Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kuran
hükümlerinin her dönem için geçerli olduğunu söyleyenleri anlamada çok
zorlanıyorum. Peygamberlerin her birinin şeriatının diğerinin bazı
hükümlerini ortadan kaldırdığını bizzat Kuran söylemektedir. Bence
Kuranın evrenselliğinden anlaşılanın ne olduğu tam kestirilemiyor.
Kuran hükümlerinin birer form olması sebebiyle her döneme bir örnek
olması ile birbirine karıştırılmaktadır. Gerçi fıkıhta sadece
içtihatları bağladığına inanılan bir kural vardır. Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir
Âlimler,
buradaki maksadın genel kural bildiren hükümler değil, özel hükümleri
bildiren konular olduğunu söylemiş ve Kuranın tüm hükümlerinin genel
kural belirtmesi sebebiyle bu kurala tabi olmayacağını söylemişlerdir.
Oysa genel kural bildirmenin ölçüsü Kuranda bulunması mı? Hayır, eğer
Kuranın tüm hükümleri genel kural belirtmiş olsaydı Peygamberin
hayatında bile bir hüküm neshe maruz kalmazdı. O halde yukarıdaki hüküm
Kuran için de geçerlidir ve dinamik insan hayatının gereği de budur.
Aslında
müslümanların taklidden kurtarılmış yeni okuma arayışları ve fıkhın bu
genel kuralları sayesinde bu sorun çözülebilir.Nitekim Merhum
Fazlurrahman'dan başlayıp Muhammed Arkun, Hasan Hanefi, Roger Garaudy
ve Nasr Ebû Zeyd, Muhammed Abid el-Cabiri ve başkalarının pek de itibar
ettiği bu "yeni okuma biçimi" daha çok ilâhiyatçılardan müteşekkil dar
bir çevrede konuşuluyor olsa bile henüz yeterince tanımlanmış,
çerçevesi çizilmiş ve usûl olarak Kur'an'a uygulandığında ne türden
sonuçlar vereceği test edilmiş değildir.Bunda Allah kelamı olarak
telakki edilmesinin etkisi büyüktür.Günümüz müslümanlarında ise bunun
çekingenliği bu akımı başlatanların batılı oryantalistler olmasıdır.
Buradan
kuranın herhangi bir hükmünün tarihselliğini bir örnek olarak
gördüğümüzde ve her zaman için bağlayıcı olamayacağını düşündüğümüzde
sorun çözülebilecektir.. Çünkü belli bir coğrafya ve sosyal yapı
içerisinde gelen ilâhî hitabın, ilk muhataplarının problemlerine
çözüm getirmesi doğal bir şeydir. Eğer Kuran’daki hükümler, ilk
muhataplarının yaşam standartlarının üzerinde olsaydı, bu durum akla
uygun düşmezdi.
Aslında Kurana önce bir tarihsellik gözüyle bakmak, Kuranı anlamak için de daha faydalı olacaktır.
Çünkü
Kuran’ın doğru anlaşılabilmesi, Kuran’ın indiği döneme gitmek, o
dönemin dilini, o dönemin üslûbunu, o dönemdeki mevcut ilimleri esas
almayı gerektirmektedir. Zaten islam hukukunda içtihad yasaklanmadığı
sürece müslümanlarda evrensellik ciddi bir savunma mekanizması
olmamıştır. En önemli örnek te bizzat Hz.Ömerdir. Hz. Ömer’in İslam’ın
şevket dönemine girildiğini gerekçe göstererek müellefe-i kulübe
(kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere) zekâttan pay vermemesi,
şartlardaki değişiklikten, İslâmî hükümlerin nasıl etkilendiğini
göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Modernistlerin
bir kısmı ise Kuranın tümüyle özel hüküm bildiren hükümler olduğunu
düşünmüş ki biz buna da katılmıyoruz. Kuranın değişmez olan hükümleri
de vardır. Ancak bunlar sosyal yağı ve hukuk ile ilgili değil, inanç ve
ahlak ile ilgilidir. Kuranın tümüyle tarihsel olduğunu düşündüğünüz an,
İslam’da hiçbir sâbitenin kalmayacağı muhakkaktır.
Ama hukuk
ile ilgili konuların da birer örnek ve form olduklarını unutmamak
gerekir. Yani somut çözümler değil, onların arkasında yatan espri ve
ruh önemlidir. Buna göre şöyle denebilir: Kur’an’ın sunduğu çözümler
nihâî çözümler değil, örnek çözümlerdir. Bu açıdan buna tarihsel
dememek de yerinde bir tabir dahi sayılabilir.
Doğrusu
mutlak tarihselcilerin de mutlak evrenselcilerin de handikapları
vardır.Mutlak evrenselcilere göre Allahın.7.yy da sosyal değişimin
bittiğini ilan etmiş sayılır.Bunun için artık hüküm yenilenmez.Mutlak
tarihselcilere göre ise Allah, tarihi dilimlere ayırmış, bunların
bazısına ve en son olarak 14 asır öncesine bazı somut örneklerle
müdahalede bulunmuştur. Sonradan gelenlere ise, “başlarının çaresine
baksınlar” demiş oluyor ki, bu da doğru bir yaklaşım değildir.
abdullah elçi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bilimsel
bilgi ile dini bilginin kaynak, amaç, yöntem açısından farklı oldukları
açıktır. Bilimsel bilginin kaynağı insan aklı ve deneyi, amacı evreni
tanımlamak ve yöntemi deneydir. Dinsel bilginin kaynağı ise Tanrı,
amacı insanın yaratılışına uygun bir yaşam sürdürmek, insanlara
ulaştırılması ise peygamber ve vahiyler iledir.
Tektanrıcı
dinlerde bulunan kutsal kitaplarda yer alan bazı metinlerin bilimsel
bilgiler ile çelişebildiği görülmektedir. Bu ifadelerin sembolik bir
anlama sahip olduğunu, ya da Spinoza’nın söylediği gibi kutsal
kitapların birer fizik,biyoloji kitabı değil de birer ahlak,ibret, öğüt
kitabı olduğunu kabul edersek bilim ile din çatışma içine
girmezler.Benim de demek istediğim bu.Bazılarının kutsal kitapları
bilime önci göstermeleri bunun doğru bir metod olduğu anlamına gelmez.
Aslında kutsal kitaplara bakıldığında dinlerin yerelde evrensel de olduğu anlayışı karşımıza çıkıyor. Hz.Muhammedin
evine girip çıkmayla ve onunla yüksek sesle konuşmamayla ilgili vb..,
ayetlerin o güne hitap ettiğini yerel bir hüküm olduğunu anlıyoruz. Biz
seni, bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik tipinden
ayetlerde ise kitabın evrensellik içerdiği anlamı ile karşılaşıyoruz.
Zaten genel ilkler bazında düşünüldüğünde de evrensellik anlamını çıkartabilmekteyiz. Çünkü
Tanrı varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün görecelidir, mutlak
değildir.Onun için, Kur’ân’ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed
(insan) ve Arap toplumu da göreceli olmaktadır.. Vahiy ilişkisi bir
zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası)meydana gelmiştir.
Yakında
açılacak olan inançlar bölümünde yazdıklarımda hep şuna vurgu vurgu
yapıyordum. Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahyin fikri içeriği Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan,
İncilden dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru
fikir ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed
ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy
tarafından onanır.
Yani bir yere kadar size hak veriyorum. Kendisi Arapça oluşundan hareketle evrensel olmayacağını söyleniyor.. Gerçekten de Tanrı, Araplara seslenmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu Araplara yüklemiştir.
Ancak
Arap alimlerinin bunu ne kadar ilerlediklerini tartışabiliriz.
Kanaatime göre Ortaçağ standartlarına göre bir şeriat oluşturabilmeyi
başardılar. Ancak geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle
yeniçağa geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her
alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’ denince herkesin
şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır.
KURANIN DİLİ VE KURANIN ANLAŞILMASI MESELESİ
Kuran’ın
kullandığı dil nasıl bir dildir? Bu soru oldukça önemlidir, çünkü
birçok dini anlayış Kuran’ın nasıl bir dil kullandığını tam olarak
anlayamadığından vahim yanlışlıklar yapmaktadır ve Kurana inanmayanlar
için benzeri bulunmaz kozlar vermektedir.
Kutsal metinlerin sonraki muhataplarınca daima anlaşılma problemi
olmuştur. Anlamın ortaya çıkarılması öylesine çetin bir iştir ki sosyal
bilimlerin tüm kazanımlarını kullansak bile, yapabileceğimiz sadece
yorumsamadır. Bu da bizi anlamın nesnelliği hakkında ihtiyatlı olmaya
zorlamaktadır.
Kur'ân'ın yazıldığı
dönemden uzaklaştıkça, anlamın nesnelliğinden de uzaklaşmaktayız. İlk
başta, vahyin indiği ortamdan kopuş söz konusudur. Kendimizin olmadığı
ortam hakkında konuşmak ne kadar zor ise, Kur'ân'ın indiği ortam
hakkında konuşmak da o kadar zor hale gelmiştir. İkinci olarak,
kullanılan dilin başkalaşması sonucunda, kelime ve kavramların
anlamlarında değişimler söz konusudur. Siyasal hareketlenmelerin kutsal
metni kendi görüşleri doğrultusunda anlama faaliyetleri de kopuşu
artıran etkenlerin önemlilerindendir. Bu açıdan kuran yorumlamalarının
değişik olmasını Kuranın kendisinde aramamak gerekir.
Şimdi
gelelim ikinci konuya..Aramızın açıldığı ve Kuranı anlamakta
zorlandığımız kesin.Ama Kur'ân ile aramızda boşluk açılmasının nedeni
nedir?
