyun eğiş içerisindeyse siz İslâm'a olan aidiyetinizi yavaş yavaş
kaybediyorsunuz demektir. Çünkü İslâm sömürge dönemlerinde bile
kaybedilmeyen bir hayat biçimidir, o ortamda dahi bir tavır sahibi
olmak, asaletini korumaktır.
İşte
'ibadet' tam da budur? Boyun eğiş… Yenemeyeceğini hissetmek, hüküm ve
otoritesine teslim olmak, kendi sınırlarını belirlemek, haddini bilmek…
Teslim olduktan sonra da ne diyorsa, nereye davet ediyorsa uymak ve
peşi sıra gitmek… Dikkat ediniz, teslim olma sürecinden bahsediyoruz.
Yani mabud edinme, abid olma, ibadet etme süreci… Bundan sonra mabuda
buyurmak abide (kula) ise 'dinleyip itaat' etmek düşüyor. Bunun için
'itikad', bunun için 'tevhid' her şeyden önce gelir; çünkü namaz, oruç,
hac ve zekat peşi sıra gelendir, tıpkı 'buda' putunun, paranın,
mevkiin, beşeri bir otoritenin önünde eğilmenin, onu yegâne otorite
kabul etmenin son aşaması olduğu gibi…
Şirk
bir mantelite, bakış açısı ve zihniyettir. Hz. Muhammed'in: “İnsanlar!
Yalnızca Allah'a kul olun” çağrısı taştan putların önünden 'Allah'ın
önüne gelin' çağrısı değil, tavır ve davranışlarınızda ve hayatınızın
her alanında Allah'ın belirleyiciliğini kabul edin çağrısıydı. Muhammed
Esed daha Müslümanlığını ilan etmemişken bir Arap şeyhiyle konuştuğunda
Arap Şeyhin 'sen zaten Müslüman olmuşsun' sözü, 'sen zaten İslam olma
şuuruna ermişsin' demekti. İşte İslam ve İslam'ın ibadet anlayışı bu
şuur halini oluşturmaya çalışmaktadır. Tevhid için de şirk için de 'dil
ile ikrar etmek' ilandan başka ne olabilir ki?
Ayette “insanın yaratılış gayesinin Allah'a ibadet olduğu” söylenirken insanın tüm işi gücü, varı yoğu,
yaptığı ve yapacağı tek işin namaz kılmak, hacca gitmek ve sair
'ritüeller' olduğu mu söylenmektedir! Yoksa bu tür 'ritüeller'
yapılagelen ve herhalukarda yapılması gereken 'ibadetler' nevinden
midir? Bu tür ritüeller tüm dinlerde vardır. İslâm 'ibadet' derken daha
geniş anlam dünyasına mı sahiptir?
Bir de şu ayeti
düşünelim; “…Ey Âdemoğulları şeytana ibadet etmeyin; o size apaçık bir
düşmandır. Bana ibadet edin; doğru yol budur.” Şeytan kimdir, nedir?
Şeytanın önünde eğilen var mıdır? Ne demektir şeytana ibadet? Günde kaç
vakit huzurunda eğilinir bilen bir adım öne gelsin? Kastedilen ilahi
olmayan tüm emirlere râm olmak demek olmasın?
Bir
hikayedir anlatılır, bilgenin birine sevgiden bahset denir, bahseder.
Tabiattan bahset denir, bahseder. Birkaç konudan sonra, dinden bahset
dendiğinde, ben dinden başka bir şeyden bahsetmedim ki, derkenki söz,
dinin hayatın her anını kuşatmasıdır. Hayatın 'ibadet' kılınmasıdır.
İslâmdaki
'ibadet' kavramını tam da burada anlamalıyız diye düşünüyorum. İslam'da
abid olmak, mabud edinmek; hükmü altına girmek, asıl gücü onda görmek,
hayrın orada olduğuna inanmak, dolayısıyla 'refahın, felahın, huzurun'
taşıyıcısı olduğuna kâni olmak demektir. Bunun için de bedeli ne olursa
olsun ona uymak, izi üzre gitmek demektir. Abid için mabud edindiğinin
ne dediği önemlidir. İşte bugün sorunumuz budur, yani kanaatimce sorun
'namaz kılıp kılmama, insanların hacca gidip gitmemesi sorunu değildir.
İtaati içselleştirip içselleştirememe, ibadeti sadece 'ritüellere'
hapsedip hayattaki kuşatıcılığını kaçırma sorunudur… Karşısındaki taşın
önünde eğilmeye 'şirk' deyip, zalimin, sömürgecinin hayat tarzına tâbi
olma şirkine düşme sorunudur. Şirk bir zihniyetin adıdır. Amele
döküldüğünde bir halin adı olur. Zihniyetken de şirktir amele
döküldüğünde de… Şirkin, müşrikliğin hesabı Allah'a verileceği için
tevhidi göstermekten gayrı bir vazifemiz yoktur.
Bir
hac ziyaretinde Arafat tepesinde 'Adem ile Havva'nın yeryüzünde
buluştuğu' ve 'Peygamberin veda hutbesini irad ettiği' yeri temsilen
konulan bir taş ve hemen ilerisinde taşa tapınılmasın diye herkesin
görebileceği şekilde koskoca bir “QIBLE” tabelasına rağmen insanların o
taşa sürtünmeleri, kıble tam ters istikamette olmasına rağmen taşı
kıble edinip secde etmelerini nasıl açıklayacağız? Hemen akabinde
koskoca bir taşın üstünden inerken bir 'müslümanın' 'Ya Ali' diyerek
elini taşın üzerine atması ve bizim 'Ya Allah' deyip elimizi uzatmamıza
mukabil sinirlenip, bizim elimizi de bırakıp inatla 'Ya Ali' nidasıyla
taşa çıkma çabasını hayret ve üzüntüyle izleme çaresizliğimizi neyle,
nasıl açıklarsınız? İşte, sorgulamadan uzak bu zihniyet yöneticilerine
zalim de olsa itaati akaid kitaplarına alan zihniyetle aynıdır. Sadece
Allah’a sunmaları gereken boyun eğişlerini şekilleri değişse de
emperyalistlere, beyinlerinde taşıdıkları taşlara, putlara, Ali'lere
sunmaktadırlar. İşte İslam'ın ibadeti Allah'ı kalbine, beynine alıp
yürümektir. Hakkı söylemek, zalimin asla civarına düşmemektir.
İslam
alemi, ibadeti sadece hacca, namaza ve sair 'ritüeller'e tahvil
ettiğinden bu yana daha kolay kandırılmaktadırlar. Dünya kendilerine
dar edilmektedir, acaba ahiretleri geniş olabilecek midir?
Evet,
ne zaman ki ibadet; yalnızca haccı, namazı, camiyi ve yoldan bir taşı
kaldırmayı, yolda karşıdan karşıya bir yaşlıyı geçirmeyi ifade eder
oldu, işte o zaman İslâm, toplumların ekserisi nezdinde DİN olmaktan
çıktı. Toplumlar için belirleyiciliğini yitirdi, hayatın içerisine inen
İslâm, toplumların ekserisi için folk İslam anlayışına evrildi.
Bir
ülke başbakanı Ortadoğu ülkelerinin demokratikleşemeyeceğine dönük
yaklaşımlara bakınız ne diyor; “Türkiye örneği, esas itibariyle bu tip
bir paradigmanın geçersizliğine işaret etmektedir. Hele İslâm
kültürünün demokrasiyle bağdaşmadığı görüşüne katiyetle itibar
etmiyorum. Dinsel inancı birey düzeyinde yaşayan, siyaseti ise dinin
dışında algılayan bir politikacı olarak, bu görüşün ciddi bir yanılgı
olduğuna inanıyorum.” Bu sözler, ülke başbakanının ve genel itibariyle
bu yaklaşıma sahip olan halkın dinden anladığını deşifre etmesi
açısından iyi bir örnektir.
Bugün
İslâm aleminin emperyalistler karşısında bir acziyeti varsa işte bu
acziyet bu din algısından kaynaklanan kendi acziyetleridir, abid
olamayışları, 'ibadetin' kendilerine kattığı asaleti yitirişlerinde
aranmalıdır. Namazına hassas Kuranî ilke ve tavırları benimsemede
üşengeç, ilmuhalî bilgilere ve bu konulardaki yanlışlara her an
teyakkuzda fakat 'kuranın cahili' ya da hakkı bilen ama haktan sükut
etmenin dine aykırı olduğunu bilmeyenlerin 'ibadet anlayışı' İslâm'ın
ibadet anlayışıyla örtüşmemektedir.
Bakın
Elmalılı ne diyor: “İtaat, niyete bağlı olsun olmasın veya kimin için
yapıldığı bilinsin bilinmesin yapılması hayırlı olan işi / ameli
yapmaktır. Kur'an okumak, infak etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak veya
benzeri işler, niyete bağlı olmayan ameller olarak yapılan işler bir
itaat ve Allah'a yakınlaşmadır ama şer'i anlamda bir ibadet değildir.
Şer'i anlamda ibadet, insanın ruh ve bedeniyle içi ve dışıyla şuurlu
bir şekilde yalnızca Allah için yapılan bir itaat ve yakınlaşmadır.”
Yanlış algı ve telakkilerimizi geçmiş yanlışları muhafaza etme gayretine düşmeden kuran ışığında tekrar gözden geçirmeliyiz.
Birileri, kandil gecelerini muhafaza etmeye çalışıyor 'var mıdır bunların dinde yeri' diyenlere karşı…
Birileri, Kuranı muhafaza ediyor! 'kuranı anlamak farzdır' diyenlere karşı…
Birileri, daha kötüsü olabilir diye cahiliyyeyi muhafaza ediyor 'İslam nizamı var' diyenlere karşı…
İnsanların
birçoğunun ne olup olmadığını bilmeden bir şeyleri 'muhafaza' etmeye
çalıştığı, hatta o güzelim 'Müslüman' adının 'muhafazakar'a çıktığı bir
dönemde daha dinamik ve sorgulayıcı bir zihinle hareket edilmelidir.
Müslüman, akidesinden ve bu akideden mülhem ilkelerden başka hiçbir
şeyin muhafızı değildir. Kaldı ki 'ne', 'kimden' muhafaza edilmeye
çalışılacaktır? Arama mükellefiyetine sahip bir insan muhafaza
etmektense konuşmayı, tartışmayı Kuranî olana sahip olup, yanlış olanı
terk etmeyi de bir 'ibadet' bilir.
İbad et anlayışındaki bu yanlışın muhafaza edilmesi değil Kur'an'a rücû
ettirilmesi 'ibadet'tir. Batılın hükmü ve tuzağı zayıftır; hak ise
batılın beynine vurulabilirse eğer, paramparça edecek kadar güçlü… Hak,
bu gücü keşfedecek müminlerini beklemektedir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE KUTSAL [ZAMAN] KAVRAMI
Salih ÖZER
Bu
yazıda, zaman ve kutsal terimleri hem bir kavram olarak hem de
ritüellerle bağlantılı şekilde ele alınmıştır, öncelikle İslam
geleneğinde zaman kavramına yönelik olarak değişik algılamalann ortaya
çıktığı tespit edilmiştir Öte yandan İslam kültüründe birçok şeyin
kutsallaştırmasına rağmen gerçek anlamıyla kutsal kavramına Allah'tan
(cc) başka bir karşılık bulunamamıştır. Keza Allah'tan başka kutsal
kabul edilenlerin de diğer dinsel geleneklerle köklü farklılıklara
sahip olduğu görülmüştür. Aynca kutsal algılayışlanrim, ritüel-lerinin
gidişatını belirlediği ileri sürülmüştür. Bu bakımdan İslam
geleneğindeki ritüel kavramını İslam'daki kutsal kavramıyla birlikte
ele alırken şuna ilişkin birçok kanıt ortaya konmuştur: Peygamberimiz,
eğer Kur'an yeni bir ritüel/ ibadet öne sürmemişse ya İbrahimi geleneğe
ya da Arap geleneğine dayanan ritüellerin formlanndan ziyade içerikleri
ve özlerini dikkate almıştır. Bu açıdan O, kimi zaman onların
formlannı, kimi zaman da anlamlannı değiştirmiştir, eğer bir ritüel
İslam inancı ve hükümlerine tamamen ters ise o ritüeli iptal etmiştir.
İslam'ı,
belirli oranlarda da olsa kültürel bir planda anlamanın, aslında önemli
bir sonucu vardır: Değişim.1 Dolayısıyla bu tarz yaklaşımlan
reddedenlerin, başlangıçtaki oluşumlan değişmez olarak görmesi bundan
dolayı olmalıdır. Bu bağlamda İslam toplumunun çevresel unsurlara
teorik ve pratik tepkisi olarak ifade edilebilecek bidat literatürünün
çoğunluğunun, bu tarz bir bakış açısının tam tersi bir bakış açısına
sahip Şafii ve Malikilerden oluştuğunu hatırlamak yerinde olacaktır. Bu
anlayışta, konumuz olan ritüelAutlama sadedinde, mesajın yerine mesajı
getiren veya taşıyanlar (sahabe veya öncekiler) daha ön plana
çıkmıştır. (Mevlid: İslam->Peygamber; Kadir: Kuran—>kurtuluş,
sevap) Oysa Germanus'un da belirttiği gibi İslam, Hz. Muhammedi'm
gözünde, var olana karşı teslimiyet değil, var olana Tanrının niyetine
göre uyum sağlama idi.2 Yalnız bu noktada, dini metinlerden hareketle
günümüz açısından bunun gerçekleştirilmesinin zorluğunun altını çizmek
zorundayız. Bu en azından tutarlı bir metodolojiye ihtiyaç duymaktadır.
Macar
Türkolog Germanus, burada İslam'ın kökeninde metafizik dogmalarla
kelepçelenmemiş olmasına ve sinkretik bir yapıyla her türlü dogmaya
karşı olmasına rağmen koşullann, İslam'ın talihini başka şekilde
yönlendirdiğini söylemektedir. O, Doğu insanının kendine özgü akıl
yürütmesi ve içine kapanmasıyla kendini gösterdiğini, ortodoks
düşüncenin, bağımsız araştırmayı, sert araçlarla doğal olgular
dünyasında boğduğunu ifade etmektedir. O, Doğunun şehitlerinin hep
soyut, teolojik ve metafizik hayallere daldığını ifade etmektedir 3
İslam'ın
kutsal anlayışı ile değişim ilişkisi hakkında fikir yürütebilmek için
şu sorulann açıklığa kavuşturulması gerekir: Kutsal ile form arasındaki
bağ, birebir midir? Eğer birebirse, statik/donuk bir ilk dönem eksenli
değişim karşıtı yaklaşım haklıdır. Fakat bu noktada bu yaklaşım, Hz.
Peygamberin soyut/bakir bir alanda inip inmediği sorusuna da cevap
vermelidir. Eğer sözü geçen ilişki birebir değilse, yani kutsal, formla
eşit değil ise, sabit olan şey nedir? Dahası kültürel bakış ve tarihsel
yaklaşımın sonucu olarak gelecek olan değişimi, modernitenin
tasallutundan kurtarmak mümkün müdür? Nitekim kapitalizm-Protestanhk
ilişkisinde de görüldüğü gibi kapitalizm, Protestan eğilimlerin dünyevî
çabalanın kullanmasına rağmen sonunda o dînî ruhtan eser kalmamıştır.4
Ya da bu değişimi orijinal kılacak olan, dinin mevcut zamanla hiç temas
etmemesi midir? İçerisinde bulunulan dünyanın zihin yapısından
etkilenmemek her ne kadar mümkün değilse de, bunun farkında olmak,
etkilenmeleri makul sınırda tutabilir. Esasen Malik b. Nebi'nin de
belirttiği gibi, ister "doğru", ister "yanlış" olsun, bir fikrin
etkililiği de son derece önemlidir.5 Bin Nebi, burada tartışmayı
doğru-yanlış çıkmazından kurtararak zamana göre etkililik platformuna
aktarmaktadır. Bilindiği gibi modernleşmeyle birlikte din de daha
mütevazı olmaya mecbur kalmıştır.6 Dolayısıyla etkililiğin egemen
olduğu bir dünyada, İslam'ın şahinliğini kabulümüzün yanı sıra, ona
etkililiğinin de sağlanması yerinde olacaktır ve bir fikrin etkililiği
de, Bin Nebi'nin ne belirttiği üzere o fikrin dinamik oluşuna, bir
kültür dünyası içinde kendini kabul ettirişine ve nihayet günün
şartlanna bağlıdır.7 Bin Nebi, düşüncelerin kültürel değerlerinin,
temel olarak onlann bireyle ilişkisinin yapısına dayandığının da altını
çizmektedir.8 Yani orijinal metinler, zihni besleyen kaynaklar kadar,
onlan anlayanlar da önemlidir ve olumlu/etkili sonuç, bu iki tarafın
birbiriyle ilişki biçimine bağlıdır. Dolayısıyla eğer İslam'ın, mevcut
şartlarla ilişkisi risk taşıyorsa, aynı şey, teorik olarak geçmiş
yüzyıllar için de söz konusudur ve bu risk fiilen de gerçekleşmiştir.
Örneğin felsefe, kelam, fıkıh veya tasavvuf gibi dini ilimler, elinin
evrenselleşmesi sürecinde kendini anlama ve formüle etme sürecinin
doğal bir parçası olarak alınabilir ve bu açıdan da bir takım
değişkenler içermesi kaçınılmazdır.
Bilinmelidir ki, tarih
içinde Müslümanlar, İslam'ı anlar ve sunarken/anlamlandınrken belirli
kavranılan önplana çıkararak bunu yapmışlardır. Bu biçimlendirmede
tarihsel şartlar belirli oranlarda etkili olmuştur denilebilir. Kimi
zaman bozulan sosyal-siyasal yaşam karşısında, belki çözüm
üretilemediğinden, dinî literatürdeki 'fesadu'z-zaman' kavramı
çerçevesinde ötedünya önplana çıkanlarak dînî değerler korunmaya
çalışılmış, kimi zaman da dış dünyadaki sosyal ve iktisadi hayatın
zorlamalan karşısında, 'en helal kazancın ticarette olduğu' yaklaşımı
önplana çıkanlmışur.9 Burada belki de eleştirilmesi gereken şey,
belirli tarihsel şartlarda ortaya çıkan algılayışın/oluşan dinî
geleneğin, değiştirilemez, geliştirilemez olarak kabul edilmesidir. Bu,
günümüzdeki anlamlandırmalar için de geçerlidir. Dolayısıyla geçmiş
bütünselliklere neden olan koşullar tam olarak bilinemeyeceği için
geçmişe yönelik hem kesin hem de ilgili kişilerle ilgili olarak değer
yargısı içeren eleştiriler yöneltilemez. Bu anlamda gelenek,
tarihseldir; gerçektir. Aslında gelenek, dinin tarihteki yüzüdür, dinin
bir anlamda vekilidir, aslın yerine geçemez. Bin Nebi, geleneği
karşıt-kültür olarak belirlemesine ve onun zihin üzerindeki tehlikesini
vurgulamasına rağmen, yine de onu bir basamak, zemin/platform olarak
değerlendirmektedir.10 Gelenek, dinden farklı olarak belli inanç ve
uygulama gövdesine değil, bu inanç ve uygulamalann zamanla ilişkili
düzenlenme biçimine işaret eder.11 Sosyolog Anthony Giddens, özellikle
günümüz açısından din ile geleneğin modernlikle bağına ilişkin olarak
şunlan söylemektedir: "Dünyevileşme, dinin varoluşsal sorular
üzerindeki etkisi dolayısıyla dinsel düşünceyi tümüyle ortadan
kaldırmamıştır; fakat modern sosyal yaşamdaki konumlann çoğu, dinin
günlük yaşam üzerinde yaygın bir etki sağlamasına izin vermeyecek
biçimde açık bir uygunsuzluk gösterir... Gelenek, kendisine tam bir
karşıtlık oluşturan modern toplumsal yaşamın düşünümselliği (reflektif)
tarafından dinden çok daha ciddi bir biçimde babalanmaktadır."12 Öte
yandan din ile onun tarihsel kısmı olan gelenek bağlamında,
materyalizmin zirvede olduğu dönemlerde manevi olanın, mistik
eğilimlerin zirvede olduğu dönemlerde dünyevi vurgunun mu önplana
çıkanlması, yoksa her iki durumda da dengeli bir bütünlüğün mü
kurulması gerektiği iyice tartışılmalıdır.
İslam'ı yeniden
anlama konusunda bir metodoloji oluşturmaya çalışan Fazlur Rahman,
zamanımızdan Kuran'm indirildiği zamana gitme ve sonra tekrar oradan
kendi zamanımıza dönme şeklinde ikili bir hareket önermektedir.13 O,
birinci* hareketin, ayetin tarihsel ortamını ve çözüm getirdiği sorunu
araştırma şeklinde ve bu özel cevabı genelleştirme şeklinde iki alt
aşamayı içerdiğini belirtir.14 Fazlun Rahman, ikinci hareket için, "Bu
da, şu andaki durumu çok iyi incelememizi ve onu oluşturan çeşitli
unsurları çok iyi tahlil etmemizi gerektirir. Böylece mevcut durumu
değerlendirilebilir ve onda gereken değişiklikleri yapabiliriz"
demektedir ki, bu yaklaşım, şimdiyi (kendi zamanımızı) dikkate alan,
mevcutta "var olmanın" gerekliliğini vurgulayan bir muhtevaya sahiptir.
Bu yöntem, detaylı olduğu gibi kaynak metinlerin anlaşılabilirliği
konusunda hermenötiğin iyimser kanadından Emilio Betti'nin çizgisine de
paralel bir yaklaşımdır. Bunu kendisi de ifade etmektedir.15
Dolayısıyla onun yöntemi, tarihsel metinleri anlama konusundaki daha
keskin yaklaşımlann kimi sorulannı cevapsız bırakabilecek bir muhtevaya
sahip olmasına rağmen pratiklik/ uygulama yönü daha ağır basmaktadır.
Tarihselciliği
kabulle, ilk dönemler de belirli tarihsel şartlara sahip bir dönem
olarak kabul edilir (gerçi Dilthey, her tarihsel dönemin monadik bir
bütün olmadığını, bundan dolayı öncekinden etkilendiğini, bir şeyler
kattığını, her çağı kendi bütünlüğünde anlamanın gerektiğini söyler)16;
fakat kanaatimizce tarihselcilik sonuna kadar uygulandığında, yeni
algılayışlardan çok geleneğin lehine işler, zira insan geçmişi gözden
geçirmeden, kimi yönlerini eleştirmeden yeniden anlamayı zor
temellendirir, oysa tarihselci anlayışı kabullenmekle birlikte tarihe
yönelik yoğun bir eleştiri, hatta anlama iddiasında bulunulamaz, her
dönem, kendi bütünlüğüne sahipse biz öncekinin/geleneğin kimi
parçalannın yanlışlığını kesin olarak iddia edemeyiz, zira °onu eldeki
yazılı veriler aracılığıyla anlamaya çalışmaktayız; zaten tarihselci
yaklaşıma göre genel geçer bir doğru görünmemektedir.17
RÎTÜEL/KUTLAMA
D. 1. GENELOLARAK RİTÜEL/KUTLAMA KONSEPTİ
Kutsal
algılayışlarının izin sürebileceğimiz diğer bir parametre de dinin
bilecenlerinden ritüellerdir. Ritueller genel olarak dinler açısından,
kutsal olarak kabul edilen anlara ve zamanlara ilişkin uygulamalardır.
Bunlar, Eliade'a göre, bir hakikatin kökeninin zamanını, kutsal bir
tarihi, devrevî olarak yeniden güncelleştirmeye çalışmaktadır ve bu
güncelleştirmeler, kutsal bir takvimi meydana getirirler ki, bu,
bayramlar bütünüdür.18 P.L. Berger, dinin sembolik bütünleştiricilik
işlevinin en bariz şekilde ayinlerde görüldüğünü belirterek bunlar
vasıtasıyla bugünün, geçmiş ve geleceğe bağlandığını, eski Yakın Doğu
yeni yıl festivalleri örneğinde dile getirir.19
Aslında eğer
ritüellerin temel işlevinin toplumsal iletişim ve bilinçlendirme olduğu
kabul edilirse, dini ritüel araştırmalarını saran muğlaklıklann
çoğundan kurtulunabilir. Bilindiği gibi kutsal-profan ikilisine bakış
ya da böyle bir diyalektiği kabul, ritüellere yaklaşımı da derinden
etkilemektedir. Zira bu kabuller sonucunda yaşamdan kopuk bir ritüel ya
da seremoni anlayışı ortaya çıkabildiği gibi, yaşamla içice işlevsel
bir ritüel/ seremoni anlayışı da ortaya çıkabilmektedir. Öte yandan
batılı modern toplumlarda kutsalla bağ kesme çabalarına rağmen,
belirtilmelidir ki, arkaik insanın ehlî kutsal deneyimine karşıt olarak
vahşî bir kutsal tecrübesine, bunun yansıması olan ritüellerle devam
edilmektedir; vahşi kutsal deneyimi, tamamen patlama şeklinde ve
kuralsızdır; ehlî kutsal deneyimlerinin fonksiyonelliğine ve
kurallılığına karşıttır: Aşın hız, intihar denemeleri, ölümcül
uyuşturucu kullanımı vs. gibi eylemler aslında modern hayattaki vahşi
kutsal tecrübeleridir.20 Aslında birçok batılı araştırmacı batıdaki
kutsaldan/dînî olandan "kaçış"ın başansız olduğunu, sadece bu "dînf'nin
objelerinin değiştiğinin altını haklı olarak çizmektedir. Bir anlamda
dînî olanın yerini, sekülerleşmeden doğan yeni faktörler almaktadır. Bu
anlamda şimdiki dînî ilginin nedeni, önceki dinsel dışlamalardır
denilebilir. Bu şekilde insan devam eden özsel ihtiyacını, anlam
arayışını, ritüelini/ ibadetini farklı yerlerde arayacaktır ve
kurgulayacakür: örneğin Din felsefecisi Deniş Jeffrey'in de dediği gibi
film yıldızlanna yönelik idolleştlnmeler, hafta sonu mitolojisi,
rafting, Rus ruleti, kısa süreli çılgınlıklar, çok riskli bir projeye
yatınm yapmak vs.21 bu bağlamda davranışlar/ritüeller olarak
değerlendirilebilir. Öte yandan Jeffrey, dini gelenekler bağlamında
yasakla doğrudan ilişkinin tehlikeli olduğu tespitini de yapmaktadır
(Tevrat-Musa); sadece aracıyla, sembol yardımıyla yaklaşmaya izin
verildiğini söyler ki, mutedil aşmaya en iyi örneğin kurban olduğunu
ifade eder.22 İslam kültüründeki kurbanın anlamının da "yaklaşmak"
olması, keza "Allah'a [yaklaşmak için] vesile arayın" ifadeleri (5/35),
bizce yine de Tanrı'nın öfkesini dindirmek gibi bir anlamdan ziyade,
Tann'nın, insanın bireysel ve toplumsal yapısıyla ilgili
düzenlemelerinde bir aracı olması anlamındadır. Tann'nın bu anlamda
dile getirilen öfkesinin bile ontolojik değil, işlevsel (ahlaki) olduğu
kanaatindeyiz. Dolayısıyla İslam kültüründeki bayramlann, bu tarz bir
olgudan ziyade, sosyolojik yönü ağır basan bir kutlama olduğu
söylenebilir; yani olaylar tarih içinde cereyan etmiştir, başlangıçta
değil.
D. 2. İslam Kültüründe Ritüel/Kutlama:
Ritüel
kavramının İslam kültüründeki "menâsik" terimiyle karşılanabileceği
kanaatindeyiz. Bu kavram, seremoni, ritüel ve ibadet kavramlannı
karşılayan bir kuşatıcılığa sahiptir. İslam geleneğinde bu konuyla
ilgili bir yaklaşım olarak Alûsî, her milletin, güçlerini ve
çokluklannı göstermek için halkının toplandığı neşeli günleri olması
gerektiğini belirterek Rasulullah'ın Medine'ye geldikten sonra Nevruz
ve Mihricân'ı, yevmu'l-edhâ ve yevmu'l-fıtr'la değiştirdiğini
söylemektedir.23
İslam kültüründeki kutlama konsepti, diğer
toplum ve kültürlerden farklılıklar arz etmektedir. Zira kutlamalar,
bazı kültürlerde, kimi zaman bir arzu ve zevk serbestliği zamanı olarak
ele alınmaktadır. Bu onlann kutsalla ilişki biçimleriyle alakalı bir
husustur. Burada kutsal-profan şeklinde tam bir zıtlık görmekteyiz ki,
bu bayramlar vasıtasıyla kutsala daha fazla nüfuz edilme
amaçlanmaktadır. Oysa İslam'da bu tarz bir kutsal-profan zıtlığı,
dualitesi olmadığından yasaklan aşma şeklinde bir çılgınlığa da mahal
yoktur. İslam'da kutlamalar, Allah'ın rahmeti ve merhametinin daha
yoğun olarak hatırlandığı, Müslümanların birbiriyle daha yakınlaşmaya
çalışüklan bir ruh halini yansıtmaktadır. Zira Müslümanın,
davranışlannın her zaman Allah'ın murakabesi altında olduğunu bilmesi
istenmektedir. (50/16)
Kanaatimizce İslam'daki kutlamalar,
dünyasal realitenin devam eden varlığında radikal bir kopma
değil,sadecezamanın,sonsuzabağlılığınınhatırlatılması anlamına
gelmelidir.(2/183-185) Örneğin İslam'ın, Ramazan orucunu her yıl
tekrarlaması ve inananlan Mekke'ye çağırması(3/97), bir anı olarak
değil, bir bilinç tekran olarak sembolik bir işlevi haizdir. Yani bir
prototip ve bir zamanlar doğru olarak değil, arketip ve her zaman doğru
olarak bir işlevi vardır denilebilir.