Bence buna "Kur'ân söz müdür, metin midir?" sorusuna vereceğimiz yanıtta gizlidir. Kuran
ilk haliyle düşünüldüğünde asla bir metin değildir. Tanrı ile
insanların konuşmasıdır. Giriş, gelişme ve sonuç şeklinde tasarlanmış
edebi bir metin değildir. Eğer onu bu şekilde okursak içinde çok tekrar
barındıran, bir konudan başka bir konuya sıçrayan düzensiz bir metin
olarak değerlendirmek zorunda kalırız. O halde sanılanın aksine Kuran sözlü kültür ürünüdür.
Tanrı daha sonraki muhatapları düşünerek yazmamıştır, konuşmuştur.
Dolayısıyla Kur'ân'ın indiği dönemin bütün çevresel şartları elimizdeki
metine yansımamıştır. İşte anlamın nesnelliğini zorlayan nokta
burasıdır. Otuz cilt tefsir yazılması da, metne yansımayan tarihsel
ortamı keşfetmek için yapılan uğraşların sonucudur. Bugün Kur'ân'ın ne
demek istediği üzerinde ortaya çıkan tartışmaların beslendiği kaynak
tam da burasıdır.
Kuran mesajını varlığın dili ile anlatır
Kuran Arapçadır. Bununla anlatılmak istenen basitçe onun Arapça olması değildir. Öyleyse Kur'ân Arapçadır demek, Allah VII. yüzyıl Arap kültürünün içinden seslenmektedir anlamına gelmektedir.
Kur'ân cümlelerini anlamaya çalışırken o yüzyılda yaşayan bir Arabın
nasıl düşünüp yaşadığını göz önünde bulundurmalıyız. O zaman Kuran
dilininneden bazı tarihsel gerçekliklerle yetindiğini anlarız.
Politeist
kültürel ve düşünsel atmosferi tek Tanrılı yapıya evirmek kuranın
birincil işlevidir. Buna tevhid denir.Pan enteizm bakış açısıyla
bakıldığında belki birlikte bir oluş vardır.Ama gaye şirki kaldırmaya yönelik olduğu için bir Arabın günlük yaşamındaki her olgu Allah ile ilişkilendirilmektedir.
Anne karnında çocuğu oluşturan, yağmuru yağdıran, yaprağı dalından
düşüren ve hatta kalpleri mühürleyen vb. her şeyi yapan Allah'tır.
Yapılan her eylem ise, Allah göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
Kur'ân
insanların kullandığı dilin sınırları içinde konuştuğu için, insanın
idrak edemediği olguları [tanrı, melek, cennet, cehennem vb.] sınırlı
dilde benzeştirmeler yaparak anlatmaktadır. Görülmeyenleri anlatmak
için görünenlerden örnek vermektedir. Sizi alıp 500 yıl öncesine ışınlasalar ve o devirde yaşayanlara, “internetteki bilgilerin nerede nasıl saklandığını, bilgisayar ve televizyon sistemlerinin nasıl çalıştığını anlatmak zorundasın”, deseler; bunu nasıl anlatırsınız o insanlara? Vereceğiniz
misaller ne kadarıyla gerçeği aksettirir? 1400 küsur yıl evvel
yeryüzünde yaşamış, sistem ve düzenin tüm mekanizmalarını kendine
açıldığı kadarıyla farkına varmış; sonra da bunun bir kısmını çağının
şartlarını yaşayan insanları da hesaba katarak anlatmak zorunda kalmış
olan Hz.Muhammed acaba daha başka ne diyebilirdi.
abdullah elçi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Batman'da "Tarihselcilik" Konuşuldu
Batman
Özgür-Der Şubesi haftalık seminerlerinin bu haftaki konu “Kur’an ve
Tarihselci Yaklaşımlar” idi. Semineri Davut Çevik sundu.
13.04.2009 19:51
Sunumu
yapan Davut Çevik, Kur'an'ı okumaya anlamaya ve yaşamlaştırmaya çalışan
müslümanların, her zaman bir takım engellere muhatap olduğunu
söyleyerek sözlerine başladı. Gerek geleneksel İslam anlayışı
içerisinde, gerekse modernizmin dayatmalarıyla oluşmuş bazı
düşüncelerin, Kur'an merkezli bir tasavvur ve hayat inşa etme
çabalarının önünü tıkadığını söyleyen konuşmacı, tarihselcilik
tartışmalarının da Batı'da ortaya çıkan, onun iç çelişkilerinden
kaynaklanan ve İslami öze bir yabancılaşmayı ifade eden bir tartışma
olduğunu belirtti. Tüm
yorum yetkisini elinde bulunduran kilisenin ve dogmalar içerisinde
boğulan Hıristiyan teolojisinin, 16. y.y.daki reform hareketleriyle
beraber dönüşüme uğradığını ve Kitab-ı Mukaddesteki, bilimsel verilerle
çatıştığı görülen ayetlerin izah edilmesi noktasında, tarihselci ve
hermenötik yaklaşımlardan bilimsel bir kılıf olarak yararlanıldığını
belirten konuşmacı, Batı insanının bu şekilde inancı ile aklı
arasındaki çatışmayı çözmeye çalıştığını söyledi. Batı'da
geliştiği şekliyle bu yaklaşımın, müsteşriklerce Kur'an'a da
uygulanmaya çalışıldığını ifade eden Davut Çevik, tartışmanın
oryantalist amaçlara hizmet ettiğinin Türkiye' deki bazı tarihselciler
tarafından da kabul edildiğini söyledi. Batı hegomonyasının, ideolojik
ve kültürel egemenliğinin, bilimsel ve teknolojik üstünlüğünün
karşısında kimi müslümanların yenilmişlik duygusu içerisinde, savunmacı
bir tavrı benimsediğini belirten konuşmacıya göre bu tavır, modernizmin
dayattığı hayat tarzına karşı koyma noktasında bir direnç gösterememiş
ve sonuçta Kur'an'ın hükümlerini tarihsel ve günümüzde uygulanamaz
olarak görmüştür. Tarihselcilik
denildiğinde akla "yorumsal tarihselcilik" geldiğini ve bu noktada
hermenötikten bahsedilmesi gerektiğini belirten sunucu, "yorumlama
sanatı" anlamına gelen hermenötiğin; "bir metni anlamak için yazarının
niyetini keşfetmek, bunun için de yazarı kuşatan tarihsel bağlamı ele
almak gerektiği" şeklindeki görüşünün, tarihsellik-hermenötik
ilişkisinin temelini oluşturduğunu söyledi. Bu noktada Schliermacher,
Dilthey gibi hermenötikçilerin, "başarılı bir yorumcunun, yazarı ve
eserini, yazarın kendisinden bile daha iyi anlayabileceğini"
savunduğunu söyleyen konuşmacı, bu tarz yaklaşımların, Allah ile
aramızdaki çok temel mahiyet farkından dolayı Kur'an için söz konusu
olamayacağını ve Kur'an söz konusu olduğunda bu hermenötik yaklaşımın
uygulama alanı bulamayacağını, bu düşüncenin Allah ile insanın yer
değiştirmesi anlamına geleceğini belirtti. İslam
dünyasında Kur'an'a bu yaklaşımı uygulamaya çalışanın Fazlurrahman
olduğunu söyleyen konuşmacı, onun günümüz tarihselciliğini temsil
ettiğinin söylenebileceğini belirtti. Onun dışında, Hasan Hanefi, Nasr
Hamid Ebu Zeyd, R.Garaudy ve M.Arkoun gibi isimlerinde kimi
farklılıklarıyla beraber bu yöntemle Kur'an'ı kritik etmeye
çalıştıklarını söyledi. Fazlurrahman'ın,
Kur'an'ın ahlaki yönü ile hukuki yönünü birbirinden ayırıp ahlaki
değerlerini evrensel, hukuki değerlerini tarihsel gördüğünü belirten
konuşmacı, bu tarz kategorik okuma yaklaşımlarının, modern dönemin bir
hastalığı olduğunu, Kur'an'ın ahlakıyla, hukukuyla, ibadetiyle bütüncül
bir hayat anlayışı sunduğunu, bunları birbirinden ayrı ve birbirine
etki etmeyen alanlar olarak görmenin, yaşamımızın merkezine oturtmamız
gereken "tevhid" prensibiyle çeliştiğini söyledi. Daha sonra
Fazlurrahmanın Kur'an ayetleriyle ilgili bazı görüşlerinden örnekler
vererek cevaplandıran konuşmacı, onun yorumlarının vahyi değil batılı
değerleri merkeze aldığını ve onları belirleyen olarak gördüğünü ve bu
noktada batı yüceltilirken vahyin edilgen bir nesneye dönüştürüldüğünü
söyledi. Fazlurrahman'ın, vahyi, peygamberimizin zihninin bir ürünü
yani peygamberimizin sözü olarak gören vahiy algısının da, vahiy
olayını mecrasından çıkaran ve onu beşer sözüne indirgeyen bir yaklaşım
olduğunu belirtti. Tarihselciliğin
kendisine geleneksel referanslar ararken, özellikle Hz. Ömer, Şatıbi,
sebeb-i nüzul, nasih-mensuh gibi konulara vurgu yaptığını söyleyen
sunucu, bahsedilen konuların ele alınış şekilleri itibariyle
tarihselcilik tezine temel olamayacağını ifade etti. Ömer
Özsoy, H.Hanefi gibilerin ise Kur'an'ın tamamını tarihsel gördüğünü
belirten konuşmacı, Hanefi'nin sadece Kur'an'ı değil tüm Allah
tasavvurlarını da tarihsel gördüğünü ve Allah imajını insanın yarattığı
bir imaj olarak gördüğünü ifade ederek şöyle devam etti "Hanefi,
yaptığı antropolojik okumayla, vahyi, yukarıdan aşağıya, aşağıyı
değiştirmek için gelen bir vahiy olarak değil, aşağıdan yukarıya doğru,
aşağıdan belirlenen bir vahiy olarak ele alır ve seküler insan için
serbest bir alan açarak etkin hale getirir ve böylece kalkınmanın
önündeki engelleri (!) temizlemiş olur. Bu anlamda onun Kur'an ile