İslam'daki ritüellerde,
Kuran'ın kutsala yaklaşımı dolayısıyla yaşamla içiçelik ve doğallık
vardır. İbadetler bile, bir kurtuluş garantisi değildir. Kur'an, daha
önce de belirttiğimiz gibi "kurtulmuş" kelimesini kullanmaz, yaşamın
her anındaki tavırlardaki genel istikamet, sonucu belirleyicidir. Bu
yaklaşım, asla bir coşku noksanlığı olarak alınmamalıdır. Nitekim anlık
coşkular sonucunda insan, sürekli Allah ile ilişki içinde olduğunu
unutabilmektedir. Zaten sadece kutsal kabul edilen anlarda yoğunlaşmak,
sonunda her anın potansiyel olarak kutsal olduğunu insana
unutturabilmektedir. 'Anlar' aslında bir anlamda yaşamın akışını
durdurur, belki de An'lan beklerken, An'ın abartılması dolayısıyla
yaşamı elimizden kaçırmaktayız; yaşama karşı, belki de bu An'lann
baskısı sonucu daha duyarsız hale geliyoruz.24 Kurtuluş vadeden ve
renkli ayinlere benzeyen kutsal geceleri, bidat literatürü yazarlannın,
her şeye rağmen, diğer dinlere benzetmeleri, bu yüzden doğaldır ve
doğrudur. Amaç, yaşamın tümünü kapsayan Allah nzasıdır. İbadet,
yaratılış amacına uygun her şeyi kapsar ve hayatın akışının dışında
değildir. Müslümanlann ibadetleri, hep bu dünyaya yönelik faydaları
haizdir. İslam'ın dış dünyayı hesaba kattığının önemli bir göstergesi
de, onun insana bakışındaki gerçekçiliktir. Dolayısıyla rahipler için
cinsel ilişkiyi yasaklayan Hıristiyanlık ile, Müslüman'ın eşiyle
ilişkisini ibadet olarak gören İslam25 arasındaki fark buradan
kaynaklanmaktadır. Tarih, bu yanlışı, yüzyıllar sonra da olsa, bu din
bağlılanna düzelttirmektedir.26 Keza annma ve kutsallaşma
(mübârekleşme) adına inziva ve temizlikten uzaklığı normal gören
Hıristiyanlığın, temizliği imanın bir parçası olarak gördüğünden dolayı
gittiği her yere, örneğin Endülüs'e yüzlerce hamam yapan İslam'ı
anlaması zordu ve onlan yıkması doğaldı.27
İslam'daki ritüel ve
kutlamalan inceleyen bazı oryantalistler, Hıristiyan bakış açısı
nedeniyle, sayısal azlık ve öte dünyacı eğilimin azlığı (yetersiz
maneviyat) gibi eleştiriler yapmaktadırlar. Örneğin Von Grunebaum,
Muhammadan Festivals'ta İslam'ın toplu dualar ve dinî törenler
açısından az gelişmiş olduğunu belirterek bunun nedenin şöyle izah
etmektedir: "İslam öğretisinin radikal monoteizmi ve özündeki
püritanlık, Müslüman kültür mirasının estetik sınırlamalan ile
birleşince, inanan kişiler basit ve fiziki olarak doyurucu birtakım
ayinlerle yetinir hale gelmişlerdir."28 Grunebaum, bu tespitinin
kaynaklan olarak İslam toplumunun, Hz. Peygamberin vefatının hemen
akabinde oluşması, dolayısıyla tarihin dini kutlama gerektirecek
gelişim aşama ya da olaylanndan yoksun kalmasını, Hz. Muhammed'in
normal/sıradan bir beşer oluşunu, ve bunu vurgulamaktan geri
kalmamasını, yani hayatının sembolik müphemlikler/ gizemler
içermemesini; İslam'ın sakramentleri tanımamasını, ve son olarak da
İslam'da ruhbanlığın olmayışını; yani İslam'ın sokaktaki insanın inancı
olmaya yönelik olarak vaz' olunduğunu ileri sürer.29 Bizce bunlar,
eleştiriden ziyade tümüyle erdem ve ayncalıktır. İslam'ın sembolik
ritüellerindeki azlık ve sadeliğin ve tümüyle öte dünyacı olmamasının
nedeni, İslam'ın dînî-dünyevî aynmı yapmaması ve yaşamın tümünü
kapsamaya çalışmasıdır denilebilir.
D. 3. İslamî Ritüelde/Kutlamada Sabit ve Değişken
Bilindiği
son İslam peygamberi Hz. Muhammed, bakir bir ortamda değil, belirli bir
çağda ve dinsel/ kültürel bir ortamda gönderilmiştir. Peygamberimizin
geldiği dönemde Arap yanmadasında, hem önceki İslam peygamberlerinin
-bir takım değişiklik ve tahrif geçirseler de- ibadetlerinin ve dînî
uygulamalannın uzantılan, hem de Araplann yerel renklerini taşıyan
ibadetler vardı. Örneğin Hz. Peygamber'in hadislerinde bazen işaret
ettiği gibi, Hz. İbrahim'den kalma ibadetler birinci gruba örnekken
(Örneğin, mazmaza, istinşâk, bıyıklan kesmek, tırnaklan, koltuk altı ve
genital bölge kıllarını kesmek, cenabetten dolayı yıkanmak ve ölüleri
yıkamak.)30, Cahiliyye'deki Haram Aylar, bu aylarda tutulan oruçlar,
Atîre kurbanı, Aşûra orucu31 vs. gibi ritüeller ikinci gruba örnektir.
Dolayısıyla İslam'ın ilk defa Arap yanmadasında ortaya çıkan bir din
değil, öncesi olan evrensel bir din olduğu her zaman akılda tutulması
gerektiği gibi, bölgesel bağlanülan ve bunlara karşı Peygamberimizin
yaklaşımı (formdan ziyade içeriğin öncelenmesi) dikkatle incelenmelidir.
Daha
önce de belirttiğimiz gibi vahiy, indiği zaman ve mekânın yapı ve
kurumlannı dikkate almaya çalışmıştır. Bu husus, ritüeller için de
geçerlidir. Peygamberimiz, önceki peygamberlerden, örneğin Hz.
İbrahim'den (as) kalıntılar ve Arap dinsel kültüründen mahfuz
kalıntılara bazen İslamî bir ruh vererek değiştirmiş, bazen de kimi
değişikliklerle birlikte aynen ibkâ etmiştir. Keza Peygamberimiz, yerel
yapıyı ayıklayarak ondan, İslam'ın ilkelerine uyanı seçmiş ve anlayış
ve pratikleri, belirli bir değişim programı dâhilinde dönüştürerek
insanlan, arzulanan hedefe doğru adım adım yaklaştırmaya çalışmıştır.
Bu yüzden Hz. Peygamber, döneminin dinsel pratiklerinin bir kısmını,
direkt karşısına almamış, bilakis onlan dikkate almıştır. Receb ve
Şaban orucuna ilişkin tavn buna örnektir. Hatta toplumu anlayış
düzeylerine bağlı olarak geliştirme çerçevesinde uç bir ifade olarak
Peygamberimizin şöyle bir ifade kullandığı bile rivayet edilmiştir:
'Senin halkın son zamanlarda putperest olmamış olsaydı elbette Kabe'yi
yıkardım"32 Aynı bağlamda Baljon, Dehlevî'nin şeriat anlayışı
çerçevesinde şunlan söyler: "Bir şeriatın dini adetler ile bölgesel
uygulamalan uzlaştırmak zorunda olduğu prensibinden dolayı şeriatın
taşıyıcılan olarak peygamberler, ruhlann anndınlması için hâlihazırda
hangi malzemenin kullanılabilir olduğunu seçmek zorunda kalmışlardır.
Hz. İbrahim, gönderildiği toplumun Kabe'yi, güneş, ay ve diğer semavi
varlıklar için bir tapınak olarak kullandığını görünce, işe astrolojiyi
reddederek başladı, fakat bizzat Kabe'yi olduğu gibi bıraktı. Onun
vacip kıldığı ritüeller, putperestlik dönemindeki insanlann yaptığı
ibadet biçimleriyle az çok benzerlik arz ediyordu. Benzer şekilde,
içerdiği birçok faydadan dolayı, İslam öncesine ait bir adet olan
velime'nin (düğün ziyafeti) devamına izin verilmiştir. Yine de bazı
ıslahatlar yapılmak zorunda kalınmıştır...Eğer bir âdetin kaldırılması
gerekmişse ilahi irade, onlann yerine insanlann kanştıramayacağı kadar
net bedeller koymuştur. Mesela İslam'dan önce Araplar yolculuk, evlilik
vb. durumlar için uygun zaman ve vasıtalan bulmaya ihtiyaç duyduklannda
fal oklan atmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Sırf bir kumar olduğu
için Peygamber bu âdeti kaldırmak zorunda idi. Ancak, onun yerine
geçmek üzere Hz. Muhammed istihare müessesesini getirdi."33 Dehlevi'nin
bu yaklaşımını Fazlur Rahman da şöyle dile getirmektedir: "Peygamberin
usûlü, kendisinin 'Evrensel' dini idrakini ifade zemini olarak mevcut
örf ve adetleri almak olmuştur. Bu geleneğin yeni dinsel idraki/içeriği
kabule uygun olmaması durumunda o gelenek ilga edilmek zorundadır; eğer
ona uygunsa yeni bir anlam/değer kazandınlır ve böylece yeniden
canlandınlır."34 Rasulullah, mevcut ibadetleri ayıklayarak İslam'ın
yapısına uygun olmayanlan iptali de hedeflemiştir. Örneğin İslam'dan
önceki sükût orucu uygulamasını Rasulullah tasvip etmemiş ve Hz.
Ali'nin nakline göre bunu yasaklamıştır.35 Buna benzer bir çok Arap
ritüelini, İslam iptal etmiştir.36 Bazen de var olan bir ritüele İslami
bir açı verilerek farklılığın önplana çıkanldığını görmekteyiz. Örneğin
güneş tutulması hadisesine değişik dinsel gelenekler farklı tepkiler
verirken37 Peygamberimiz Küsuf namazıyla karşılanmasını uygun
görmüştür.38
Bundan dolayı İslam kültüründeki ritüel/
kutlamalarda, hem genel olarak daha önceki İslam Peygamberlerinden
kalıntı olan unsurlar hem de Araplann sosyo-kültürel ve dinsel
pratikleriyle bağlantılı noktalar vardır. Nitekim İslam kültüründeki,
"Ramazan, Rebîa kabilesinin, Receb, Mudarr kabilesinindir" anlayışı39
ikinci şıkkı yansıtmaktadır. Keza Kur'an da, bu tedrici değişimin
öncülüğünü yaparak Araplann olumlu ritüellerine saygı göstermektedir.
(Tevbe/36) Nitekim Hz. Peygamber Vedâ Haccında, Haram Aylan ve
Mudarr'ın Receb'ini dile getirerek teyit etmiştir. Hatta Hz. Peygamber,
o vakıayı dikkate alma konusundaki ciddiyetini, ficâr harblerine
katılmakla göstermiştir.40
Hz. Peygamberdin, canlı bir ortamda
bulunması dolayısıyla birtakım ritüelleri reddederken bir kısmını
dönüştürdüğünü görmekteyiz. Böylece sabit ve değişken bir ritüel durumu
karşımıza çıkmaktadır. Nasıl hukuki ortamlann değişikliği dolayısıyla
kimi ahkâm değişiyorsa, kimi ritüeller deAutlamalar da, çevresel
temellerde, belki daha az ve ihtiyatlı olarak, toplumun yapısına bağlı
olarak bazen biçimsel bazen içerik bazen de yapı olarak
değiştirilmiştir; karşılıklı kimi geçişmeler olmuştur. Miraç kandili
örneğinde olduğu gibi bazen içeriksel olarak mevcut bir husus, bir
ritüeleAutlamaya dönüştürülmüş, bazen de Mevlid örneğinde olduğu gibi
ilk dönemlerde olmayan bir uygulama, literatüre ve uygulamaya dâhil
edilmiştir.
Cahiliyye'deki huzur, banş ve ibadet ayı (Receb),
İslam'da da, kültürel yapının ve zeminin ortaklığı dolayısıyla devam
edebilmiştir. Peygamberimiz, vahiy gelmeden önce Receb ve Şaban'da oruç
tuttuğu gibi, İslam'da da oruç tutmuştu, fakat öylesine ve kuralsız
olarak. Zira o da, o toplumsal yapının bir parçasıydı. Hz. Aişe, Hz.
Peygamberin bu tavnna ışık tutacak şekilde Aşûra orucu bağlamında
şunlan söylemektedir: "Aşûra, Kureyş'in Cahiliyye'de ve Rasulullah'ın
da o zamanlar oruç tuttuğu bir gündü. Ne zaman ki Rasulullah Medine'ye
geldi, Aşûra'yı tuttu ve tutulmasını da emretti. Ramazan [orucu] nazil
olduğunda, dileyen tuttu, dileyen tutmadı."41 Aynı şeyi, Rasulullah'ın
Atîre kurbanı hakkındaki ılımlı yaklaşımında da görmekteyiz: şekli ibkâ
ile birlikte, ritüelin ruhunu değiştirmeyi hedeflemektedir. Mihnef b.
Suleym'in rivayetine göre Rasulullah Arafat'ta iken, kendisine
Cahiliyye'de Receb ayında kestikleri Atîre kurbanı sorulduğunda, her
eve her sene kurbanlar ve Atîre gerektiğini söylemiştir.42 Aynı şekilde
Nubeyşe'nin nakline göre, Rasulullah'a, 'Cahiliyye'de Atîre keserdik,
ne buyurursunuz' denilmesi üzerine, o da: "Hangi ayda keserseniz kesin,
Allah için kesin, Allah için iyi şey yapın (berrû) ve yedirin"
buyurmuştur.43 Benzer bir hadis de, Amr b. Şuayb'dan gelmekte ve onda
da Rasulullah'ın Atîre hakkında, onun hak olduğunu söylediği
geçmektedir.44 Bu hadislerle birlikte İslam'da Ferâ ve Atîre
kurbanlannm olmadığını belirten rivayetler de mevcuttur.45 Bu
rivayetlerden hareketle, birtakım farklı fikirler ve tavırlar ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla bu gibi konularda farklı fikirler olduğu
kaynaklara geçmiştir. Nitekim İbn Avn46 ve İbn Sîrîn'in Atîre kurbanını
kesmeye devam ettiği47 belirtilmektedir. Konuyla ilgili rivayetler bir
gelişim programı çerçevesi dışında değerlendirildiğinde, Hz.
Peygamber'deki doğallık kaybolmaktadır. Zira bazı Müslümanlar, daha
önce gerçekten belirtilmiş olabileceği ihtimalini bile görmezden
gelerek bu konuyu onaylayan hadisleri yok (mensuh) saymaktadırlar.48
Oysa burada olan şey, Hz. Peygamber'in içerisinde bulunduğu toplumu,
vakıasından hareketle dönüştürmesi işlemidir. Bunu yaparken, öncelik
pek tabii ki şekilde değil, espride olacaktır. Burada nesh olgusunu
gündeme getirmek, olayı anlamayı son derece engelleyici bir
yaklaşımdır. Zira araya klasik anlamda nesh kavramı girince, Hz.
Peygamber'in bir Sünnet/tarz olarak yaptığı davranış kalıbı/tarzı,
sanki tarihte bir kez ve son olarak gündeme gelmiş olmaktadır. Oysa
İslam-Cahiliyye sınmnda kontrollü ve yumuşak bir geçiş yaşanmakla
birlikte, sonradan bu geçen unsur, yapıya zararlı hale gelmiş olabilir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber'in ılımlı olarak karşıladığı bir husus,
sahabe veya tabiîn tarafından yasaklanmış olabilir. Ya da yeni doğan
İslam toplumu, kendisini diğer dinsel kültürlerden ayırmak için, kendi
ritüel yapısının farklı ve ayn olmasını sağlamaya çalışmış olabilir ki,
bu da, son derece anlaşılır bir şeydir. Bu bakımdan bizce ortaya konan
kanaatler de tarihseldir ve genel-geçer bir prensip sayılmaz. Bu
anlamda ritüellerde bir değişkenlik vardır. Nitekim örneğin dinsel
etkinlik olan kabir ziyareti, belirli dönemlerde tevhid orijininden
sapmaya neden olduğunda (veya öyle algılandığında), şekil olarak
eleştirilmiştir.49 Keza Peygamber'in kendisi de, şirk anlayışının
izlerinin silinmesi için önceleri kabir ziyaretini yasaklamasına rağmen
sonradan izin vermiştir.50 Dolayısıyla Hz. Peygamberin farklı gibi
görünen yargılannı, belirli bir değişim programı dâhilinde ve manük
çerçevesinde anlamak ve böyle bir çerçeveye oturtmak, böyle zorlama
yorumlan gereksiz kıldığı gibi, Rasulullah'ın yapmaya çalıştığını
anlamamızda ve onu örnek almamızda yardımcı da olacaktır.
Keza
Safa ile Merve arasında sa'y yapılması konusu, sahabe arasında,
Cahiliye ritüellerinden olup olmadığı açısından tartışılmış51, konu
Rasulullah'a getirilmiş ve Kuran da, onun Allah'ın şeâirinden olduğu
şeklinde dolaylı bir üslupla onu sahiplenmiştir.(2/158) Zira Cahiliyede
tavafa Safa ve Merve'den başlanırdı ve Şa'bî'ye göre İsaf isimli put
Safa'da, Naile de Merve'de dururdu.52 Şemseddin Günaltay da "Zemzem
kuyusu civannda olan İs'af ve Naile putlan adına kurbanlar kesilirdi.