kalkınma arasındaki ilişkiyi "doğal konsensus" olarak isimlendirmesi de
yaklaşımını ele vermektedir." Türkiye'deki
tarihselcilerden Ömer Özsoy'un da Kur'an'ın tamamının tarihsel olduğu
görüşünde olduğunu söyleyen konuşmacı şöyle devam etti: "Özsoy'a göre
anlama sürecinde peşinde olduğumuz mutlak hakikat değil, tarihsel
gerçekliktir. Yani Kur'an'ı anladığımızda hakikati değil, tarihsel
gerçekliği elde etmiş oluruz. Çünkü Kur'an'da Allah'ın söyledikleri,
O'nun bizden istedikleri değil, Hz. Muhammed'in çağdaşlarından
istedikleridir. Yani Kur'an, müstakbel muhataplarını dikkate alarak
inmemiştir. Elde mevcut haliyle çağımıza hitap etmemektedir. Onun
tarihsel bağlamını gerekirse kendimiz kurgulayarak tekrar söz ortamına
taşımalı ve günümüze hitap etmesini sağlamalıyız." Kur'an'ın
anlaşılmasını tarihsel bağlama, onu anlamayı da gerekirse kendi kişisel
kurgularımıza bırakan bir yaklaşımın insan hevasından beri
kalamayacağını ve subjektiflikten hiçbir zaman kurtulamayacağını
belirten konuşmacı, vahyin, tüm alemlere hitap ettiğini bizzat
kendisinin, "O alemler için bir öğüttür" şeklindeki ayetlerinin ortaya
koyduğunu söyledi. Konuşmacı şu sözleriyle sunumunu tamamladı. Sonuç
olarak değerleri toz duman eden, mutlak hakikat fikrini reddeden ve bu
anlamda postmodernizm ve rölativizmle de ilişkili olan tarihselcilik
tezi, insanın hevasını devreye sokan, Kur'an'ın mübin olma, hidayete
erdirici olma, furkan olma gibi niteliklerini ve vakıayı dönüştürme
hedefini ortadan kaldıran ve bu noktada egemen güçlerce de desteklenen
bir yaklaşımdır. Oysa Kur'an'da vahyin tarihsel olabileceğine dair en
ufak bir ima olmadığı gibi Kur'an, tarihin değişik kesitlerinden
kuşaklardan bahsederken evrensel bir üslupla konuşmaktadır. Bu
anlayış, ilerlemeci bir mantıkla olaya yaklaşmakta ve Kur'an'ın burada
bize nasıl uyacağının arayışını yapmaktadır. Kur'an metnine onun talep
ettiği bir vasatta yaklaşılmamakta, "dinlemeyi" esas alan bir tutum
takınılmamaktadır. Bir anlamda modern insanın her şeyi denetimi altında
tutma isteği, vahyi de kuşatmakta ve Kur'an denetim altına alınmak
istenmektedir. Bu tutum, Kur'an'da ifadesini bulan, kendi kendine yeten
müstağni insanın tutumuna benzemektedir. Şu bilinmelidir ki Kur'an,
akademik çevrelerin, bilgi-üretim mekanizmalarının, kullanışlı bir
hammaddesi konumuna indirgenemez. Bu durum, Kur'an'ı, belirleyen,
dönüştüren bir kitap olmaktan çıkarmakta ve belirlenen, dönüşen,
edilgen bir nesne haline getirmekte ve Kur'an'a yönelen zihinleri
bulandırarak Kur'ani uygulamanın sadeliğinden uzaklaştırmaktadır. Ve
son tahlilde bu Kur'an'ın tahribi anlamına gelmektedir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam;
İlk alıntı yapılan yazının yazarına kendi sitesinde aşağıdaki şekilde yanıt verdim. Buradaki diğer yazılar için yorumlarımı Allah izin verirse daha sonra yapacağım.
Sayın Abdullah elçi, değindiğiniz bu konu hakkında, yeniislam.biz, hanifdostlar.net ve kendi sitem aliaksoy.net te bir kısım yazılarım olmuştu.
Bu hususta siz her ne kadar "Kuran'ın tümüyle tarihsel olduğunu düşünenlerin handikapları vardır" demiş olsanız da işin bu yönünün Kuran tarafından onaylandığı kanaatindeyim.
Kısaca belirtmek gerekirse;
1) Rabb, her topluluğa ANCAK kendi dillerini konuşan resuller gönderir. Bu, Allah'ın kanunudur. Eğer bir topluma anlamadıkları dilden bir vahiy vahyedilecek olsaydı, o toplum "ayetleri açıklanmalı değilmiydi" deme hakkına sahip olacaktı. Kuran, bu mazereti haklı gördüğünü beyan etmektedir. Yine insanlar, kitap bizden önce 2-3-4-5 topluluğa indirildi, biz onların dillerini bilmiyor, kitaplarını okuyamıyorduk diyebilirler. Kuran'ın dil ve tam olarak anlaşılabilir olmaya yaptığı vurgu bütün vahiylerin evrensel ve tüm zaman ve mekanları BAĞLAYICI olduğu tezini kökünden etkisizleştirir.
2)Peygamberler arasında ayrım yasaklandığı gibi vahyiler arasında ayrım da yasaklanmıştır. Vasıf ve mahiyet itibariyle birini diğerinden üstün veya bağlayıcılık yönünden farklı görmek mükün değildir. O halde, ya bütün vahiyler evrensel ya bütün vahiyler tarihseldir.
3) Kendisine vahyedilmezden önce "kitap nedir, iman nedir" bilmeyen resul ve müşrik Arap toplumu, geleneğin inancına göre o ana değin tüm beşeri bağlayıcı olan İncil veya tevrata ne sebeple ilgi göstermedikleri hususunda bir kez olsun kınanmamışlardır. Pekala onlar, "Arapça meal" yoluyla hemen yanıbaşlarındaki Arapça bilen Yahudi ve Hıristiyanlar vasıtası ile bu hususları öğrenebilirlerdi.
4) Kuran hükümlerinin önceki şeri hükümlerin bir kısmını ortadan kaldırdığı Kuran beyanıyla sabit bulunduğuna göre, önceki vahiylerin evrensel olmadığı, vahiyler arasında ayrım da yapılamayacağına göre Kuran'ın da evrensel olmadığı ortaya çıkar.
5) Kuran, inanışta gerçekçi ve tanıklığa dayalı imanı esas almaktadır. Enam,140 ayeti, inanışta tanıklığın gerekliliğinin delilidir. Diğer bir kısım ayetler de "tanıklığa" yaptığı özel vurgu ile dikkat çekmektedir. Vahyin bağlayıcılığında tanıklık, Resule, onun söylediğine, onun yaptığına, vahiy ortamının tüm verilerine, vahyin nüzul sebeplerine vs. gibi olguların tümüne şamildir. "Dedi ki, demişki" üzerine tanıklık kurulamaz. Tanıklık doğrudan erişilmiş bulunan bilgi hakkında söz konusu olabilir.
6) Kuran'ın Ahzab 40 ayeti hariç hiç bir ayeti Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu imasında bile bulunmaz. Bilakis, Allah'ın rahmetini nasıl pay edeceğine kendisinin karar vereceğine, önceki toplumların bir kısmının sırf falanca peygamber son peygamberdir inanışı sebebiyle resullerini inkar ettiğine değinir. Ahzab 40 ayeti ise, gerek Ahzab suresinin içeriği ve gerekse ve özellikle Ahzab 40 ayetine erişen ayet grubunun konusu, bahsi geçen ayetin yanlış yorumlanmakta olduğu hususunda ciddi şüpheler doğurmaktadır. Nübüvvetin sonlanması gibi mühim bir mevzunun, resul isimlerinin peş peşe sayıldığı yahut resullerin kıssalarının pek çok teferruatı ile anlatıldığı nice ayetlerde hiç değinilmemesine karşın, Hz. Peygamber'in ailevi meselelerine ilişkin vurgular yapılan bir bağlamda bu konunun gündeme getirilmesi şüphelidir. Bahsi geçen ayet hakkındaki kıraat farklılığı "hatem" ve "hatim" okuyuşunun getirdiği anlam farklılığı, bir kısım başkaca sebeplerle "onaylayan" anlamını alması muhtemeldir. Hz. Muhammed'in son nebi olup olmadığı hususu Kuran'ın evrenselliği ile doğrudan ilgilidir.
7) Kuran'ın korunmuş olup olmadığı da bu konu ile doğrudan ilgilidir. Korunacak / sürdürülecek / muhafaza edilecek şeyin Kuran değil, "zikir / anma" olarak beyan edilmiş bulunması, "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiç bir kuvvet yoktur" sözündeki "kelime"nin bağlama göre "vaad" anlamına gelebileceği, kıraat farklılıklarının anlamı ne derecede az değiştirirse değiştirsin "korunma" ilkesini zedelediği gibi eylemli hususlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Kuran'ın ezberlenmek ve göreceli olarak daha yakın bir zamanda gelmek gibi özellikleri sebebiyle çok iyi derecede ve fakat "beşer" eli ile korunduğu, Allah'ın Kuran'ın metnine ait herhangi bir koruma vaadinin bulunmadığı anlaşılacaktır.
Yukarıda kısaca değinilen ve tartışma ortamı itibariyle değinemediğim diğer sebeplerle Allah'ın bir topluluğa ancak bir elçi vasıtası ile, onların dili ile ve onların güncel konumlarını merkeze alarak vahyettiğine, bütün vahiylerin tarihsel olduğuna inanıyorum. Kuran metninin muhatap toplumu üzerindeki bağlayıcılığı ile diğer toplumlar üzerindeki bağlayıcılığını eşit kabul etmek, Allah'a zulüm isnadından başka bir şey değildir.
Allah için bir topluma vahyetmek hususunda personel ve konu / içerik sıkıntısı bulunamayacağına göre, kime ne zaman ne sebeple vahyedeceği hususunu O'nun zatına bırakmak, böyle inanmak daha doğru olur diye düşünüyorum.