Haram aylarda Kabe ziyareti yapılırken bu iki put daha çok önem
kazanırdı; çünkü Kabe'yi tavafa İs'af'tan başlamak ve Naile'de
tamamlamak ayin usûlünden idi" demektedir.53 Dolayısıyla bu yaklaşım,
müşrik Araplarla ilgili ortak bir kültürel nokta tespiti hem de
İbrahim! gelenekle bağ güçlendirilerek tarihsel bir bütünlük fikri
kazandırılması olarak yorumlanabilir ki, bize ikinci yorum daha güçlü
bir ihtimal olarak gözükmektedir.54 Benzer şeyler hacdaki tehlil ve
telbiye için de söylenebilir.55 Bilindiği gibi hac, müşrik temelli
bağlantıları kırmayı amaçlayan tadilatlarla birlikte, İslam'ın temel
bir dini kurumu olarak Hz. Peygamber tarafından devam ettirilmiştir.
Kabe Hz. İbrahim tarafından inşa edilen bir ev olarak önem kazanırken,
Arafat'ta (bir de Müzdelife'de) vakfe'de bulunmak, İslam haccının temel
bir özelliği olarak varlığını sürdürmüştür.56 Aynı şekilde Şevval
ayında alü gün oruç tutmayı tavsiye eden hadislere rağmen57 bu uygulama
fukaha tarafından, hem de Medine'de reddedilmiştir. Nitekim İmam
Mâlik'in şöyle dediği aktanlmaktadır: "İlim ve fıkıh ehli hiç kimsenin
bunu tuttuğunu görmedim. Bu, bana Selefin hiçbirinden de ulaşmadı. İlim
ehli bunu kötü görüyorlardı ve cahil kimseler, onda ilim ehli nezdinde
bir ruhsat olduğunu ve onunla amel ettiklerini görürlerse Ramazana,
ondan olmayanı katarak onun bidate dönüştürülmesinden korkuyorlardı."58
Keza Receb orucuna ilişkin Rasulullah'tan nakledilen rivayetlerle
birlikte, o orucu tutanlara, birtakım sahabe yaptırım uygulamıştır.59
Aynı şekilde h. birinci yüzyılın ikinci yansında tâbiûn tarafından
başlaüldığı söylenen Şaban'ın on beşinci gecesi kutlaması (Berat
Kandili), bir yüzyıl sonra mezhep imamlan arasında açık bir ayınm
noktasına dönüşmüştür.60 Bu açıdan bidat literatürü materyalleri, İslâm
kültüründeki ritüellerin süreklilik arz edenini ve değişenini inceleme
açısından çok önemli bilgiler içermektedir.
Başka örnekler de
verilebilir: örneğin şükür secdesini, İmam Mâlik mekruh addederken İmam
Şafiî müstehab saymıştır.61 Konumuz olan ritüeller/ kutlamalar
bağlamında bu sorulan ele alırsak, bidat olarak adlandınlan kimi
ritüeller, içerikleri doldurulduktan sonra devam ettirilebilir mi? Zira
düşünce ve nesnelerin kültürel değeri, daha çok, bireyin onlarla ilişki
biçimine bağlıdır. Hz. Peygamber de, birçok örnekte böyle yapmamış
mıdır? Genel olarak daha dinamik bir yaklaşımı benimseyen Ehl-i
Re'y'in, bidat kitaplannın konulanyla ilgilenmemeleri bunu göstermekte
değil midir? Nitekim ritüeller bağlamında, değişmez olarak görülen
ritüellerin bazısı aslında kimi pre-İslamik dinsel pratiklerin
İslamîleştirilmiş şeklidir ve bunlann bir kısmına Hz. Peygamber de
(hatta Kur'an da) ses çıkarmamışta. Aslında burada önemli bir noktanın
da altı çizilmelidir: RitüellerAutlamalar, mitolojinin desteğine
sahiptir; zira birtakım mitolojik anlatımlar, ritüel ve kutlamalan izah
eder ve onlan temellendirir.62 Öte yandan ritüel/ kutlamalar, bu
anlatılara oranla daha sabittir; onlan açıklayan mitoloji ise
değişikliğe uğrayabilir ve tarihte kimi zaman böyle olmuştur.
Dolayısıyla devralınan ritüel/kutlamalann formu sabit kalabilirken,
yeni izah ve anlatılarla, açıklamalarla varlıklan devam edebilmiştir.
Nitekim Peygamberimizin Aşura günü vs.'ye ilişkin tavn bu şekildedir.
Aynı manük Mevlid, Kadir, Berat vb. kutlamalar için de yürütülebilir.
Dolayısıyla Berat, Mevlid, Kadir gibi kandil gecelerine ilişkin
kutlamalar, ilk dönemlerdeki dayanaklannın kesin ve net olup
olmamasından ziyade, içerikleri göz önüne alınarak ve, ritüel ve
kutlamalarda zaten daha çok işlevsel ve sembolik yönün ağır bastığı
dikkate alınarak değerlendirilebilir.
D. 4. Cahiliyye Kalıntıları (Pagan Survivals)
Bir
dinsel kültürün, önceki kültürel yapılanndan etkilenmesi, ortak bir
vakıadır. Sembolik kültür elemanlan olarak yaşamaya devam eden
unsurlar, survival tortulardır. Zira kültürler, keskin çizgilerle
aynlamazlar. Örneğin bir Hıristiyanlık için bu durum incelendiğinde,
birçok pagan mitinin Hıristiyanlaştınldığını ve ilk Kilisenin, daha o
zamandan Hıristiyanlık öncesi kutsal takviminin büyük bir bölümünü
benimsediği görülmektedir.63
Bu bağlamda, İslam kültürüne
bakıldığında, temel prensiplerle çatışmamÜi dolayısıyla açıkça
reddedilmediği gözlemlenen birtakım pratiklerin muhafaza edildiği
görülmektedir. Her bir toplumun kendi kaderi doğrultusunda ortak
evriminin genel bir çerçevesini oluşturan İslam, hem yerel özelliklere
şekil vermiş, hem de bu özelliklere göre şekil almıştır. Dolayısıyla
İslam uygarlığını, lokal bağlamını göz önüne alarak ele almak, kültürel
geçişleri de ortaya çıkaracaktır. İslam kültüründe de birtakım
geçişlerin olduğunu görmekteyiz. Örneğin ortak bir din kültürü olarak
ilkel dinlerde yaratmanın bir yıl sürdüğü veya bir yıllık olarak
belirlendiği fikri64, İslam kültüründe de, Allah'ın Şaban ayında ve on
beşinde bir yıllık rızık ve kaderi belirlediği fikri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Belki de bu, diğer dinsel kültürlerden etkilenmedir.
Nitekim, Yahudi telakkisine göre alemin yılbaşında yaratıldığı
vakıasını göz önüne alarak, bu günün Yahudilerdeki Yeni Yıl Bayramı ile
bağlannı kuranlar da vardır.65 Aynı şekilde Binini, Nevruz bağlamında
bazı acem bilginlerinin, bu günün bir saatinde yaratılmanın yenilendiği
görüşlerinden bahseder.66
Araplarda, devenin ilk
yavrusunu kurban etme geleneği vardı ve buna, ferâ denilirdi.67 Aynı
şekilde Receb ayında, ilahlanna kurban keserlerdi ki, buna da, Atîre
adı verilmekteydi. Atîre konusunda birbiriyle çelişen rivayetler
dolayısıyla farklı kanaatler ortaya çıkmıştır; örneğin Kadı İyâd bunun
neshedildiğini savunurken İmam Şafiî onu savunmuş ve reddedenlere karşı
çıkmıştır.68 Öte yandan başka bir grup rivayete göre ise Hz.
Peygamber'e Cahiliyye'deki Atîre ve Ferâ kurbanı hakkında somlar
sorulunca, o, hangi ayda olursa olsun sadece Allah için kurban kesiniz,
demiştir.69 Keza Araplarda bir çocuğun doğumunun ardından başı kazınır
ve onun adına bir koyun kurban edilirdi. Bu uygulama "Akîka" adıyla
günümüze kadar Araplar ve diğer Müslümanlar arasında varlığını
sürdürmüştür. Bu, aslında muhtemelen çocuğun yerine sunulan fidye
türünden bir inançtı. Akika kurbanını İmam Malik müstehab saymıştır.70
Akika'yla ilgili rivayetlerden birinde, Peygamberimize onun hükmü
sorulduğunda, kendisi, Allah'ın "ukûk"u sevmediğini söylemesi üzerine,
Akika uygulaması kendisine hatırlatılmış, o da her zamanki engin
tavrıyla "Her kim çocuğuna yönelik bir kulluk ortaya koymak isterse..."
diye başlayan cevabını vermiştir. Aslında burada, Peygamberimizin
formdan ziyade içerikte yoğunlaştığının ipuçlannı görmekteyiz. Öte
yandan burada şârih, sünnet/yöntem olarak Peygambemizin bir şeyi kötü
gördüğünde onun ismini değiştirdiğini belirtmektedir.71 Dolayısıyla
bazen isim bazen içerik değişikliğiyle, var olan ve İslam'a ters
olmayan kimi pratikler varlığını devam ettirebilmektedir. Bu bakımdan
Rasulullah'ın, döneminin dinsel pratikleriyle ilgili olarak açıkça
İslam'a ters olmadığı sürece daha çok özle ilgilendiğini ve tüm
yoğunluğu köken, kaynak ve orijine vermediğini söyleyebiliriz. Nitekim
Ibn Hacer de, Akika'yı reddeden İbn Abdilberr'e karşı çıkarak şu
mantığı yürütmektedir: "İbn Abdilberr'in Akika'nın vürûdunu reddi
tartışılır; zira bunun önce vacipken sonra vücubunun neshi varsayılsa
bile, aynen Aşûra orucunda olduğu gibi müstehablığı yine baki kalır.
Dolayısıyla Akika'nın şenliğini reddedenlerin bir kanıtı olamaz."72
Dolayısıyla burada önemli olan, var olan bir şeyi yok sayma değil,
mantığını ve dindeki ağırlığını yakalamaktır. Peygamberimizin
tavırlannda da bu tarz bir enginlik gözlemlemekteyiz. İbn Hacer'in
dediği gibi gerçekten de Hz. Aişe, Aşûra orucu bağlamında şunlan
söylemektedir: "Aşûra, Kureyş'in Cahiliyye'de ve Rasulullah'ın da o
zamanlar oruç tuttuğu bir gündü. Ne zaman ki Rasulullah Medine'ye
geldi, Aşûra'yı tuttu ve tutulmasının da emretti. Ramazan [orucu] nazil
olduğunda, [Aşûra yı] dileyen tuttu, dileyen tutmadı."73 Oysa sonradan
dini kurallı hale getirme, netleştirme ve sınırlarını belirleme çabası
sezilmektedir. Bahse konu hususlarda sahabe veya tabiin arasında bir
yeknesaklık da görülmemektedir. Hatta birtakım sahabe, kaynaklara göre,
belki yeni dinin ritüelinin Cahiliye ritüelleriyle kanşmaması
endişesiyle Receb ayında oruç tutanlara yapünm uygulamış ve engellemeye
çalışmıştır.74 Bu bakımdan daha önce belirttiğimiz gibi Rasulullah'ın,
Ramazan orucundan önceki halini belirten rivayetler de, formatif dönem
fıkıh ve hadis kitaplan tarafından muhtemelen Ramazan'ın konumunu
gölgede bırakır endişesiyle ya dışlanmış ya da Cahiliyye'nin uzantısı
olarak eleştirilmiş75 ve onlar da, bid'at, tasavvuf veya mevzuat
kitaplannda kalmışür. Burada aslında Müslüman âlimler arasında kimi
zaman ihtiyat, kimi zaman da dinsel algılayış kaynaklı farklı
yaklaşımlann olduğunu görmekteyiz. Bu husus, ilgili rivayetleri kabul
ve reddi ya da te'lifi de ciddi şekilde etkilemektedir.
D. 5. Bidat Literatüründe Ritüeller/ Kutlamalar Hicri
3. yüzyılda ortaya çıkan ve daha çok ritüel ve adetlerin değişimini ele
alan bidat literatürü incelendiğinde, onlarda, bir takım sahabe ya da
tabiînin, bir kısım ritüel ve pratiğe, İslam'ın ve Müslümanlann
bütünlüğünü korumak için müdahale ettiklerinin ve yasakladıklannın
nakledildiği görülecektir. Bu tavırda anahtar kavram; Cahiliyye
kültürüyle kanşmak formatif ritüellerin gölgede kalması vs.
endişesidir. Ne var ki İslam'ın biricikliği, öncesinden kopuk oluşunda
değildir, zira onu bu şekilde sunmak, onun tek din oluşuna da
terstir.76 Kur'an, oruç gibi birçok ibadeti tanımlarken, onlann
öncekilere de farz kılındığının altını çizmiştir. (2/183) Örneğin tüm
Receb'te oruç tutanlara ilişkin tavırdaki korku, bir cahiliye/pagan
pratiğinin İslam kültürüne kanşması ve formatif ritüellerin (Ramazan
orucu) üzerine çıkması korkusudur. Oysa, bu tavırdaki hassasiyet
ihtimaliyle birlikte, Rasulullah, Cahiliyye'de var olan ritüel yapının,
açıkça İslam'a aykın olanlarını reddetmekle birlikte, bir kısmının bazı
değişiklikle birlikte ibkâsını uygun görmüştür. Bu bakımdan örneğin
İzzuddin b. Abdisselam, Receb'i, Cahiliye toplumunun tazim şekli
dışında tazim eden bir kimsenin Cahiliye'yi takip ettiği ve ona
uyduğunun söylenemeyeceğini ifade eder.77 Nitekim İbn Hacer de,
Ferâ-Atîre kurbanlanyla ilgili rivayetlerden biri için şu açıklamayı
getirmektedir: "Peygamberimiz, Ferâ ve Atîre'yi kökten iptal
etmemiştir; bilakis onlann her birinde olan niteliği iptal etmiştir:
Şöyle ki Ferâ'nın ilk doğan hayvan olarak kesilmesi niteliğini,
Atîre'den de sadece Recep ayına özgü kesilmesi niteliğini iptal
etmiştir."78 Oysa görmekteyiz ki, Receb ayında oruca ve Atîre kurbanına
ilişkin rivayetlere rağmen, onu yasaklayanlar daha ağırlıkta ve
kes[k]inliktedir. Yani ilk dönem Müslümanlan, bir anlamda dinin (ritüel
yapısının) gelişimini devam ettirmiştir, diyebiliriz. Kaldı ki,
İzzuddin b. Abdisselam, Cahiliye toplumunun yaptığı her uygulamanın
yasaklanmadığını, bunun ancak İslam'ın yasaklaması durumunda söz konusu
olduğunu; zira sırf Ehl-i Bâtıl yapıyor diye hak bir şeyin terk
edilemeyeceğini söyler.79 Aynı şey ana konumuz olan kandil
kutlamalanndan örneğin Mevlid için de denilebilir. Tüm alimlere göre
sonraki dönemlerde ortaya çıktığı ittifakla kabul edilen bir uygulama
olan Mevlid, İbn Teymiyye'ye göre Hıristiyanlardaki Noel'den mülhem bir
adettir.80 Oysa Suyuti, bunun Kuran ve Sünnetten dayanaklannın olduğunu
söyleyerek onu savunur.81 Suyuti'nin delil olarak ileri sürdüğü
hadiste, Peygamberimizin Medine'ye geldiğinde Yahudileri Aşure orucu
tutar bulur. Sebebini sorunca "onun Allanın kendilerini, Firavun'ın
kurtardığı gün olduğunu" söylediklerinde "Biz Musa'ya uymaya sizden
daha evlayız" diyerek Aşure orucunun tutulmasını emreder.82 Suyuti'ye
göre defedilen kötülüklere, verilen nimetlere karşı şükür için yapılan
fiiller meşrudur ve bu kutlamanın ilk üç asırda cari olmaması, bu
temellendirmeyi etkilemez.83 Peygamberimizin mezkûr örnekte olayın
içeriği üzerinde durduğu söylenebilir. Değişik rivayetlere göre
Kureyşli müşriklerin ya da Ehl-i Kitab'tan Yahudilerin o orucu tutması
gündeme getirilmemektedir. Bu tür sorular genellikle sonraki
Müslümanlar tarafından dile getirilmiştir.84 Bu tip kutlamalar önemli
bir anla ilgili olduğu için belirli bir toplumun tarihiyle ilgilidir;
dolayısıyla ortak tarihsel bir geçmişe sahip toplumlar, onlan dikkate
alabilir.
Hızla ilerleyen fetihlerle birlikte farklı kültürel
yapılarla karşılaşılınca, Talbi'nin de belirttiği gibi yabancı
geleneklerin anî müdahalesi sonucu, cemiyetin gözle görülür ve hızlı
değişimi, tekâmülün telaşlandıncı etkisiyle, belli ve denenmiş
yollardan geriye dönüş şeklinde bir reaksiyonu doğurmuştu.85 Bu
reaksiyon, temelde dine ilişkin bir bakış açışıydı. Örneğin konumuz
olan kutlamalardan Regaib kutlaması bağlamında, Malikiler, Receb ayının
orucunu, Ramazanı gölgede bırakacağı endişesiyle ve mükellefin tahsis
yapamayacağı argümanıyla reddetmişlerdir. Örneğin Turtûşî'de temel
endişe, dinin Cahiliyye ile karışmasıdır.86 Şafiî Ebu Şâme de aynı
şekilde mükellefin tahsis yapamayacağı argümanıyla ve İmam Şafiî'den,
vacip sayılmaması için herhangi bir ayın aynen Ramazan gibi tamamen
oruçla geçirilemeyeceği hükmüyle Receb orucunu reddeder ve Receb ayına,
Cahiliye'de Mudarr'ın tazim ettiğini belirtir.87 Öte yandan İzzuddin b.
Abdisselam ise Receb orucunun sahih olduğunu, çünkü onunla Allah'a
yakınlaşıldığını, onu yasak gören kişinin İslam ahkâmının referans
kaynaklarından (maâhiz) haberdar olmadığını, kaldı ki, İslam'ı tedvin
eden âlimlerin hiçbirinin Receb orucunu, mekruh oruç kapsamında
zikretmediğini belirtir.88 Aslında rivayetlere göre bu konuda sahabe
arasında tek bir yaklaşım da yoktur. Örneğin Müslim'deki bir rivayete
göre Esma (ra), Abdullah b. Ömer'in tüm Receb'de oruç tutulmasını
yasaklamasına karşı çıktığı belirtilmektedir.89 Bunun anlamı, mezkur
konuyu kendisinin savunduğudur. Aynı şekilde İbn Abbas'ın da tüm
Receb'te orucu kötü gördüğü rivayet edilmiştir. 90 Bu örnekler ilk
Müslümanlar arasında, diğer konularda olduğu gibi bu tür konularda da
farklı kanaatlerin olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla
bidatlerle ilgili eserlerin müelliflerinden ılımlı bir bidat anlayışına
sahip olanlar, ideal bir mazi anlayışı altında da olsa
gerçekleştirilebilecek somut bir toplum anlayışına sahipken aşırı bir
bidat anlayışına sahip olanlar, ilk dönemde donmuş ve her türlü
değişime karşı ütopik bir toplum anlayışına sahiptir. Değişimi
benimseyenler ise, bu konuda daha farklı davranmışlardır. Bidat
literatürü yazarlarından olan ve sözü geçen birinci kanattan olan
Mâliki Turtuşî, bidati, geçmiş bir Asıl veya uyulan bir örnek olmadan
ihdas edilen şey olarak tanımlar.91 İmam Şafiî de, geçmiş bir örnek
(misâl sabık) olmaksızın yapılan her akıl yürütmeyi, istihsan ve
keyfîlik olarak tanımlamaktadır.92 Nitekim bidat literatürün kahır
ekseriyeti, Mâlikî ve Şâfiîlerdir. Bidat literatürü yazarlarının çoğu,
mağrib Mâlikîleri iken, Şâfiîler, onlara bağlı gözükmektedir. Keza
Hanbeliler bu konuda bağımsız gözükürken, değişimden yana olan
Hanefîler, genellikle yeni durumlara istihsanla karşı koyduklan için bu
konularla pek ilgilenmemişlerdir.93 Örneğin Şaban'ın on beşinci gecesi
uygulamasını, İbn Ebî Muleyke gibi hicazlılar reddederken, ilgili
hadis, Mekhuleş-Şâmîgibi bir tabiîne dayandırılmaktadır.94 Kanaatimizce
bu, Ehl-i Hadis ile Ehl-i Re'y çekişmesinin ritüellerdeki yansımasına
bir örnektir. Hicaz ekolü, bu konularda Şârî'ye bağlılığı ve tarihsel
formu savunmaktadır. Fakat Şarî'nin (Hz. Peygamber) ifade ve
uygulamalarının neye dayandığı ve nasıl temellendirildiği pek
sorgulanmamaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, tutarlı ve genel geçer bir
yaklaşım gibi gözükmemektedir. Burada dinin biricikliği savunulurken
onun tek din oluşu (3/19) göz ardı edilmekte ve Peygamberimizin bu
konulardaki yaklaşımının içeriği/esprisi gözden kaçırılmaktadır.
Kendi
ilk örneğine mümkün olduğunca yaklaşmaya, yani tarihi alüvyonlarından
ve tortularından arınmaya meyletmeyen hiçbir dini şekil yoktur.95
Nitekim bidat literatüründeki katı tutum sahipleri de, bu tip
uygulamaları reddederken onların ilk dönemlerde olmamasını temel
argüman olarak ileri sürmektedir. Oysa burada daha doğru tavır, tüm
benzeşmelerden kaçınmak değil, Peygamberimizin de yaptığı gibi İslam'ın
evrensel inancına zaten ters olanları, asla temellendirilemeyecek
olanları reddetmek ve bu konulara yaklaşırken formdan ziyade içerik
üzerinde yoğunlaşmaktır. Kaldı ki bidat literatüründe sürekli
tekrarlandığı şekliyle, ritüellerde tüm benzeşmeleri eğer İslam
kategorik olarak yasaklamışsa, o zaman hac menâsikinin kimi unsurlan,
Akîka kurbanı gibi birçok ritüel neden bırakılmıştır? Fakat bu arada
şunu da hatırdan uzak tutmamak gerekir: İslam'ın doğuşu-Cahiliyye
sınırında kontrollü ve yumuşak bir geçiş yaşanmakla birlikte, sonradan
bu geçen unsur, yapıya zararlı hale gelmiş olabilir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber'in ılımlı olarak karşıladığı bir husus, sahabe, tabiîn ya da
sonraki bir İslam alimi tarafından daha sonradan bu nedenle yasaklanmış
olabilir. Ya da tersine İslam'ın ilk dönemlerinde Müslümanlar kimi
zaman kendilerini diğer tüm dini topluluklardan tefrik etmek için dini
ritüellerinin biricikliği açısından kimi benzeşmelerden uzak durmuş
olabilirler. Dolayısıyla burada da tarihsel koşullara ve insan unsuruna
paralel bir yaklaşım, daha esnek ve daha etkili gözükmektedir. Aynı
koşulların geçerli olmadığı bir dönemde ritüelAutlamalara ilişkin aynı
hükmün sürdürülmesi gerekmeyebilir. Örneğin hacla ilgili olarak Ebu
Şame, İbnu's-Salah'tan, onun zamanında kimi çevresel uygulamaların
(ilavelerin vs.) eleştirisini nakletmektedir.96 Nitekim sünnet
addedilen kurbanın vacip gibi değerlendirilmesi, kimi sahabeyi kurban
kesmemeye bile sevk etmiştir.97 Kandil geceleri ve bu gecelerin
kutlanmasıyla ilgili ihtilaflar da bu konunun değişkenliğinin
kanıtlarındandır. Esasen bu tavır, değişen sosyo-kültürel şartlara
ritüelAutlama çerçevelerinin uyumunu sağlamaya çalışmaktır ki, bir
anlamda içtihat bile sayılabilir. Nitekim Vardit Rispler'e göre bidat
literatürü ve gelişimi, içtihat kapısının kapalı olduğu hususuna bir
cevap olabilir.98 Zira bidat literatürüyle, sürekli olarak değişen
zaman ve koşullara, cevap verilmeye çalışılıyordu. İlk iki yüzyılın
teolojik olarak negatif bidat kavramı, toplumun ve hukukun gelişmesini
engellediği için, hukukçular tarafından yeni fikir ve pratikleri ele
alacak bir sisteme dönüştürülmüş ve bid'a hasene veya mahmude
kavramları, yeni çıkan olaylara karşı daha ılımlı bir yaklaşım olarak
fakihler tarafından geliştirilmiştir.99 Öte yandan kaynaklara dayalı
resmi İslam ile popüler İslam arasındaki ilişki, tarih boyunca çok
canlı ve hareketli olmuştur. Formatif dönem sonrası kaynaklar, belirli
bir ritüel yapısı ortaya koymasına rağmen, halkların kültürel yapıları,
onları zorlamıştır. Örneğin el-İzz b. Abdisselam, Reğaib namazını ilk
önce bidat saymasına rağmen, yöneticilerin ve halkın baskısı üzerine
fetvasını değiştirerek onu bidat-ı hasene olarak kabul etmiştir.100
Bunun örnekleri çoğaltılabilir.
SONUÇ
Bu
incelememizde zaman ve kutsal kavramlarını hem genel hem de özel olarak
ele alarak ritueller örneği çerçevesinde İslam geleneğinde kutsal
kavramını ve bu kavram ile değişim imkanı arasındaki ilişkiyi ele
almaya çalıştık. Zaman kavramı çerçevesinde İslam kültüründe değişik
algılama ve tepkilerin ortaya çıktığını gözlemledik. Keza araştırmamız
sonucunda islam kültüründe birçok şeyin kutsallaştırılmış olmasına
rağmen İslam'da kutsala Allah ve O'nun iradesi dışında bir karşılık
bulamadığımız gibi diğer dinlerdeki kutsal tanımından hareketle
yaptığımız kavramsal karşılaştırmalar sonucunda İslam kültüründe kutsal
kabul edilen şeylerin de temel olarak diğer dinlerin kutsallarından
karakteristik olarak ayrıldığını gördük; zira bu 'şey'leri besleyen
benzer bir teolojik arkaplan İslam'da bulunmamaktadır. Nitekim dinlerde
görülen kutsal kavramının en belirgin özelliği olan dokunulmazlık,
değişmezlik, yaklaşılmazlık, ayrılık vs. gibi özellikler İslam'da
yalnızca Allah (cc) kavramına uymakta, ne Hz. Peygambere (sav) ne
velilere/ muttakîlere ne de birtakım zaman/mekan ve eşyalara
atfedilebilme imkanı taşımaktadır. Hatta İslam'ın son kitabı olan
Kur'an bile diğer ilahî kökenli kitaplara yüklenilen sıfatların aksine,
Kerim'dir.
Zira daha önceki vahiylerde görüldüğü gibi Allah'ın
iradesi (ya da onun tecellisi olan kutsal) değişik formlarda tecelli
etmektedir. İslam'da sabit formların değil her zaman değişik araçlarla,
değişik zaman ve mekânlarda Allah'ın rızasının amaçlanması
istenmektedir denilebilir; nitekim en ulvî olan ibadetler bile aslında
Allah'a daha iyi kul olmanın vesileleri/araçlarıdır. Nitekim kurbanla
ilgili olarak Kur'an'daki ifadeler bunun en açık ifadesidir.(22/37)
İslam'da eksen Allah olduğu için hiçbir şeye haddini aşarak putlaşma
imkânı tanınmamaktadır; hiçbir şey tabusal değildir. İslam'ın bu
anlamdaki esnek yapısı, onu evrensel ve zamanüstü kılmaktadır; aksi
takdirde -şayet kutsalın belirli/sabit bir formu olduğu kabul edilirse,
değişimi temellendirmek imkânsız olacaktır. Bu husus, Yahudilerin Musa
Şeriat'ine yaklaşımlarında iyice ortaya çıkmaktadır: Şöyle ki Allah'ın
'sözde' kurallanna sıkı sıkıya bağlanmak dindar Yahudi'yi iki yüzlü ve
riyakar yaptığı gibi aklını çalıştıran Yahudi de dini reddetmek ya da
en azından-ona isyan etmek zorunda kalmıştır. Bu da her iki halde
Allah'ın iradesini O'nun aleyhine çevirmek demektir.
Öte yandan
Peygamberimizin İslam'ı öncesi olmayan bir din olarak sunmamakla ve
çevre kültürü re'sen reddeden bir yaklaşım sergilememekle, yukarıdaki
bakış açısını bizim eksen örneğimiz olan toplu kutlamalar/ritüeller
bağlamına aktardığını görmekteyiz. Zira mezkur konularda Hz. Peygamber,
daha çok içeriği dikkate almıştır ve formun kendisinden ziyade, temel
ilkelere açıkça ters olmaması koşuluyla içerikte (kulluk, ahlaki
motivasyonlar vs.) yoğunlaşılmıştır. Zira bir uygulamanın
temellendirilmesi sadece bir dönemde olup olmaması olduğunda ve o
dönemdeki uygulamaların da bizatihi değil, kimi zaman kültürel temelli
olduğu görüldüğünde, çelişkili bir durumla karşı karşıya kalınmaktadır.
Dolayısıyla ritüel ve kutlamalara yaklaşırken, kanaatimizce,
hassasiyeti elden bırakmamak koşuluyla, İslam'ın Hz. Adem'den bu yana
devam eden tek ilahi din olduğu.
1
islam'da zaman anlayışı-değişiklik ilişkisi için bkz. Jean-Paul
Charney, Islamic Culture and Socio-Economic Change, E. J. Brill, 1981,
9-10
2 Germanus, Gyula, agm, 47-48
3 Germanus, agm,48
4 Weber, Max, age, 155, 159.
5 bk. Malik Bin Nebi, Fikir ve Put, 101-109
6 Horkheimer, Max, age, s. 64 vd.
7 Malik bin Nebi, Kültür Sorunu, Ank. 2000, Ank. Okulu yay., 30-38
8 Malik Bin Nebi, age, 35
9 bk. Leah, Kinberg, Compromise of Commerce, Der İslam, Band 66 Heft 2(1989), s. 209
10 Malik bin Nebi, Kültür Sorunu, 92-93
11 bkz, Giddens, Anthony, age, 96. "Giddens, A., age, 100. .
13 Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Ank. 1996, Ank Okulu yay., s. 62
14 Fazlur Rahman, age, 64
15 Fazlur Rahman, age, 69
16 bk. Özlem, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, 83
17 Özlem, Doğan, age, 91-92
18 Eliade, M., The Saared and the Profane, 85
19 bk. Berger, Peter L., Din ve Tolumsal Kurumların Değişimi, Din ve Modernlik içinde, 131
20 bk. Din Bilim Yazıları, 38
21 agc,46, 53, 60, 70
22 agc, 58, 63
23 Alûsî, Şukrî, Butûğu'l-Ereb /? Ma'rifeti AhvaH'l-Arab, Mısır trsz, II. 364-365
24 bk. Vassaf, Gündüz, Cehenneme Övgü, İst. 2002, İletişim yay., s. 253-257
25 Ahmed b. Hanbel, Musned, 5. 161
26
Katoliklik, rahiplerin evlenme yasağını tartışmaya açmak zorunda
kalmıştır, bk. Radikal gazetesi, 21.4. 2002, Pazar: Türker Alkan,
Cinsel ve Dinsel Olan.