Diğer toplumların, aynı "kitap nedir iman nedir" bilmeyen müşriklerden çocukları diri diri gömenlerden hesap sorulacağı gibi, kendi toplumlarının örfü kıstas alınarak, akla ve vicdana uygun hareket edip etmedikleri, eriştikleri her türlü bilgi ve imkanları ne şekilde tasarruf ettikleri hususlarında hesaba çekileceklerine inanıyorum. Kuran'da insanın sınanmasının, onun işitici ve görücü kılınmasına bağlanması bu konularda ufuk açıcı olacaktır. Yine, "fıtrata" yönlendirme ve bunun eskimez din olarak tanımlandırılması da düşünen kimseler için ufuk açıcı meselelerdir.
Esenlikler dilerim...
Ali Aksoy
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
sevgili ali aksoya konuya katkısı için teşekkür ederim...
bu mesele hakkında lehte ve aleyhte bulduğum dikkate değer görüşleri buraya aktarmaya devam edeceğim...
bu arada kendi görüşümü daha sağlıklı biçimde oluşturma çabası içindeyim...
rabbim hepimizi doğruya iletsin...
Almanya'da, Frankfurt Goethe Üniversitesi'nde, "İslam'ın Manevi
Mirası: Günümüzde Kuran" başlıklı bir sempozyum düzenlendi. Sempozyuma
otuz ilim adamı katıldı. Çağdaş ve modernist Kur’ân okumaları
değerlendirildi.
Üç gün süren sempozyumu, İslam Dini Vakıf
Profesörlüğü ve İslam Araştırmalarını Teşvik Topluluğu (GEFIS)
düzenledi. Programın açılış oturumunda Johann Wolfgang Goethe
Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Rudolf Steinberg ve Frankfurt
Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Christian Troll'in yanısıra
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'de bir konuşma
yaptı.
Nasr Hâmid Ebû Zeyd Bildik Modernist Söylemi Tekrarladı
Programa
Leiden Üniversitesi'nden katılan modernist ilahiyatçı Prof. Dr. Nasr
Hâmid Ebû Zeyd, tebliğinde kendini tekrar etmeye başlayan modernist
söylemin bildik yaklaşımlarını tekrarladı. Ona göre Müslümanlar,
Kur’ân'ın metni yerine bu metinlerde verilmek istenen mesajın önemli
olduğu bilincini asırlar önce kaybetmiş. Nasr Hamid Ebu Zeyd
Faslı
ilim adamı Prof. Dr. Taha Abdurrahman'ın ifadesiyle Kur’ân'ı/vahyi
beşerileştirmeye, dekonsakre etmeye ve sekürlerleştirmeye çalışan
modernist/reformist ilahiyatçı hattın öncü isimlerinden olan Nasr Hâmid
Ebû Zeyd, Müslümanlar vahyin söylediğine değil; söylemek istediğiyle
ilgilenirse ancak o zaman "Tanrı" ile iletişime geçebileceğini ancak
Müslümanların bu canlı iletişimi bırakıp sadece metne yoğunlaştığını
dolayısıyla Tanrı'yla iletişimi kaybettiklerini öne sürdü.
İlahiyatçı Prof. Ömer Özsoy'dan Spekülatif Cümleler
Ankara
İlahiyat'ın modernist öncülerinden Prof. Dr. Özsoy ise "Anlaşılan Hz.
Muhammed Kur’ân'ı yazılı hale getirmeyi kendi ödevi olarak görmedi"
gibi spekülatif cümleleriyle ve İslâm ilim ahlakının tasvip etmediği
tarzıyla sağduyulu katılımcıları şaşkına uğrattı. Özsoy'un tarzı
yalnızca Müslüman dinleyicileri değil; Hıristiyan katılımcıları bile
şaşkınlığa uğrattı. Özsoy'a göre Allah gerçekte yazılı bir metin
istemiyormuş; aksine Allah, insanlarla olan "esnek iletişimini" korumak
için Kur’ân metninin yazıya dökülmesine karşıymış.
Ömer Özsoy
"Müslümanlar’ın
başından beri Kur'an'ı tarihi ve şifahi bir belge olarak gördüğünden ve
algıladığından yola çıkıyorum" diyen Özsoy, şunları ekliyor: "Başka
türlü olmasι da olanaksız görülüyor, çünkü ilk Müslümanlar, yani
Kuran'ın hitap ettiği ilk insanlar, Kur'an'ı böyle yaşadılar;
Peygamber'in yoldaşları olarak vahiylerin inmesini O'nunla birlikte
yaşadılar. Vahiy, Mekke ve Medine devresi ayetlerini inceleyen bilim
dallarını da , birinci ve ikinci kuşağa borçluyuz."
Özsoy'a göre
Kuran'da anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10'u, Kur'an'ın
ayetlerinde bulunabiliyormuş. Geri kalan kısım, tarihsel bağlamda yorum
gerektiriyormuş. Dolayısıyla Özsoy Kur'an'ı ne ebediyen geçerli, ne de
evrensel bir kitap olarak kabul ediyor.
Ayrıca bazı
Oryantalistler Kur’ân-ı Kerim'in cem edilmesinin sanıldığı gibi
İslâm'ın ilk asrında değil; çok sonraları gerçekleştiği gibi ilmî
objektiviteden uzak değerlendirmelerde bulundular.
Sebeb-i Nüzûlü Tarihsellikle Aynîleştirmek
Bazı
tebliğciler ise sebeb-i nüzûlü olgusundan yola çıkarak tarihselci ve
hermeneutikçi yaklaşımın Kur’ân-ı Kerim'in anlaşılması için vazgeçilmez
olduğunu ileri sürdü.
"C. Luxenberg'in Tezi İlmîlikten Uzak ve Keyfî"
Sempozyumda
ayrıca "Kuran’ın Süryanca-İramî Okuma Biçimi: Kuran Dilinin Deşifre
Edilmesi Üzerine Bir Katkı" başlıklı kitabın yazarı ve "Kuran, şimdiye
dek sanıldığından çok daha fazla oranda Süryani-Hıristiyan unsurlarla
dokunmuş bulunuyor.
Müslümanların kutsal metni, birçok yerinde
Arap yorumcularca ya yanlış okundu ya da yanlış yorumlandı" şeklinde
yaklaşımları olan ve bazı Türkiye ilahiyatçılarının yaklaşımlarına
paralel değerlendirmelerin sahibiAlman Oryantalist, Christoph
Luxenberg'in "Kur’an'ın Suriye-Arami biçimi" tezi de tartışıldı.
Cambridge Üniversitesi'nden Daniel Birnstiel, Luxenberg'in
çevirilerinin "keyfî" olduğunu ve Suriye-Arami kavramlarının Arap
diline ne zaman girdiği konusunda çok az bilgiye dayandığını öne sürdü.
"Ankara İlahiyat Ekolü", Cizvit Papazı Prof. Dr. Felix Körner'i Bile Şaşırttı
Cizvit
Teolog Prof. Dr. Felix Körner, Alman akademik çevrelerinin "Ankara
Ekolü" temsilcisi olarak gördükleri Prof. Ömer Özsoy'u kıyasıya
eleştirerek, "Özsoy'un Kur’ân'a tarihsel boyut kazandırma yönündeki
çalışması, kitabı olan ilâhî bir dinin tefsiri olmaktan çıktı" dedi.
Cizvit Teologa göre Özsoy'un Kur’ân çalışması, "herkesin kabul
edebileceği, tarihsel açıdan allanıp pullanmış etik normlardan ibaret.
Yani Kur’ân bir ahlâk kitabına indirgenmiş. Körner, ayrıca, dışarıdan
gelen her reform girişiminin aslında Kur’ân'ın kendisinde var olan
ıslahatçı potansiyeli yok ettiğini söyledi. Prof. Dr. Felix Körner
Cizvit
teolog Prof. Dr. Felix Körner Ankara'da yaşıyor ve Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'nde "Yeni Hermeneutik Kuramlar" konusunda çalışmalar
yapıyor. Kendisi aynı zamanda Ankara-Ulus'taki Katolik kilisesinin
papazı ve Katolik kilisesi diyalog sorumlusu. Geçtiğimiz günlerde rahip
Felix Körner'in Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hadis projesine
danışmanlık yaptığı ileri sürülmüş, ayrıca Diyanet imamlarına "AB uyum"
dersleri/seminerleri verdiği iddia edilmişti.
05-07 Haziran 2008
tarihlerinde gerçekleşen sempozyum programı şu şekildeydi: "Kur’ân
Metninin oluşumu" başlıklı birinci oturumu Bonn Üniversitesi'nden Prof.
Dr. Stefan Wild yönetti.
Nasr Hâmid Ebû Zeyd, "Şam'lı Yahya'nın
Meydan Okuması ve Kelâmın Doğuşu" başlıklı bir tebliğ sunarak bildik
modernist söylemi tekrar etti.
Tel Aviv Üniversitesi'nden Dr.
Omar Hamdan'ın tebliğinin başlığı, "Kur’ân Ortografisinin (İmlasının)
Ortaya Çıkışına Dair Yeni Yaklaşımlar"dı.
Frankfurt
Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ömer Özsoy'un tebliğinin başlığı,
"Kur’ân'ın Oluşumuna Dair Müslüman Algısı: Eleştirel Bir Yaklaşım"dı.
Ömer Özsoy da modernist tarihselci söylemin başat görüşlerini
tekrarladı.
"Kur’ân ve Kur’ân Bilimleri Yorumları" başlıklı
ikinci bölümün ilk oturumu Bamberg Üniversitesi'nden Prof. Dr. Rotraud
Wielandt'ın başkanlığında başladı.
Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültes'inden Dr. Mustafa Öztürk, "Müteşabih Kavramı
Bağlamında Klasik Tefsir Usûlü ve Ulûm-i Kur’ân’ın Aktüel Degeri
Üzerine" başlıklı bir tebliğ sundu.
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi'nden Prof. Dr. Ilhami Güler, "Günümüzde Kur'an Yorumu:
Metinlerin Tefsirinden Olayların Teviline" başlıklı bir tebliğ sundu.
"Kur’ân Hermeneutiği" başlıklı üçüncü oturumun başkanlığını Berlin Free Üniversite'den Prof. Dr. Angelika Neuwirth yaptı.
Berlin
Free Üniversite'den Nicolai Sinai'in tebliğinin başlığı "Spinoza ve
Fazlurrahman Arasında: Tarihsel ve Eleştirel Metot Üzerine Bazı
Mülahazalar" idi.
"Fundamantalizm ve Sekülerizm Kutupları
Arasında Kur’ân Hermeneutiği" başlıklı tebliğin sahibi ise Selçuk
Üniversitesi'nden Prof. Dr. Yasin Aktay'dı.
Markfield
Üniversitesi'nden Dr. Abdullah Şahin'nin tebliğinin başlığı, "Çağdaş
Kur’ân Hermeneutikleri Gelenek İmitasyonunun ve Batılı Yorumlama
Çerçevesine Öykünmenin Ötesine Geçebilir mi? Kur’ân'ın Hermeneutik
Anlayışı Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme" idi.
Ondukuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Burhanettin Tatar'ın
tebliğinin başlığı "Kur’ân Hermeneutiğinin İmkanları ve Sınırları" idi.
"Kur’ân'ın
Estetik Deneyimi" başlıklı dördüncü oturuma Frankfurt Üniversitesi'nden
Prof. Dr. Abdullah Takım başkanlık yaptı. Takım aynı zamanda "Kur’ân'ın
Estetik Yönelimi ve Dua" başlıklı bir tebliğ sundu.
Kaynak: www.darulhikme.org.tr ve Qantara.de
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bütün alemlerin, göğün, yerin ve arasındakilerin, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin Rabbi olan Allah; insanlık tarihinden günümüze kadar, dünya hayatında insanlara rehber olması için, kelamını, indirdiği kitaplarında bizlere bildirmiştir. Kelamının aslında insan tarafından yaşanabilirliğini ve yaşandıkça kalplerin bireysel olarak huzur bulduğunu ve aynı zamanda toplumların da sosyal anlamda en huzurlu ve mutlu seviyeye ulaşabildiğini göstermek için, kitaplarını hep insanlar arasından seçtiği nebiler, peygamberler aracılığı ile indirmiş; amacından saptırılan, raflara kaldırılan ayetlerini de hatırlatmak için her beldeye uyarıcılar, elçiler göndermiştir. Günümüzde; nankör ve günahkar olan insanın, şeytanın aldatmalarına kanarak tahrip edip, bozduğu ve amacından uzaklaştırdığı, yine Allah kelamı olan önceki kitapları tasdik eden ve Muhammed A.S. tarafından insanlara tebliğ edilen Kuran, 1400 seneden beri insanlığa indirilen son Allah kelamı olarak geçerliliğini korumaktadır ve kıyamete kadar koruyacaktır. Bütün alemlerin Rabbi olan Allah Maide suresinin 15 -19 ayetlerinde şöyle buyuruyor :
15. Ey Ehlikitap! Resulümüz size geldi. Kitap’tan saklamış olduklarınızın çoğunu size ayan-beyan açıklıyor; çoğundan da geçiyor. Şu bir gerçek ki, size Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. 16. Allah, rızasına uyanları o Kitap’la esenlik ve barış yollarına iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp şaşmayan ve sapmayan dosdoğru yola kılavuzlar. 17. Yemin olsun ki, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler küfre batmışlardır. De ki: “Allah; Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yeryüzündeki insanların hepsini helak etmek istese Allah’a karşı kimin elinde bir güç vardır.” Hem göklerin hem yerin hem de bunlar arasındakilerin mülk ve yönetimi Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Allah her şeye Kadir’dir. 18. Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki, biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. De ki: “O halde niçin size günahlarınız yüzünden azap ediyor?” Hayır, siz de O’nun yarattıklarından birer insansınız. Dilediğini affeder O, dilediğine azap eder. Hem göklerin hem yerin hem de bunlar arasındakilerin mülk ve yönetimi Allah’ındır. Dönüş de Ona’ dır. 19. Ey Ehlikitap! Resullerin arası kesildiği bir sırada resulümüz size geldi; ayan-beyan açıklamalarda bulunuyor. “Bize ne müjdeci geldi ne uyarıcı” demeyesiniz. İşte müjdeci de geldi size, uyarıcı da. Allah her şeye kadirdir.
Ancak yine Allah’ın, Adiyat suresi, 6. ayetinde hatırlattığı gibi “İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür.” Gerçekten de, 600 yıl içinde İsa A.S., Allah’ın oğlu olan Rab olarak ilan edilerek, Allah’a karşı yapılabilecek en büyük günah olan, Subhan –her şeyden münezzeh- olan Allah’a ortak koşan insanoğlu, 1400 sene içinde, günümüzde Muhammed A.S.’ı da farkında olmadan hurafeler, bidatlar, uydurma hadisler ile Allah’a ortak koşar hale gelmiştir. Halbuki Allah, her müslümanım diyenin kabul ettiği Kuran’da, Bakara suresi 285. ayette müslümanların peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmaması gerektiğini hatırlatıyor :
285. Resul, Rabbinden kendisine indirilene inanmıştır; müminler de. Hepsi; Allah’a, onun meleklerine, kitaplarına, resullerine inanmışlardır. Allah’ın resullerinden hiçbirini ötekinden ayırmayız. Şöyle demişlerdir: “Dinledik, boyun eğdik. Affet bizi, ey Rabbimiz. Dönüş yalnız sanadır.”
Allah’a ortak koşmakta sınır tanımayan insanlar, dualar adı altında Kuran’ı kaynak almayarak, çeşitli dua kitapları yazmışlar, bunları Arapça olarak da seslendirip, ayet seviyesine çıkarmışlar ve aynı zamanda duaları sayılar ile bütünleştirerek kutsallaştırmışlardır. Halbuki dua, insanın zayıflığını hatırladığı ve Subhan olan Allah’tan medet, çare aradığı bir yalvarıştır. Bu yalvarışların, sadece Allah’a yapılması ve araya aracıların, nesnelerin, sayıların katılmaması gerekir.
Mutlak hüküm, ilim ve hikmet sahibi olan Allah, yine insana bilmediklerini öğrettiği son ve kıyamete kadar geçerli olan kelamı Kuran’da, biz aciz insanlara dua etmeyi de öğretmiştir. Bunu Kuran’da biz insanlara verdiği misallerde çok açık olarak görmekteyiz. Bunu her okumayı bilen insanın da görmemesi için hiçbir sebep yoktur. Nitekim Allah, Alak suresi 1-5 ayetlerinde şöyle bir uyarı da, hatırlatmada bulunuyor :
1. Yaratan Rabbinin adıyla oku! 2. İnsanı embriyodan / ilişip yapışan bir sudan / sevgi ve ilgiden yarattı. 3. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. 4. O’dur kalemle öğreten. 5. İnsana bilmediğini öğretti.
Bu ayetleri okuyan, her aklını kullanan insanın net olarak anlayabileceği gibi, insanın Allah’ın adı ile, yani insana bilmediklerini öğreten tek sahibi Allah’ın yardımını isteyerek, anlamasını kolaylaştırmasını nida ederek, Okuması gerekiyor.
Ben, günümüzde, dünyanın her yerinde, arapça olarak "bozulmamış" olarak kalmış kuranın Allah tafafından, nasıl 1400 senedir korunmuşsa (bu hem tarihsel, hem evrensel bir yaşayan ayettir), kıyamete kadar da korunacağına hiç şüphem yoktur.
Ancak, tarihte olduğu gibi, günümüzde de esas sorun, allah'ın kelamının saptırılması, araya aracılar sokulması, amacından uzaklaştırılmasıdır. Dolayısı ile, yine mutlak hüküm, ilim ve hikmet sahibi olan Allah her beldeye, kelamının doğru anlaşılmasını ve anlaşılmasından öte, doğru YAŞANMASINI örneklediği elçilerini göndermeye devam ediyor. Elçi demek, illa ki kendisine yeni kitap indirilecek demek değildir. Zira Kuran son kitaptır. Bu bir gerçektir. Bu gerçeği saptırmanın çeşitli yolları vardır, ancak bu eylem saptırmaktan öteye geçmez, sapanlarında sonu yine Kuranda açıklık ile ifade edilmektedir. Elçi, Allah dostu ise Allah'ın kelamını yaşayan ve yaşadıkça çevresindekilere, bu kelamın YAŞANABİLİRLİĞİNİ gösteren, yine aramızdan bizler gibi İNSANlardır. Bu canlı örneklerei çevresindekilerin kulak tıkayıp, görmezden gelmeleri ise, kendilerinin problemleridir. Elçilerin yegane görevi, yaşamak ve tebliğ etmektir. Mutlak Hüküm Allah'ındır.
Kuran, Allah kelamı, teorik değildir, sadece kağıt üzerinde yazılı değildir, geçmişten, kıyamete kadar yaşadığımız habitatta VUKUU etmeye devam etmiş ve edecektir. Bu ayetleri gözlemleyip, yorumlamak her insanın kalp gözünün açıklığı ile doğru orantılıdır.