27 bk. Neitzche, R, Deccal, İst. 1985, Hil yay., 33
28 Grunebaum, G. E. von, Muhammadan Festivals, New York 1988, Olive Branch Press, 3
29 Grunebaum, age, 3-4
30 bk. Alusî, Şukrî, Bulûğu't-Ereb fîMa'rifeti Ahvâli'l-Arab, 2.287
31
Alusî, Şukrî, age, 2.288. Hz. Aişe, Aşûra orucu bağlamında şunlan
söylemektedir: "Aşûra, Kureyş'in Cahiliyye'de ve Rasulullah'ın da o
zamanlar oruç tuttuğu bir gündü. Ne zaman ki Rasulullah Medine'ye
geldi, Aşûra'yı tuttu ve tutulmasının da emretti. Ramazan[orucu) nazil
olduğunda, dileyen tuttu, dileyen tutmadı." Buhârî, menâkıb (63), b
(26), no: 1,4.234
32 Müslim, Sahîh, Hac(15). b(69), no:398,1.968
33
Baljon, J. M. S., Modernist Düşüncenin Şekillenişi, Ank. 2002, An.
Okulu yay., s. 202. Bu bağlamda İbn Teymiyye de, bir bidati ortadan
kaldırmanın sosyal koşulunun, alternatifi bir sünnet ortaya koymak
olduğunu söyler, bk. İktizâu'sSırati'l-Mustakim, h. 1404, 1. baskı, s.
142
34 Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler //, 127
35 Ebu Davud, Vasâya (17), b (9), no: 2873,3.293-294; Aynca bk. Buhari, menâkıb(63), b(26), no:4, 4.234-235
36 bk. Alusî, Şukrî, Bulûğu'l-Ereb fîMa'rifetiAhuâli'l-Arab, 2.301 vd
37 Ahmad b. Hanbel, Müsned, 4. 267
38 age, 4. 245
39 Alusî, Şukrî, age, 3.78
40 bk. İslam Ansiklopedisi, İst., MEB, 1998, 9.657
41 Buhârî, Menâkıb(63),b(26), no:l,4.234
42 Nesâî, Ferâ(41). b (1), no:4221, 7.167-168
43 Nesâî, Ferâ(41). b (1), no:4225,7.169; bk. Ebu Davud, edâhî, b(19), no:2830,3.255
«Musned, 2.182-183
45
Buhârî, akîka (71), b (3),no: 1,6.217 (Ebu Hureyre'den); Müslim, Edâhî
(35), b(6), no:38, 2.1564 (Ebu Hureyre'den; Tirmitf, edâhî (17), b
(15), no: 1512, 4.96 (Ebu Hureyre'den)
46 bk. Nesâî, ferâ (41). B (1), no:4221, 7.167-168: Muaz, İbn Avn'ı Atîre keserken gördüğünü söylemektedir.
47
Hattâbî, İbn Sîrîn'in Receb ayında Atîre kestiğini ve bu konuda bir
şeyler rivayet ettiğini söylemektedir. bk.Ebu Davud, Edâhî, b(19),
no:2830,3.255, dipnot
48 bk. Müslim, edâhî (35), b(6), II. 1565
49 bk. İbn Teymiyye, Kaide Celîle fi't-Tevessül ue'l-Vesîte, Beyrut 1981, s. 71-76
50 bk. Musned, I. 145; Müslim, cenâiz (11), b (36), no:977,1.672
51 Müslim, hac (15), b (43), no:259,1.928)
52 İbn Kesir, age, I, 199
53 Günaltay, Şemseddin, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ank. 1997, Ank Okulu yay., s. 71
54 bk. İbn Kesir, I, 199
55 bk. Gazali, age, 220, krş Farmer, H. G. , A History ofArabian Music, London 1929, s. 34
56 bk. M. M.. Şerif, age, I. 155
57 Ahmed b. Hanbel, Musned, 3.308
58 Muvatta, Siyam (18), b (22), n: 60, 1.311
59 Ebu Şame, el-Bâis a/d İnkâri'l-Bida' ve'l-Havâdis, Mektebetu İbn Sinâ, trsz., s. 72
60 bk. Vardit Rispler, The 20th Century Treatment of an Old Bid'a, Der İslam, 72/1, 1995, s. 88
61 Ebu Şâme, age, 80
62 bk. Eliade, M., Mitlerin Özellikleri, s. 48-51
63 bk. Eliade, age, 159-160
64
bk. Eliade, The Sacred and the Profane, 77.; Eliade şöyle söyler:
"İbranilerde Dünya'nın belli sürelerle yenilenmesine ilişkin olarak
senaryoya, ilk anlamından da bir şey korunarak, tarihsel bir görünüm
kazandınlmıştır. Wensinck, kaostan kozmoza geçişin belirtildiği Yeni
Yıl riti senaryosunun, İsrailoğullarının Mısır'dan göçü ve
Kızıldeniz'in aşılması, Kenan ülkesinin fethi, Babildeki tutsaklık ve
sürgünden dönüş vb. tarihsel olaylara uygulandığını göstermiştir."
Mitlerin Özellikleri, 50: A. J.Wensinck, "the Semitic New Year and the
Orijin of Eschatology" (Acta Orientalia, I. 1923, s. 159-199)
Yahudilere göre de alemin yılbaşında yaratıldığı fikri için bk. İslam
Ansiklopedisi, Ramazan maddesi, 9.612,İstanbul, MEB.1988
65 bk. Kister, M. J., Shaban is my Month, s. 16, krş. İslam Ansiklopedisi, 9.612.
66 el-Biruni, el-Âsâru 'l-Bâkiye ani 'l-Kurûni %Hâliye, Leipzig, 1923, Otto Harrasowitz, s. 215
67 bk. Ebu Davud, III. 255
68 İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 9. 746
69 bk. Ebu Davud, III. 255
70 İmam Malik, Muuatta, akîka(26), b(2), II. 502
71 Nesâî, VII. 163
72 İbn Hacer, age, 9. 734
73 Buhârî, menâkıb (63),b(26), no:l,4.234
74 bk. Ebu Şâme, et-Bâis a/d İnkâri'l-Bida' ue'l-Havâdis, 1
75
bk. Ebu Şame, age, 25. Bu .anlayış konusunda bk. Urvoy, D., La
polémique autour de L'assimilation par l'ortodoxie de pratiques
non-Islamiques, Studia İslamica, LXVIII (1988), 129-145
76
Garaudy bu tarz bir eğilimi entegrizm olarak sayarak İslam'ın
kimliğinin bu tarz bir özgünlük (particularité) aranmaması gerektiğini
{Yaşayan İslam, 133) ve bunun dışlayıcı oluşunun İslam'ın
birleştiriciliğine ters oluşunu ifade eder. (age, 74, 88)
77
el-İzz b. Abdisselam, Fetavâ Şeyhi'l-İslam İzzuddin b. Abdisselam, 1996
Muessesetu'r-Risâle, s. 336. Nitekim kimi rivayetlere göre Aşure orucu,
Cahiliyede Kureyş'in tuttuğu bir oruçtur; Peygamberimiz de onu
tutmuştur. Medineye hicretten sonra Ramazan'ın farz kılınmasından sonra
tutup tutmamak serbest bırakılmıştır. Müslim, siyam (13), b (19),
no:113,1.792
78 İbn Hacer, age, 9-745-746
79 el-İzz b. Abdisselam, age, s. 336
80 İbn Teymiyye, İktizau'sSırati'l-Mustakîman Muhalefi Ashâbi'l-Cahîm, h. 1404, 1. baskı, s.142
81 SuyuÜ, Celaluddin, Husni'l-Maksid fi Ameli'1-Mevlid, İslam Yolu, yıl:2, sayi:65, s. 2
82 Muslim, siyam (13), b (19), no: 127,1.795)
83 Suyuü, ay
84 bk. Muslim, I. 798, no: 133
85 Talbî, Muhammed, Bidatler, AÜİFD, XXIII, s. 447-448
86 Turtuşî, el-Havâdis ve'l-Bida', Beyrut 1990, s. 283
87 Ebu Şâme, age,70-71
88 el-İzz b. Abdisselam, age, 335
89 Muslim, II. 1641
90 bk. Ebu Şâme, age, s. 71
91 Turtuşî, age, 108
92 İmam Şafiî, Risale, TDVY, Ank., 1997, s. 14, 274
93 bk. Rispler, Vardit, Toward a new understanding of the term bid a, Der İslam, 68, , s. 325
94 Turtuşî, age, 263-264
95 bk. Din Bilim Yazıları, s. 100, alıntı Traite d'histoire des religions, s.395'ten.
96 Ebu $ame, el-Bais ala Inkari'l-Bida' ue'l-Havadis, s. 117-118
97 bk. Turtusi, age, 115-118)
98 bk. Vardit Rispler, Toward a new Understanding of the Term bid'a, Der Islam , 328
99 Krs. Talbi, Muhammed, Bidatler, AUiFD, XXIII458-460.
100 bk. Ebu $ame, el-Bais, 64.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam arkadaşlar...
yukarıdaki alıntıyı yani salih özer beyin çalışmasını özellikle incelemenizi tavsiye ederim....
bir çok konuda ufuk açıcı olacağını sanıyorum...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ninian SMART
Çeviren
Arş.Gör.Dr.Ali İhsan YİTİK
Din, tarih boyunca ve insanoğlunun en eski kültürlerinin ücra köşelerinde beşer hayatının köklü ve ayrılmaz bir özelliği olmuştur. İnsanlık tarihini ve bu tarih içerisindeki değişik görüşlerini anlayabilmek için, herşeyden önce insanların mensup oldukları dinleri tanımak gerekir. Aynı şekilde günümüz dünyasında yaşayan toplumların, çoğu zaman bizimkinden farklı olan hayata bakış açılarını kavrayabilmek de yine onların benimsedikleri ideoloji ve sahip oldukları inançların bilinmesiyle mümkündür.
Din her ne kadar, seremoniler, tapınaklar ve sanat eserleri gibi bir takım somut unsurlara sahip ise de, tamamıyla gözle görülebilen müşahhas bir fenomen değildir. Gözle görülebilen bu unsurların arzettikleri önemin tam olarak anlaşılabilmesi için, onlara, bunları kullanan kimselerin deruni hayatları açısından bakılması ve değerlendirilmeleri lazımdır. Sözgelimi, Hıristiyanlıktaki bir bebeğin vaftiz ayinini ele alalım: Vaftizin bir hıristiyan için arzettiği önemi ve bu ayine katılanların his ve beklentilerini bilmeksizin, onu tam olarak anlayabilmek mümkün müdür? Şüphesiz değildir. Öyleyse dinin tam olarak anlaşılabilmesi için, onun zahiri ve deruni yönlerinin birlikte ele alınması gerekir. Bu nedenle Dinler Tarihi sadece bir olaylar kronolojisi olmayıp, olayların içyüzünü ve onların analitik izahlarına da yer vermek zorunda olan bir disiplindir. O halde sadece beşeriyetin dini tarihinin izlediği rotayı belirlemek bizim için yeterli değildir; bunun yanısıra, bu alana giren kimselerin düşünce ve hislerine de nüfuz etmek gerekir.
Din oldukça zengin ve komplek bir fenomendir. O, hem harici ve deruni unsurlarının bir arada ele alınmasından ortaya çıkan bir kompleksliğe, hem de tarihte çok çeşitli inanç sistemleri şeklinde ortaya çıkması ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor olmasından neşet eden bir karmaşıklığa sahiptir. Üstelik dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen daha pekçok din vardır. Bütün bunların araştırılması ve incelenmesi oldukça büyüleyici ve ilgi uyandırıcı bir görevdir. Çünkü dini tecrübedeki bu çeşitlilik, beşeriyetin dini duygu ve hayal gücünün zenginliği ve insan ruhunun ulviliğinin yanısıra, dinin gerçekliği ile ilgili çok çeşitli soruların ortaya atılmasının da başlıca nedenidir.
Bilim tarihi, metodoloji ve bilimlerin mevcut durumu bilinmeksizin, bilimin gayesi ve mahiyeti birtakım iddialar ortaya atmanın anlamsızlığı gibi, dinin duygusal ve zahiri yönlerini bilmeksizin onun gerçekliği üzerinde konuşmanın da bir anlamı olmayacaktır. Öyleyse, bu konudaki bir eserin başlıca hedefi, öncelikle dinlerin ifade edildiği tecrübelerle ilgili olayları ortaya çıkarmaktır. Gayemiz, din fenomeni hakkında herhangi bir hüküm vermekten ziyade onu, tam ve doğru olarak tasvir etmektir. Bana göre, ancak böyle bir çalışma sonucunda, okuyucu veya yazar kendini, dinin gerçekliği konusunda hüküm verebilmek için daha iyi bir konumda bulabilecektir.
Dinin tanımlanabilmesi ve tarihinin tedkik edilebilmesinin, bir anlamda ilmi bir çabayı gerektirdiği söylenebilir. Zira olayların tarafsız ve objektif bir şekilde ele alınıp incelenmesi zorunludur. Ancak buradaki objektifliği sadece tapınak, kilise, cami gibi dini yapılara ve dışarıdan gözlemlenebilen dini davranışlara bakmak ve onları tasvir etmek şeklinde düşünmek, tabii ki yanlıştır. Görülebilir nitelikteki bu objelerin içyüzlerine de nüfuz etmek gerekir. Mesela, St. Paul'un Şam yolunda yaşadığı tecrübe gözönünde bulundurulmaksızın, onun aziz oluşunun tam hikayesini ortaya koymak mümkün müdür? Yaşanan bu tecrübe Paul'ün zahiri bir fiili olmasına rağmen başkaları tarafından gözlemlenememiştir. Mistik, peygamberane ve diğer bütün dini tecrübe şekillerini, özel ve gerçek manasıyla peygamberliği tam olarak kavrayabilmemiz mümkün değilse bile, bunları objektif olarak tasvir edebilmek mümkündür. Bunun anlamı, deruni tecrübeleri ve benzer davranışları her türlü peşin hükümden uzak olarak sempatik bir anlayışla tasvir edebiliriz demektir. Bu da dinlerin araştırılmasının hassas ve sanatkarane bir anlayış gerektirdiğini ortaya koyar.
Ancak din, halkın his ve duyguları üzerinde derin bir tesire sahip olması sebebiyle dindar insanların, çoğu zaman başkalarının inançları konusunda objektif ve tarafsız olmaları epeyce güç olmuştur.Buna karşılık dinden oldukça uzaklaşmış Agnostiklerin de din hakkında objektif olamadıkları görülmüştür. Bazen de denilmiştir ki; din bağlanmayı ihtiva eder, dolayısıyla inanmaksızın bir inanç sistemini tam olarak kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle bazen, bir inanç sistemini müntesibi olmayan yabancı bir kimsenin onu hiçbir zaman takdir edemeyeceği şeklinde bile görüşler ileri sürülmüştür.
Ancak böyle bir sonuç hem tehlikeli hem de oldukça abartılıdır. Abartılıdır, çünkü son zamanlarda yapılmış pek çok mukayeseli din araştırması, en azından bazı kimselerin başkalarının inançlarını anlayabileceklerini açık-seçik ortaya koymuştur. Ayrıca değişik din mensupları arasındaki diyaloglar da son zamanlarda oldukça gelişmiştir. Bütün bunların yanı sıra, yine bu alanda bazı araştırmacılarca önyargıyla kaleme alınmış kötü eserler de yok değildir. Ancak dini mensubiyetin, insanların kendi inançları dışındaki diğer inançların iyi taraflarını görmelerine kesinlikle engel olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Üstelik bu nevi görüşler, insanların başka dinleri anlamak için sempatik çaba sarf etmelerine gerek olmadığı şeklinde bir sonuca götüreceğinden oldukça tehlikelidir.
Araştırmamızın boyutu gerek kapsadığı zaman dilimini gerekse alan yönünden oldukça geniş olmalıdır. Zira büyük dinlerin her biri gelişen birer organizma gibidir. Sadece Hıristiyanlık ve Budizm gibi farklı inanç sistemlerinin değişik kısımları arasındaki ilişkilerin değil, bir inanç sisteminin, doğuşundan bugüne kadar geçirdiği safhalarında ele alınıp incelenmesi gerekir. Mesela, iki bin yıl önce ortaya çıktığı ortamı bilmeksizin, Hıristiyanlığı tam olarak anlayabilmemiz mümkün değildir.
Bu anlamda dinlerin araştırılmasının tarihi bir yanı da vardır. Fakat tarih bize göstermiştir ki, bazı dinler gerilemiş ve hiç mensubiyeti kalmayarak tarihe mal olmuştur. Ancak bunlardan bazıları, insanlığın dini tecrübesi anlatılırken, hala ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Mesela, günümüzde sadece Hindistan'ta Bombay civarında çok az sayıda müntesibi bulunan Zerdüştilik bir zamanlar güçlü ve gelişen bir inanç sistemi idi. İyi ve kötünün mahiyetiyle ilgili köklü iddialara dayanıyordu.
Yine arkeolojik kalıntıların azlığı ve yazılı belgelerin yokluğu kesin bir neticeye ulaşmamızı engellese bile, dinin tarih öncesi menşei konusunda bazı şeylerin ortaya konulması da son derece önemlidir. Bu nedenle bazı araştırmacılar, günümüzün teknolojik bakımdan ilkel durumda bulunan bazı toplumlarını inceleyerek, tarih öncesi dönemlerdeki dini inançları tesbite çalışmışlardır. Onlar, bugün Taş Devri insanları gibi yaşayan kabilelerin Taş Devri inançlarını temsil edebileceği varsayımından yola çıkıyorlardı. Bu nedenle, okuma-yazma bilmeyen toplulukların, ister bugün, isterse tarihin çok eski dönemlerinde yaşamış olsunlar, aynı şekilde görmek gerekir.
Diğer taraftan insanların büyük çoğunluğu, tabii olarak, yaşayan büyük sistemlere ilgi göstermişlerdir. Bazen "dünya dinleri" olarak da isimlendirilen bu sistemler şunlardır: Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyüsçülüktür. Bunların yanısıra, Çin'de Taoizm, Japonya'da Şintoizm, Hindistan'daki Caynizm ve Sih dini ile son zamanlarda Avrupa'da ortaya çıkan bazı Hıristiyan mezhepleri de bugünün önemli inanç sistemleri arasında yer alır. Bunlardan bazıları özellikle Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm hâlâ milyonlarca müntesibe sahib olmalarına rağmen, taraftarlarını muhafaza edebilmek için dine muhalif yeni akımlarla kıyasıya mücadele halindedir.
Özellikle Batı Ülkelerindeki Agnostiklerin sayılarında hızlı artış göze çarpmaktadır. Agnostizmin, metafizik alanı tümüyle inkar eden ve bütün dikkatini sadece insan saadetine önem veren bir ahlak anlayışına çeviren bir anlayış olduğu söylenebilir. Kısacası o, Hıristiyanlığa alternatif olarak "hümanizmi" önerir. Aynı dönemde Marksizm, diğer materyalist sistem olarak hayret verici bir gelişme göstermiştir. Bu ikinci sistem de, menşei Batı olmakla birlikte, özellikle Doğu ülkelerinde geleneksel dine karşı bir rakip konumuna gelmiştir.
Bu iki yeni akım, Marksizm ve Hümanizm, dinin fonksiyonlarından pek çoğuna sahiptir. Böyle bir iddia özellikle marksizm için doğrudur: Onun, realiteyi bir bütün olarak izah eden bir doktrini, dünyevi cenneti temin edecek bir politik anlayışı ve zamanla geliştirdiği kendine ait özel ayinleri vardır. İşte dine karşı ortaya çıkmış bu yeni akımları da anlamaya çalışmadan, bütün insanlığın dini tecrübesini tasvir ettiğimizi düşünmek yanlış olacaktır. Hem Marksizm hem de Hümanizm kendileri bir parça dine benzemekle birlikte, kesinlikle dine karşıdırlar. Ayrıca Marksizm pratikte de, her zaman dine ve dinle ilgili şeylere karşı cephe almıştır. İşte bütün bunlar, dinin tarifiyle ilgili problem ortaya çıkarmaktadır. Eğer biz Marksizmi, oynadığı toplumsal ve entellektüel roller -yeni bir sosyal ahlak ve realiyete değişik bir dünya görüşü geliştirme teşebbüsleri- açısından bakacak olursak, onu yeni bir din olarak görebiliriz. Ancak, tabiatüstü alemi inkarı, gayb alemine ilgisinin yokluğu, vahyi ve mistik tecrübeyi kabul etmeyişi gözönüne alınarak, onu bir din olarak telakki yanlıştır. Peki Hıristiyanlık, Budizm gibi bizim din olarak isimlendirdiğimiz sistemlerde bütün bu unsurların hepsi veya bazıları mevcut mudur?
Dinin Boyutları:
Dinin tarifindeki temel güçlük, onun muhtelif veçhelerinin -veya ybizim isimlendireceğimiz şekilde, boyutlarının- bulunmasından kaynaklanır. Marksizmi bir din olarak kabul edip etmemiz, hangi boyutu din tarifi için önemli gördüğümüze bağlıdır. Bunun için öncelikle bu muhtelif boyutları incelemek yararlı olacaktır.
Dinin Ritüel Boyutu: Eğer bize tapınak ve kilise gibi yapıların faydası ve amacı nedir diye sorulacak olsa, bu soruya, onlar dini merasim ve törenlerin icra edildiği yerlerdir diye cevap vermek çok yanlış değildir. Zira din, kendini çoğu zaman ibadet, dua ve kurban gibi törenlerle ifade eder. Biz bütün bunları, dinin ritüel boyutu diye isimlendiriyoruz. Bu boyutla ilgili bazı önemli açıklamaların yapılması lazımdır.
İlk olarak, "ritüel" deyince hemen aklımıza Hıristiyanlıktaki ekmek-şarap ayini gibi resmi ve çok detaylı ibadetler gelir. Halbuki görülmeyen alemle ilişki kurmak, ona katılmak gibi bir niyetle yapılan, sözgelimi dua esnasında gözlerin kapatılması gibi dini ibadetin en basit formları bile ritüel kapsamına girer. Gerçekte böyle bir dünya ister mevcut olsun isterse olmasın, dindarlara göre o vardır ve içinde yaşadığımız dünya ile çok yakından ilgilidir. Kısacası onun varlığı kabul edilmiştir. Bizim amacımız, dini anlayışların doğruluğu veya yanlışlığı konusunda hüküm vermek değildir. Bizim için birinci derecede önemli olan, ritüel olarak telakki edilen, en basit dini davranışın bile doğru olarak tasvir edilmesi, tanımlanmasıdır.
İkincisi, ritüelin hem zahiri hem de deruni olmak üzere iki temel boyutu olmakla birlikte, onlardan birincisinin diğerine hakim olması hadisesine oldukça sık rastlanılır. Böyle durumlarda ritüel basma-kalıp ve mekanik bir hale gelir. Eğer o ritüel, kendisine beşeri bir anlam kazandıran, niyet, his gibi deruni veçheler gözardı edilerek, sadece belirli bazı zahiri hareketlerden ibaret hale gelirse, böyle bir ritüelin dini açıdan bir önemi kalmayacaktır. Bir kısım dini faaliyetlerin "ritüelistik" diye kötülenmelerinin nedeni de budur. Ancak ritüel teriminin böyle olumsuz bir anlamda kullanılmasından ötürü onu, dinin önemsiz ve bozulmuş bir veçhesi gibi görmek de yanlıştır.
Bunların dışında günlük hayatımızda hepimizin farkında olmadan yaptığı, bireysel ve sosyal ilişkilerimizin ayrılmaz parçası olan bazı seküler (dünyevi) ritüeller de mevcuttur. Bir kimseyi "günaydın!" diyerek selamlama, bayrağa saygı gösterme v.b. davranışlar bu çeşit dünyevi ritüellerin bazılarıdır. Ancak böyle seküler özellikteki ritüeller bile, çoğu zaman iş yapan bir kimseye "Allah kuvvet versin" diyerek selamlama misalindeki gibi, dini bir muhteva kazandıkları da görülür.
Üçüncüsü, "ritüel"in anlamını, sadece "Tanrı ve tanrılar için yapılan her türlü ibadet ve kurban töreni" şeklinde sınırlamamak, onun manasını daha geniş olarak düşünmek lazımdır.
Bilindiği gibi, Hindistan ve diğer bazı bölgelerde dinin en önemli unsurunu, yoga ve benzeri nefis terbiyesi teknikleri oluşturur. Bu nevi tekniklerin nihai gayesi, adayı daha üstün bilinçlilik düzeyine ulaştırmaktır. Böylece onun, dünyevi varoluştan kurtuluş, Nirvana ve Mutlak Hakikat tecrübesine sahip olma gibi aşkın tecrübelere ulaşabileceği varsayılır. Dolayısıyla böyle bir dinin temel karakteri sübjektiflik ve mistik oluşudur. Bazen böyle dinlerin, dinlerin büyük çoğunluğunca önem verilen ibadet ve kurban törenlerinin yetersiz olduğu ileri sürerek, Budizm'de olduğu gibi, Tanrı veya tanrılara önem verilmeksizin sadece bu nevi temrinlere önem verdiklerine rastlanır. Bundan başka, nefis terbiyesi teknikleri ile ritüel arasında bir benzerlik de söz konusudur; zira bilindiği gibi, nefis terbiyesi egzersizlerinde aday değişik bedensel ve zihinsel egzersizler yardımıyla müteal, görülmeyen alem üzerinde zihni konsantrasyonu sağlamayı veya dünyevi arzu ve ihtiraslardan kurtulmayı amaçlar. Öyleyse dinin bu tarafını da ritüel boyut kapsamına almamız gerekmektedir. Ancak, kutsal bir varlığa değil de belirli bazı tecrübelerin elde edilmesi amaçlandığı için böyle ritüeller mukaddes ritüelden farklı olarak pragmatik olarak nitelenir. Bazen de bu iki tür ritüelin, Hıristiyan mistisizminde olduğu gibi, bir arada bulundukları görülür.
Diğer taraftan bir ritüelin anlamı, icra edildiği inanç muhiti gözönüne alınmaksızın tam olarak anlaşılamaz. Aynı şekilde ritüellerin çoğunda dua, ilahi bir varlığa yapılır. Çok sık olarak da, tanrılarla ilgili efsaneler seremoni veya bayramın özelliklerini açıklamak için kullanılır. Aynı şekilde insan hayatının doğum, evlenme ve ölüm gibi önemli olayları ilahi alemle ilişkileri dolayısıyla dini bir öneme haizdir.
Bütün bunlar, bir din her hangi resmi bir doktrin veya teolojiye sahip olmadan önce meydana gelebilir. Teoloji, sistem ve entellektüel gücü, bir dinin daha muğlak olan geleneksel mitoloji veya vahiy hazinesine sokma faaliyetidir. Gayb aleminin sembolize edildiği efsaneler, tasvirler ve hikayeler bütününe ise dinin mitolojik boyutu adı verilir.
Dinin Mitolojik Boyutu : Mitolojik boyut konusunda da önemli bazı hatırlatmaların yapılması gereklidir. İlk olarak, mukayeseli din araştırmaları ve çağdaş teolojide "mit", "mitolojik" v.b. terimler "yanlık" manasında değildir. Halbuki günlük dilde kullanılan "bu mittir" ifadesi, "bu yanlıştır" ifadesinin bir başka söyleniş tarzıdır. Ancak "mit" terimi, din fenomeniyle ilgili olarak kullanıldığında, hikaye edilen olayın doğruluk veya yanlışlığına delalet etmeyen nötr bir tabirdir. Zaten menşei itibariyle mit terimi, hikaye anlamına gelir; bir şeyi hikaye etmek ise, onun doğruluğu veya yanlışlığı hakkında bir hüküm vermeğe delalet etmez. Biz de burada sadece çeşitli inançları hikaye ediyoruz.
İkinci olarak, bu terim, sadece Tanrı veya tanrılarla ilgili hikayeleri değil, belli bir gelenek bakımından önemli tarihi olaylar için de kullanılabilir. Mesela, Yahudilikteki Pesah ritüeli, İsrailoğulları tarihinde önemli bir yer tutan Mısır'daki esaretten kurtuluşu temsil eder. İşte bu önemli olay bir mit fonksiyonu görür. Öyleyse biz, önemli tarihi olaylarla ilgili bütün hikayeleri, onların gerçekten tarihte vukubulmuş olayların doğru hikayesi olup olmadığına bakmaksızın mitolojik boyut başlığı altında ele almamız gerekir.
Dinin Doktrinel Boyutu : Bir dinin teolojisinde ifade edilen mitoloji ve sembolleri birbirinden ayırmak her zaman kolay değildir. Bu nedenle doktrinler, mitolojik veya sembolik olarak ifade edilen dini inanç ve ibadetleri sistemleştirme, netleştirme ve akli olarak izah etme teşebbüsleridir. Teoloji, tabii olarak sembol ve efsaneleri kullanmak zorundadır. Mesela, bir Hıristiyan kelamcısı İnkarnasyonun anlamını tasvir etmek durumunda kalınca, mecburi olarak, Kitab-ı Mukaddes dilini ve tarihini kullanmak zorundadır. Bu nedenle, mitolojik ve doktrinel boyutlar arasını kesin çizgilerle ayırmak kolay değildir. Bununla birlikte Thomas Aqinu'nun yaratılış risalesi ile Tekvin'in yaratılış kıssaları arasında da bariz bir fark göze çarpar. Bu fark önemlidir, çünkü dünya dinlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri büyük oranda tutarlı doktrinler ile realiteyi bir bütün olarak sunabilmelerine bağlıdır.
Dinin Ahlaki Boyutu : Tarih boyunca bütün dinlerin genellikle bir ahlak yasasıyla irtibatlı olduğunu görürüz. Ahlak kuralları ferdin davranışlarıyla ilgilidir ve çoğunlukla da toplumda hakim olan dine ait ahlak kanunları cemiyeti kontrol eder. Çok aşikardır ki, insanlar sahip oldukları bir takım normları ve değerleri kolay kolay bırakamazlar. Bazen de belli bir toplumdaki hakim inanç sistemince belirlenen bu standartlar, o cemiyetin bütün birimleri tarafından kabul edilmeyebilir.