"İhtinas sıradel mustakim"
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR�AN (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN) ÖNSÖZ
Kuran ��tarihte�� kalmış bir kitap değildir. O, İslam toplumunun doğuşundan bugüne kadar Müslümanların hayatına yön verdiği gibi bugün ve yarın da yön vermeyi sürdürecektir. İşte tarih boyu peygamberlerin ve nihayet Kur�an�ın getirdiği temel evrensel yaşam prensipleri, insanın bu yapısına uygun ve insanı iyiye ve güzele yönlendirecek ilkelerdir; bu ilkelerin tarihin değişik zaman ve mekanında vaz edilmiş olması onları, yerel veya tarihsel yapmaz. Her zaman Karun-Firavun mevcut olabilir. Her zaman sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen olabilir. Her zaman Lut, Hud, Şuayb, Nuh kavminin gösterdiği davranışları gösteren topluluklar olabilir. Yine aynı şekilde her dönemde zina yapan, tefecilik yapan, hırsızlık yapan insanlar olabilir. Yeryüzünde halife olarak yaratılan insan, diğer varlıklardan farklı kılınmış, kendisini yaratanı tanıyıp ona kul olmakla sorumlu tutulmuştur. Allah, insana akıl vermiş, gönderdiği vahiy ile ona yol göstermiştir. Artık insanlık nihai bir mesaj ve değişen şartlar ile karşı karşıya kalmıştır. Yapılabilecek şey son vahyi yorumlamaktır. Bu konuda ilk yorumcu Hz. Muhammed (s.a.v.)�dır. O, tebliğ ve beyan görevlerini yerine getirerek hem bu mesajın başka toplumlara ve devirlere ulaşabilmesini sağlamış hem de yaşantısı ve açıklamaları ile Allah�ın mesajlarını yorumlamıştır. Onun vefatından sonra her geçen gün yeni problemler ile karşılaşan Müslümanlar, Kur�an�ın yorumuna daha fazla ihtiyaç duymuşlardır. Böylece Kur�an muhtelif açılardan ele alınarak yorumlanmış, her dönemde farklı yöntemler ve bakış açıları ile Allah�ın muradını anlama gayretleri ortaya konmuştur. Kültürlerin ve anlayışların birbirine karıştığı, teknolojinin ve bilimsel gelişmelerin hızla yayıldığı çağımızda, beşeri-toplumsal alandaki problemler hızla artmış, değişerek gelişmiştir. Değişen karşısında sabit olan Kuran�ın bu sorunlara ve ihtiyaçlara ne denli cevap verebileceği önemli bir sorun olmuştur. Bu tartışmalar çerçevesinde âlimler arasında klasikler ve modernistler diye iki farklı grup ortaya çıkmıştır. Biz de bu farklı gruplardan yola çıkarak çağımız problemlerini çözme hususunda ilk dönemlerdeki Kur�an�ı anlama yani tarihsel yorumu kullanarak evrenselliğe ulaşma metodunun nasıl olması gerektiği hususunda çalışarak, ��Metni indiği dönemde anlamak, nihai gaye değil, amaca götüren ilk adımdır�� görüşünden hareket ederek bu çalışmayı başlattık. Kur�an-ı Kerim hakkında böyle bir çalışma yapmak, bizim için zor, fakat zor olduğu kadar da zevkli bir çalışma konusu oldu. Çalışmaya başladığımızda konunun çok geniş olması sebebiyle Kur�an�ı hangi yönüyle çalışmamız gerektiği hususunda sıkıntı çektik, konuyu belirledikten sonra zamanımızın kısıtlı olduğu bilinciyle giriş bölümünde Kur�an�ın tarifini yaparak Kur�an hakkında ve Kuran�ı anlamada tarihsel yöntem hakkında kısaca bilgi vererek çalışmaya başladık. Birinci bölümde ise, konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz Kur�an ilimlerinden bazılarını bu metotla birlikte incelemeye çaba sarf ettik. İkinci bölümde ise, yaşadığımız çağda ortak tartışma mevzuu olan bazı konuları zaman ve mekan çerçevesinde değerlendirmeye çalıştık. Bu çalışmamım her aşamasında bana fikirleri, bilgisi ve yönlendirmeleriyle öncülük eden ve her türlü desteği veren, kendisinden çok şey öğrendiğim Değerli Hocam Temel KACIR�a ve üzerimdeki emeklerinden dolayı başta Müdürümüz Sayın Zeki Yavuz YILMAZ olmak üzere tüm hocalarıma teşekkürlerimi arz ederim. Başarı Allah�tandır, O�nun gücü her şeyin üstündedir. En iyi dost ve yardımcı O�dur. KUR�AN�A GENEL BİR BAKIŞ A- Kuran�ın Tarifi: Kuran, yüce Allah� ın Hz. Muhammed (s.a.s)� e Arapça indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, Mushaflarda yazılı, Fatiha süresi ile başlayıp Nas süresi ile sona ermiş kelamdır.1 B- Kur�an�ın Delilliği: Kur�an, şeraitin küllü esaslarını teşkil eder. İslam ümmetinin bel kemiğini oluşturur. O, hikmet pınarı, peygamberlik mucizesi, gözlerin ve kalplerin nurudur; Allah�a ondan başka giden yol yoktur, onsuz kurtuluş imkânsızdır, ona muhalif bir şeye yapışmak yoktur. Bütün bunlar delil ikamesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik şeylerdir. Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki, kitapta mevcut hükümle amel etmek farzdır ve kendisinde hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp başka delile yönelmek caiz değildir. Çünkü Kuran�ın doğruluğu şüphe götürmez. Müslüman inancına göre Kur�an, hiçbir şekilde batılın yaklaşamayacağı Allah kelamıdır; engin hikmet sahibi, en güzel övgülere layık yüce Allah tarafından indirilmiştir. Allah onu insanları hakikate ve doğru yola ileten bir düstur olsun diye indirmiştir. Hiç şüphesiz kitabın aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu kesindir. O, tevatür yoluyla bize ulaşmıştır ve mütevatir nakil, nakledilen şeyin doğruluğu hakkında kesin bilgi sağlar. Kur�an�ın hükümlere dalaleti bazen kat�ı bazen zannı olabilir. Bu da, kitabın lafızlarında ihtimalliğin bulunup bulunmayışına göre değişir. Şayet kitaptaki bir lafız birden fazla manaya ihtimalli değilse kitabın hükme delaleti kesindir.2O, Allah Teala tarafından bütün insanlığa hidayet ve rehber olması için gönderilmiş ilahı bir mesajdır. C-Kur�an�ın Özellikleri: 1- Kur�an Arap Dilinde İndirilmiştir: Bu özelliği ile Kur�an Yüce Allah�ın Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Çünkü onlar Arap dilinde indirilmemiş, sonradan arapçaya ve başka dillere tercüme edilmiştir. İster harfi tercüme, ister harfi olmayan tercüme olsun,3 Kur�an tercümesine dayanarak hüküm istinbat edilemez. Kur�an�ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur�anîn açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Allah: ��Andolsun ki: �Muhammed�e elbette bir beşer öğretiyor� dediklerini biliyoruz buyurduktan sonra onların bu iddialarına: ��Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur�an ise fasih arapçadır��4 buyurarak reddetmiştir.
2- Kur�an Allah Katından İndirilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.)�in bu konudaki vazifesi bunları Yüce Allah'tan alıp insanlara tebliğ etmek ve açıklanması gereken yerlerini insanlara açıklamaktır. Bu özelliği ile Kur�an Hz. Peygamber (s.a.v.)�den sadır olan gerek kutsi gerekse nebevi hadislerden ayrılır. 3- Kur�an Tevatür Yoluyla Nakledilmiştir: Tevatür: Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun aynı özellikteki bir topluluktan yaptığı rivayettir. Kur�an, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)�e indirildiği andan itibaren günümüze kadar geçen bütün devirlerde hem yazılı hem de sözlü olarak tevatüren sabit olmuştur. Şöyle ki: Kur�an�ı Hz. Peygamber (s.a.v.)�den bir vahiy kâtipleri grubu yazmış ve bu yazılanı sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde aynı özellikteki topluluklar birbirlerinden naklede ede hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, hiçbir ilave ve eksiltme yapılmadan Mushaflarda yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Son dönem âlimlerinin Kuran bağlamında bir tarihsel yorumdan sıkça bahsettiklerini görmekteyiz. Bizde burada tarihselcilik ve tarihsel yorumun tarifini yaparak, konumuzu iki aşamalı olarak, tarihsel yorum ve evrensellik çerçevesinde işlemeye çalışacağız. D-Kuran�ın Tarihsel Yorumu: Değişen şartlar karşısında Müslümanların ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları sorunu, geçmişte problemlerin vahye arz edilmesi şeklinde çözülmüş, her dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeni yorum yöntemleri geliştirilmiştir. Gelişimin daha hızlı olduğu yaşadığımız çağda ihtiyaçlar daha fazla artmış ve buna yönelik olarak değişimi esas alan ve beşeri alandaki her şeyin kendi tarihselliğinde anlaşılması gerektiğini öngören tarihsel yorum gündeme gelmiştir. Bu konuda ilk olarak tarih kelimesi ele alınmalıdır. Tarih anlayışının İslam dünyasındaki gelişimi batıdakinden farklı olmuştur. İslamiyet�le ve özellikle Hz. Peygamber (s.a.v.)�in vefatıyla birlikte hukuki problemlerin çözümü bağlamında geçmiş uygulamaların önemi ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak bir tarih anlayışı gelişmiştir. Tarihsel yorumla ilgili en temel kavramlar, tarihsel, tarihsellik, tarihselcilik düşüncesi ve tarihsiciliktir. Bu kavramlar birbiri ile ilişkili olmakla beraber kullanım yerleri farklıdır. Bizim konumuzun en temel kavramı tarihselcilik ve buna bağlı olarak tarihsel yorumdur. 1- Tarihselciliğin Tarifi: Tarihin önemini vurgulayan şeylerin her zaman tarihsel gelişme seyirleri içinde görülmesi gerektiğini savunan görüşler için kullanılan ortak addır.5 2- Tarihsel Yorumun Tarifi: Tarihselcilik düşüncesinin, beşeri bilimlerin yöntemi olarak benimsediği, muayyen bir zaman ve mekanda var olan her türlü beşeri faaliyete, kuruma, esere, topluma ve ferde dair anlamı, kendi dönemindeki değerler ve yaşam bütünlüğü muvacehesinde elde edebileceğini varsayan tarihsel bağlamları kurmak suretiyle anlamı elde etmeye çalışan ve bu anlamın yorumcusunun kendi tarihselliği içinde bir anlam olduğunu kabul eden bir yorum yöntemidir.
BİRİNCİ BÖLÜM
DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR�AN İLİMLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN)
Bu bölümde tarihsel yorum ve evrensellik çerçevesinde değerlendireceğimiz Kur'an ilimleri tabiri, ilk dönmelerde farklı şekillerde ifade edilmiş olmakla beraber kısaca Kur'an'ı muhtelif yönleriyle konu edinen ilimlerdir. 6 Kur�an ilimleri, Kur�an�ı gerek oluşumu ve üslubu açısından ele alan, gerekse anlaşılması için gerekli bilgileri ihtiva eden ilimlere verilen bir isimdir. Kuran ilimleriyle bugün tarihsel süreç içinde değişen ve kapsamı değişen bir tabir ile Kur�an�ı temel alarak üç açıdan ele alan ilimlerin kastedildiğini söyleyebiliriz. Birincisi inişi, yazılması, toplanması, tertibi gibi Kur�an�ın oluşumuyla ilgili konulardır. İkincisi; Mekkî - Medenî ayetler, huruf-u mukatta�a, sure başlangıçları yeminler tekrarlar, meseller, sualler, hitaplar gibi Kur�an�ın üslubu ile ilgili konulardır. Üçüncüsü ise; Kur�an�ın anlaşılması ile ilgili nüzul sebepleri, nasih mensuh, muhkem müteşabih, müşkilü�l-Kur�an, garibü�l-Kur�an gibi konulardır.7 Kısaca; Kur�an ilimleri, Kur�an�ı gerek oluşumu ve üslubu açısından ele alan, gerekse anlaşılması için gerekli bilgileri ihtiva eden ilimlere verilen bir isimdir. Biz bu ilimler arasından konumuzla ilişkili olduğunu düşündüğümüz, Kur�an Kıssaları, Nasih ve Mensuh, İ�cazü�l-Kur�an, Mekkî- Medenî ayırımı, Emsalü�l- Kur�an ve Nüzul Sebepleri�ne ayrı başlıklar altında yer vereceğiz. A- Kur�an Kıssaları Kur�an, kıssaları çeşitli ifade biçimleriyle aktarmıştır. Bu ayetlerin bazılarında, yasalar bütün olarak ve ana hatlarıyla verilmiş, bazı ayetlerde ise bir takım olaylarla, örnek uygulamalarla birlikte anlatılmıştır.8 Allah, bir hidayet kitabı oluşuna uygun olarak Kur�an�da bir yandan insanlara, yapılması ve kaçınılması gerekli hususları yargı bildiren üslup ile bildirirken diğer yandan bu emir ve yasakların gereğinin nasıl olacağını ortaya koymuştur. Birinci şekilde Kur�an zamandan ve mekândan mücerred iken verili şartlardaki gerçekleştirme, tamamen insanidir.9 İkinci şekil ifade tarzı olan Kur�an kıssaları iki açıdan konumuzu ilgilendirmektedir. Bir yandan anlatılan kıssaların Kur�an�ın indiği toplumun ihtiyaçları, yönelimleri ile ilişkili olması ve ilk muhatapların bilgi ve birikimleri gözetilerek anlatılması yönüyle Kur�an�ın tarihsel yorumunu ilgilendirirken diğer yandan bu kıssaları bugün anlamak için evrensel bir bakış açısına duyulan ihtiyaç nedeniyle evrensel yorumu ilgilendirmektedir. Şimdi kıssaları bu iki açıdan ele alacağız. Kur�an�ın bütünlüğü ve diğer deliller Kur�an�da anlatılan kıssaların gerçek olduğunu göstermektedir. Yani Kur�an tarihte varolan yasaları geçmişte yaşanmış gerçek olayları anlatarak aktarmaktadır. Bu açıdan Kur�an kıssalarında tarihsel alanda yasalar olduğu fikrinin bulunduğu görülmektedir. Kıssa üslubuna bu muhatapların aşinalığı ve anlatılan olayların ilk muhataplar tarafından bilinen konular olup olmadığıyla ilgili sorular bizim konumuzla ilgilidir. Acaba kıssa üslubu Kur�an�ın indiği dönemde bilinen bir anlatım tarzı mıydı? Cahiliye devrinde Arapların hayatına, edebiyatına ve şiirlerine baktığımızda, adeta fert ve millet olarak yaşadıkları tarihlerini, vakıaya uygun gerçeklerini, saf hayatları yansıttıklarını gözlemek mümkündür. Her vesile ile kıssalarını anlatıp, kimi zaman ibret konusu, bazen iftihar kaynağı, bazen de şecaatlerini ortaya koyma vesilesi olarak yâd etmişlerdir. Öyle ki, Arapların günlük hayatında kıssacılık ve kıssa anlatma normal bir adet haline gelmiştir. Bu nedenle Araplar arasında şairlerle beraber kıssa anlatan anlamında ��kaass��lar da vardır. Hatta her Arap kabilesinin şairi aynı zamanda bir ��kaass��dır. Cahiliye devri tarihçiliğinin ensab ilmi ve çok eskilere dayanan genellikle kabileler arasında cereyan eden harpler ve gösterilen kahramanlıkların anlatımı olan10 Eyyamü�l-Arap'tan ibaret olması kısaca, Kur�an�ın indiği dönemdeki Arap toplumunda sözlü geleneğin yaygın olması ve başlarından geçen olayları gerek şiir gerekse nazım yoluyla anlatmaları,11 ilk muhatapların bu tarz anlatıma aşina olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca kutsal kitap geleneğinde, yani hem Tevrat hem de İncil�de bu üslubun kullanılması bu görüşümüzü teyit etmektedir. Ancak şunu ifade edelim ki; bununla Kur�an�ın kıssalarının anlatım üslubu ile o dönemdeki kıssa anlatım tarzının aynı olduğunu söylemiyoruz. Kur�an�ın kıssa anlatımı genel ilkelerin edebi bir tarz ile aktarıldığı farklı bir yapı arz etmekle beraber ilk muhatapların tinselliğine de uygun bir anlatım tarzıdır. Görüldüğü gibi Kur�an�ın kullanıldığı kıssa anlatımı üslubu, amacı ve özellikleri farklı da olsa mahiyet itibariyle o günkü toplumun aşina olduğu bir anlatım çeşididir. Kur�an onlar tarafından bilinen bir anlatım tarzını kullanarak, ilk muhataplara tarihsel alana dair yasaları içeren mesajlarını ulaştırmıştır. Kısaca bunun anlamı, Kur�an�ın oluşumu ile o günkü toplumun edebi anlayışı arasında bir yabancılık olmadığıdır. Bu hususta üzerinde durulması gereken diğer bir konu Kur�an�ın aktardığı kıssaların o günkü toplum tarafından bilinip bilinmediğidir. Acaba üslup gibi muhteva da ilk muhataplara yabancı değildi diyebilir miyiz? Bize göre bu kıssalar genel olarak kaydını, bazı kıssaların anlatımı esnasında metinde geçen ��Bu olaylar sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de kavmin�.��12 ve ��İşte bunlar sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem�i hangisi himayesine alacak diye kalemleriyle kur�a çekerlerken sen yanlarında değildin��13 ve benzeri ifadeler sebebiyle koyduk. Bu tarz ayetleri incelediğimizde bu ayetlerin, ��Şüphesiz biz onların -mutlaka ona bunu bir insan öğretiyor- dediklerini biliyoruz��14 ayetinde belirtilen Kur�an�ın kaynağı ile ilgili ilk dönem inkarcıların iddialarının15 red sadedinde geldiğini görürüz. 16 Bu ifadelerin amacı, kıssaların onlar tarafından bilinip bilinmediğinden ziyade, vahyin ilahi olduğunu kanıtlamaktır. Ayrıca ��sen orada değildin, bu gayb haberidir�� gibi ifadeler de üslup açısından incelendiğinde, bununla bütün kıssaların değil, sadece bu olayların kastedildiği görülecektir. Yani burada kastedilen ya sadece bu kıssa ya da kıssada geçen ve daha önce bilinmeyen özel bir konudur. Kıssaların çoğunun başta ehl-i kitap olmak üzere o günkü toplum tarafından bilindiği, nüzul sebebi olarak aktarılan bir rivayetten de anlaşılmaktadır. Bu rivayete göre, Yahudiler ��Sen bize İbrahim�i, Musa�yı, İsa�yı ve bazı peygamberleri anlatıyorsun. Çünkü onlarla ilgili haberleri zaten bizden işittin. Eğer öyle değilse Tevrat�ta sadece bir kez geçen peygamberin kim olduğunu söyle demişler, Hz. Peygamber de ��Zülkarneyn��dir 17 şeklinde cevapladığı bu rivayetten onların bu kıssaları bildikleri anlaşılmaktadır. Ayrıca tarihi malumatlarda, eski Arap kabileleri olan Ad, Semud, Cürhüm ve Amelika ile ilgili haberler, Harut-Marut, Ashab-ı Kehf gibi kıssaların o günkü toplum tarafından bilinen ve anlatılan kıssalar olduğunu göstermektedir. Kur�an kıssalarının o günkü toplum tarafından bilinmesi, anlaşılabilmesi ve ibret alınabilmesinin de bir gereğidir. Bütün kıssaların o günkü toplum tarafından bilinmediğini söylemek, Kur�an�ın ilk dönem muhataplarınca anlaşılmadığını kabul etmek anlamına gelecektir. Bu da genelde Kur�an�ın, özelde hidayet vasfına sahip oluşları ile çelişecektir. O halde doğru yaklaşım, bilinmediğine dair bir kaydı olmayan kıssaların, ilk muhataplar tarafından Kur�an�ın anlattığı şekliyle olmasa da özü itibariyle bilindiğini kabul etmektir. Ayrıca Kur�an�ın bazı ifadeleri ile o dönem muhataplarınca bilinen kıssalardaki bilgi yanlışlarını tashih etmesi18 ve bu kıssaların benzerlerinin diğer kutsal kitaplarda yer alması da bu görüşümüzü teyit etmektedir. Kıssaların ilk muhataplar tarafından bilinmesi, Kur�an�ın onlara ��O halde yeryüzünü gezin, Hakkı yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bakın��19 tarzı ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Zira bu kıssalar en azından onların gezip dolaşarak görebilecekleri bir mekânda gerçekleşmiş olmalıdır ki bu tavsiyeye muhatap olabilsinler. Bu tespitlerimizden Kur�an kıssalarının üslup ve muhteva açısından o günkü topluma yabancı olmadığı anlaşılmaktadır. Yani Kur�an tarih üstü bir karakterde toplumun hiç bilmediği bir üslupla tamamen yabancı oldukları konuları anlatmamıştır. Kur�an kıssaları ile o günkü toplum arasındaki bir diğer ilişki kıssaların anlatılış amacıdır. Tarihsel bağlam olarak da tanımlayabileceğimiz bu ilişki açısından Kur�an kıssalarının anlatılmasındaki amaçlara baktığımızda, kıssaların öncelikle indiği toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi (Hz. Peygamberi, sahabeyi teselli etme, teyid etme vs.) amaçladığını görürüz. Mesela; ��Demek onlar bu söze inanmazlarsa onların peşinden (üzüle üzüle kendini helak edeceksin.