Böyle bile olsa, dinlerin, bir parçası oldukları toplumların ahlaki davranışlarını belirleme ve biçimlemede çok etkili olduklarında şüphe yoktur. Bunun yanısıra, bir dinin mitolojisi ve doktriniyle bağlantılı ahlak sistemi ile, sözkonusu inanca mensup olanlarla ilgili sosyal gerçekleri birbirinden ayırmak da son derece önemlidir. Örneğin Hıristiyanlık, "komşunu kendin gibi sev" kuralını telkin eder. Ancak sosyolojik bir vakıa olarak, bu dinin resmi din olarak kabul edildiği veya hakim durumda olduğu ülkelerde yaşayap pek çok Hıristiyanın bu emrin gereğini yerine getirmede başarısız oldukları açıktır. Çünkü ne kiliseye giden herkesin komşusunu sevmesi, ne de tapınağa giden bütün Budistlerin zorunlu olarak başkalarına merhametli olması sözkonusudur. Dolayısıyla, bir inanç sisteminin ahlaki öğretileri ile, o dinin aktüel sosyal etkileri ve sosyal çevresini kesinlikle birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
Bu noktayla ilgili bir başka husus ise, çoğu dinlerin kurumsallaşması olayıdır. Bu, özellikle teknolojik bakımdan geri kalmış ve bir rahip, büyücü ve astrologun sosyal yapıyla çok iyi bütünleştiği toplumlarda çok açık şekilde kendini gösterir. Böyle toplumlarda din sadece ferdi bir olay değil, aynı zamanda toplum hayatının bir parçasıdır. Öte yandan dini hayat ile seküler hayatın içiçe olduğu A.B.D. gibi çağdaş toplumlarda bile, kiliseler, dikkate alınması gereken müesseseler olarak varlıklarını sürdürür. Onlar kurulu nizamın bir parçasıdır. Dinin açıktan veya gizli olarak tahkir edildiği toplumlarda bile -mesela Sovyetler Birliği'nde- dini faaliyetleri devam ettiren kurumlar vardır.
Dinin Sosyal Boyutu : Dinler sadece inanç sistemlerinden ibaret değildir; onlar aynı zamanda birer sosyal organizasyon veya böyle organizasyonların bir parçasıdırlar. Onların toplumsal ve sosyal önemleri de vardır. Elbette dinin sosyal veçhesi, söz konusu dinin ahlaki ve dini öğretileri ile bunların uygulamadaki tezahürleri sonucu belirlenir. Ayrıca, dini ve ahlaki öğretilerin de mevcut sosyal şartlar ve durumlara adepte oluşuna da sıkça rastlanır. Mesela Japon balıkçıları, Budizm'in hiçbir canlıyı öldürmeme, yaralamama anlamındaki "ahimsa" presibini, balıkçılar olarak kendi aktiviteleriyle uzlaştırabilmişlerdir. Aynen bunun gibi, bir Hıristiyan'ın kendini kardeşçe sevgiye adayışı veya savaşa karşı tutumu da, çoğu zaman İncil'den ziyade vatanseverlik (patriotism) ve milli bir endişe ile tayin ve tesbit edilmiş olabilir. Bu nedenle, dinin ahlak ve sosyal boyutlarını birbirinden ayırmak fevkalede önemlidir. Sosyal boyut, söz konusu dinin müesseseleşmiş şeklidir ve ancak kurumlaşabilen bir din, doktrin ve müesseseleri vasıtasıyla içinde yaşadığı toplumu etkileyebilir. Doktrinel, mitolojik ve ahlaki boyutlar bir dinin görülmeyen alemin mahiyeti hakkındaki görüşlerini ve insan hayatının nasıl şekillenmesi gerektiğiyle ilgili dinin amaçlarını ifade eder. Sosyal boyut ise, bu iddialarla gerçekte şekilleniş tarzını ve dini kurumların faaliyet şekillerini gösterir.
Doğal olarak, bir ritüelin devam eden formlarının da, dinin kurumsallaşmasında çok önemli olduğu aşikardır. Nitekim eğer belirli seremoni ve sakramentlerin ancak bir rahip tarafından düzenli olarak yerine getirilebileceği kabul edilirse, bu durumda dini müessese kısmen de olsa, profesyonel rahipliği sürdürme ve koruma ihtiyacıyla belirlenmiş olacaktır.
Dinin Tecrübi Boyutu : Tecrübi boyut olmaksızın, buraya kadar tartışılan boyutların tümü bir dini izah etmekte yetersizdir. İnsanlar çeşitli dini merasimler vasıtasıyla görülmeyen alemle ilişki kurmayı veya ona katılmayı arzulayabilmelerine rağmen, ferdi din normal olarak o alemin ümid, idrak ve tecrübesini ihtiva eder. Sözgelimi, bir Budist rahibinin Nirvana'yı ümid edişi, aynı zamanda, aşkına katılma ve orada huzur ve sükun bulmanın deruni tecrübesine de şamildir. Tanrı'ya dua eden bir kimse, normalde O'nun, kendi duasına icabet ettiğine inanır. Fakat Tanrı'nın duaya icabeti, ya bir hastanın hemen şifa bulması misalindeki gibi zahiri ya da, daha da önemlisi dua eden kimse ile Yaratıcısı arasında filizlenen ferdi bir ilişki şeklinde deruni bir özellik arzeder. Bir Hıristiyan, Tanrı'nın insanlara dostane bir tarzda hitap ettiğine ve kişilerin de O'nun deruni tecrübesine sahip olabileceklerine imkan olarak kabul etmek durumundadır. Böylece ferdi dindarlığın, zorunlu olarak, tecrübi boyutu da ihtiva ettiği görülür.
Dini tecrübe faktörü, büyük dinlerin ortaya çıkmasına yolaçan önemli olaylar ve din kurucularının hayatları söz konusu olduğunda daha fazla önem kazanır. Budda, incir ağacı altında yoğun bir tefekkür halinde iken "aydınlanmaya" ulaştı. Yoğun mistik tecrübesinin sonucunda, dünya hayatının sıkıntı ve acılarını sona erdirecek sırra vakıf olduğuna inandı. Yine biz, bazı Ahd-i Atik peygamberlerinin Tanrı hakkında çok önemli şeyler öğrendikleri ve O'nun ismini bütün insanlığa tebliğe memur edildikleri başlangıç vizyonlarıyla ilgili rivayetlere de sahibiz. Hz. Muhammed de, kısa sürede Orta Asya'dan İspanya'ya kadar geniş bir alanda etkili olan "tevhid" inancının tebliğ faaliyetini böyle bir tecrübeden sonra başlamıştır. Hint kutsal literatürünün en önemlilerinden olan Upanişadları anlayabilmek için de, bu metinlerin öğretilerinin dayandığı tecrübeyi dikkate almakla mümkündür. Hinduizm'in bir başka önemli kaynağı Gita'da yer alan bir ibarede, Tanrı, Arjuna'ya kendini korkunç bir tarzda takdim etmektedir. Biraz önce de St. Paul'un konumuzla ilgili Şam yolunda yaşadığı bir tecrübeye temas etmiştik.
İsa Mesih'in ifadeleri, onun Baba'ya olan deruni yakınlığını ifade eder. Ancak bu yakınlığın, son derece önemli ferdi tecrübelere dayandığında şüphe yoktur. Verdiğimiz bütün bu örnekler ve benzerleri, dini tecrübenin büyük inanç sistemlerinin ortaya çıkışında çok önemli bir rol oynadığını ortaya koymaktadır.
Bu yüzden Marksizm'i bir din olarak görmek doğru değildir; çünkü o, kendine has öğretilere, sembollere, ayrı bir ahlak kurallarına, hatta bazı ritüellere sahip olmasına rağmen, görülmeyen alemin tecrübe edilebilirliğini inkar eder. Dolayısıyla bir marksist için, ne Tanrı ile ferdi ilişki kurma ne de kurtuluş veya nirvana tecrübesi önemlidir. Aynı şekilde Hümanizm de, bütün dikkatini dünyevi hedeflere yöneltmesinden ötürü din olarak kabul edilemez. Bununla birlikte, bütün bu sistemlerin çağdaş dünyamız üzerindeki tesirlerinin incelenmesi zaruridir. Ancak araştırmalarda ağırlık noktası, onların ferdi tecrübe açısından arzettikleri öneme ve böyle bir tecrübeyle nasıl şekillendikleri olacaktır.
Bununla beraber bir dini tecrübenin tasvir edilmesinin kendine has özel bir zorluğu vardır. Biz, böyle bir tecrübeyi yaşayan kimselerin yazılı veya sözlü olarak bize ulaşmış ifadelerine ve şehadetlerine dayanmak zorundayız. Bazen, büyük dini liderlerin mistik ve peygamberi tecrübeleriyle ilgili rivayetlerin yazıya geçirilmeden önce uzun zaman nesilden nesile şifahi olarak nakledilegeldikleri görülür. Fakat büyük insan kitlelerini etkileyen ferdi dini tecrübelerin çoğunun yazı sanatını bilen topluluklarda ortaya çıkmış olması bizim açımızdan büyük bir şanslılıktır.
Bunun bir başka anlamı da, sözkonusu tecrübenin, halihazırda doktrinel boyutu bulunan dinlerin varolduğu bir çevrede ortaya çıkmış olması demektir. Bu da, din kurucuları veya peygamberlerin kendine has önemli dini tecrübelerini açıklayışımızda başka bir problem ortaya çıkarır; çünkü bu tecrübeler muhtemelen ortaya çıktıkları dönemin mitolojik ve sembolik ifadeleriyle karışmış olmanın ötesinde, yine o dönemde mevcut doktrinlere ve anlayışlara göre yorumlanmışlardır. Eğer biz, bir dinin ikinci derecede önemli şahıslarından söz ediyor isek, bu güçlük nisbeten azalmaktadır. Zira bu ikincilerin dini tecrübelerinin tevarüs ettikleri doktrin ve mitolojilere göre yorumlanmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Öte yandan, doktrinel ve mitolojik izahlardan mahrum, salt olarak bizatihi tecrübeye dayanan rivayetleri de anlayabilmek kolay değildir. Bu tür güçlükler, bazı durumlarda teşekkül ve sistemleştirme dönemleri boyunca aralarında hiçbir ilişki olmayan farklı kültürlerdeki rivayetlerin mukayesesi yoluyla bir ölçüde giderilebilir.
Üstelik tecrübeyle doktrin arasında varolan diyalektik ilişki de zikredilmeğe değer mahiyettedir. Mesela Budda, kendi çağının düşünce formlarından önemli unsurları almasına rağmen, gerçek yaratıcı kişiliği sayesinde bunlara yeni unsurlar ekleyebilmiş ve eski unsurların da muhtevasını değiştirebilmiştir. Ahd-i Atik peygamberleri de mevcut Yahve inancından hakikaten orijinal ahlaki bir monoteizm vücuda getirmişlerdir. Miras aldıkları basit, kabilevi doktrinde yapmış oldukları değişiklikler belli ölçüde, kendileri için vahyi nitelikteki ferdi dini tecrübelerinin ışığında anlaşılabilir. Böylece tecrübe ve doktrinel yorumlama arasındaki şöyle bir diyalektik ilişkinin mevcut olduğu görülür; Doktrinel yorumlama tecrübeyi renklendirirken, tecrübe de doktrini şekillendirir. Bu nedenle Dinler Tarihi ile ilgili eserlerde bu iki boyut arasındaki diyalektik ilişki ortaya konulmaya çalışılmalıdır.
Doktrin ile tecrübi boyut arasındaki bu karşılıklı ilişki aynı zamanda daha aşağı seviyedeki ferdi dinin bazı özelliklerini anlamamıza yardım eder. Mesela bir hıristiyan çocuğuna ailesi tarafından belirli doktrinler ve mitolojik yanı bulunan semboller öğretilir. Bu çocuğa, Tanrıya "Babamız" diye hitap edileceği, dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığı ve onun sayesinde varlığını devam ettirdiği inancı öğretilir. Bu küçük hıristiyan açısından bütün bu inançlar, içinde yaşadığımız dünya ile ilgili -dünyanın güneş etrafında dönmesi fikri gibi- diğer tecrübe edilemez ifadeler gibi "teorik" niteliktedir. Şimdi bu dindarın, ferdi-mistik tecrübeleri veya mensup olduğu dinin ahlaki ve diğer emirlerini yerine getirerek daha derin bir dini anlayış seviyesine ulaştığını düşünelim: Bir müddet sonra bu kimse, o güne kadar sırlı bir şekilde ilişki kurduğu Tanrı'nın bir fert olduğunu idrak edecektir. Bundan böyle Tanrı, onun için, sadece spekülatif olarak düşünülecek veya görülebilecek bir şey değildir. Daha sonra bu kimse, Tanrı'ya ferdi olarak dua ve ibadet edilebileceğini anlayacaktır. Kısaca ifade etmek gerekirse, "Yerin ve Göğün Yaratıcısı, Kaadir-i Mutlak Baba Tanrıya inanırım" cümlesi artık onun için ayrı bir anlam kazanmıştır. Şimdi o, bir anlamda önceki inandığından ayrı bir şeye inanmaktadır. Böylece doktrin ve tecrübeler arasındaki karşılıklı ilişki, ferdi din için bir temel teşkil etmektedir.
# Bu yazı Ninian Smart'ın The Religious Experience of Mankind, (London-Glosgow, Collins Clear-Type Press, 1971) isimli eserinin dinler Tarihine giriş mahiyetindeki 1. bölümünün (s.11-41) tercümesidir.
Kaynak: Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s.423-433
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
medeni0002 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 kasim 2010 Yer: Turkiye Gönderilenler: 936
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah'ın Amaçları: Giyim kuşam konusundaki insanların ritüellerine karşı Allah'ın amacını beyanı: Araf26:''Ey Ademoğulları, biz sizin avret yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (varettik).Takva (güzel ahlak) ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır.Bu,Allah'ın ayetlerindendir.Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.'' Cenabı Allah,bu ayetinde de belirttiği gibi giyim kuşama değil,takvaya yani güzel ahlaka veya güzel davranışlara daha çok önem verdiğini belirtiyor.Çünkü insanların kılık kıyafetleri yaşam tarzlarına,imkanlarına veya zevklerine göre değişkenlik gösterebilir,ancak güzel ahlak ve güzel davranışların ise toplumun selameti ve refahı için değişmemesi gerekiyor.Buradan da anlıyoruzki Allah kendisi için bir şey istemiyor,yine kullarının iyiliği için onlara en çok lazım olan şeye teşvik ederek kulların bunlara en çok değeri vermeleri gerektiğini hatırlatıyor. Hacc37:''Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva (güzel davranışlar) ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için.Güzellikte bulunanlara müjde ver.'' Yine bu ayette de aynı çizgiyi görmekteyiz,Rabbim şekillerden ve kurallardan ziyade takvaya yani güzel ahlak ve güzel davranışlara en çok önemin verilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Hucurat13:''Ey insanlar,gerçekten,biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ’birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık.Şüphesiz,Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız,(ırk,renk,soy ve servetçe değil) takvaca (güzel ahlakça) en ileride olanınızdır.Şüphesiz Allah bilendir,haber alandır.'' buyurulmuştur. Yüce Allah bu ayetinde de belirttiği gibi üstünlüğü ve önceliği güzel ahlaka ve güzel davranışlara verdiğini açıkça beyan ediyor. Şimdi böyle bir durumda kuralların hiç mi önemi yok sorusu akla gelebilir, elbetteki önemi olanlar da vardır,ancak öncelik her zaman güzel davranışlara ve güzel ahlaka olmalıdır. Kurallarda sanıyorum iki kısma ayrılmalıdır içi boş ve anlamsız kurallar içi dolu ve anlamlı kurallar örneğin kabenin etrafında boş boş dolaşmak ve taşlardan medet beklemek içi boş olandır. trafik işaretlerine ve kurallarına uymak içi dolu olan kurallardır. Kur'anda konmuş kuralların tamamı içi dolu anlamlı,gerekli ve insanlar için ihtiyaç olan kurallardır ancak çoğu kurallar,tahrifçiler tarafından içi boş olan ritüellere dönüştürülmüştür. Örneğin salat Kur'ani sistemi desteklemek ve Kur'anın mesajlarına yönelmek iken içi boş ritüellere dönüştürülmüştür.Hacc yine aynı şekilde ülkenin yasalarını veya sistemini tartışmak iken bir damın etrafında boş boş dolaşmaya dönüştürülmüştür.daha bunun gibi yüzlercesini sayabiliriz ancak bu yorumlara sığmayacağı için bu kadar misalle yetiniyorum. selamlar,sevgiler.
__________________ medeniyet
|
Yukarı dön |
|
|
|
|