��20 İfadesinden sonra Ashab-ı Kehf kıssası anlatılmış, Hz. Peygambere bu olayı düşünerek üzülmemesi mesajı verilmiş yani teselli edilmiştir. Kur�an�ın tarihe kıssalar ile yer vermesi, bir tarih kitabınınkinden farklıdır. Kur�an, kıssalarda bir dönemi ya da ırkı derinlemesine ele almayı değil, genel olarak toplumsal çöküş adalet vs. gibi ahlaki prensipleri öğretmeyi hedefleyerek ele almış tarihten kesitler aktarmıştır. Kur�an�ın tüm tarihi anlatmayı hedeflemediği ve anlatmadığı vahiy olgusunun geçmişten gelen bir olgu olduğunun anlatıldığı bir bağlamda Peygamberimize Hitaben, ���daha önce sana kendilerinden bahsettiğimiz elçilere ve bahsetmediğimiz elçilere���21 denilmesinden ve bir başka bağlamdaki ��Muhakkak ki; biz senden önce de elçiler gönderdik. Bunların bir kısmından sana bahsettik bir kısmından ise bahsetmedik��22 gibi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Karakteristik özelliği, tarihsel olayları gereksiz ayrıntılara yer vermeden aktarmak olan Kur�an�ın tarih anlatımı ile genel tarih arasındaki diğer bir fark da Kur�an�ın kıssaları anlatmadaki gayesidir. Zira Kur�an, tarihi bilgi vermeyi değil, toplumları hidayete ulaştırma gayesine uygun olarak toplumsal alanda geçerli olan yasaları aktarmayı amaçlamıştır.23 Bu nedenle Kur�an bize tarihi olayları tüm yönleriyle anlatıp herhangi bir etnik gurubun siretini tasvir etmemiş, daha derinlere giderek, bu milletlere iktidar ve refahı getiren veya onu çöküntüye götüren ve yok olmalarına neden olan ideolojik ve psikolojik esaslarla, oradan kaynaklanan ahlaki tavır ve alışkanlıkları tahlil etmiştir.24 Kur�an kıssalarının sahip olduğu bu işlevsellik ile konumuz arasında önemli bir ilişki vardır. Çünkü Kur�an, tarihsel alana dair yasaları aktarırken yalan ve yargı bildiren bir üslubu değil, öğüt verici bir tarzı tercih etmiştir. Mesela; İlahi tebliğ karşısında insan karakterinin ve davranışının ortak olduğu benzer tezahürleri temsil eden Hz. Musa ve Firavun modeli gibi. Bu olay, olmuş bitmiş ve bir daha tekrarlanmayacak, benzeri olmayan bir model ya da örnek değildir. Bilakis tarih boyunca hep tekrarlanan bir modeldir.25 Yani kişi kendini bu olayın içine sokabilmekte ve o anı yeniden yaşayabilmektedir. Kıssalar üslubu itibarıyla tek anlamlı değildir. Muhtelif dönemlerde, ortak özellikleri olan birçok durumu kavramak için verilmiş modellerdir. Bu ayetler nazil oldukları dönemde oldukları gibi bugün yaşayan insanlar için de kimi zaman nerede ise kendini tasvir ediyormuş gibi algılanabilmektedir. Ayrıca çoğu kıssanın başında yer alan ��iz�� edatı veya ��üzkur�� emri de bu kıssaların muhatabın zihninde yeniden inşa edilmesi gerektiğini göstermektedir. Zira bu kalıp ifadelerle, ister muhatabın içinde olduğu, isterse bildiği, duyduğu ve başkasından öğrenmiş olduğu bir olay olsun muhataba geçmişteki bir hadise hatırlatılmak istenmektedir. Kısaca toparlarsak Kur�an, kıssaları anlatırken üslup ve konuları itibarıyla o günkü toplumun birikimini gözetmiştir. Bu nedenle Kur�an ile tarihsel ortam arasında bir yabancılaşma söz konusu değildir. Ayrıca tıpkı diğer ayetler gibi kıssaların da o günkü toplumun yaşantısı, anlayışı ve ihtiyaçları ile ilgili bir bağlamı vardır. Bu bağlam, yaşayan kitle için yaşam bütünlüğü içinde kurulup tabii olarak anlaşılırken okuyan kitle için tarihsel bir bağlam haline dönüşmüş olup bu bağlamı kurabilmek için evrensel yoruma başvurmak gerekmektedir. Kur�an kıssaları çoğunlukla geçmiş Peygamberler ve gönderildikleri toplumla olan ilişkilerini konu edinmiştir. Ancak kıssalar sadece bunlardan ibaret değildir. Kur�an aynı zamanda indiği dönemde yaşayan olayları da anlatmıştır. Bu konular, ilk muhataplar açısından bakıldığında kendileri tarafından yaşanan olaylar olması nedeniyle kıssa özelliği taşımazken daha sonraki okuyan kitle için bu konular, tıpkı diğer kıssalar gibi geçmişte kalan olaylardır. Bu nedenle okuyan kitle, bu olaylarda verilmek istenen mesajları da kıssalar gibi değerlendirmek durumundadır. B- Nasih-Mensuh Terim olarak ��nesh�� dini (şer�i) bir hükmün, zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir delil ile kaldırılması demektir.26 Ayrıca neshden bahsedilmesi için şu hususların gerçekleşmesi lazımdır. 1- Nasih de, mensuh da şer�i bir hüküm olmalı. 2- Nasih zaman itibarıyla sonra inmiş olmalı 3-Aralarında çatışma bulunmalı yani ikisini uzlaştırma mümkün olmamalıdır.27 Ancak, neshin ıstılahi manası ile ilgili olarak farklı yorumlar yapılmaktadır. M. Sait Şimşek�in de belirtmiş olduğu gibi, ��Tarihi seyri içerisinde ıstılah anlamının uğradığı faklılıkları kesin olarak ortaya koymak, daha kapsamlı ve derinlikli bir çalışmayı gerektirir. Belki de bunun için Kur�an ilimleriyle ilgili bütün yazmaların gün yüzüne çıkmasına ihtiyaç vardır. Ancak elimizdeki mevcut kaynaklar muvacehesinde şunu söyleyebiliriz ki: İlk dönemlerde neshin anlamı çok daha kapsamlı idi.�� Elimizdeki mevcut kaynaklarda Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabın yaşadığı dönemlerde ��nesh��in klasik usulde kullanıldığı dar anlamından daha geniş anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Mesela İbn Abbas (ö. 68/687)�den nakledilen ve İbn Mes�ud (ö. 67/686) tarafından da desteklenen bir görüşe göre, müteşabih ayetler mensuh, muhkem ayetler ise nesih olarak kabul edilmektedir.28 Bu konuda eş-Şatibi (ö. 790/1388) de sahabe ve tabiin dönemlerindeki nesh anlayışının usulcüler tarafından kabul edilen nesh anlayışından daha geniş ve kapsamlı olduğunu belirtmektedir. Onun naklettiğine göre gerek ashap, gerekse tabiin tarafından ��mutlak�ın takyidi, muttasıl veya munfasıl bir delil ile ��amm�ın tahsisi, ��müphem�� ve ��mücmel��in beyanı, şer�i bir hükmün sonradan gelen başka şer�i bir delil ile kaldırılması ��nesh�� olarak kabul ediliyor ve nesh kelimesi bütün bunlar için müşterek olarak kullanılıyordu.29 Selef âlimlerinden Dahhak (ö. 106/ 723)�a göre ��nesh�� unutturma, İbn Ebi Hatim (ö.327/928)�e göre ise Peygamberimize indirilmeyip terk edilen anlamındadır.30 Özellikle ilk dönemlerde olmak üzere çoğunluk neshi, Kur�an�da yer alan bazı ayetlerin hükümlerinin daha sonra gelen aynı konuda fakat öncekinin aksi bir yargıya sahip olan bir başka ayet tarafından kaldırılması veya değiştirilmesi olarak anlamışlardır. Bu genel yaklaşımlardan ikincisi fıkıh usulü ve fıkıh kitaplarında, Kur�an�ın sünneti, sünnetin Kur�an�ı neshetmesi ya da metni baki, hükmü mensuh gibi farklı yönlerden tasnif edilerek ele alınmıştır.31 İslam dünyasında Kur�an�da neshin olduğunu kabul edenler var olduğu gibi kabul etmeyenler de vardır. Her iki taraf da kendi görüşlerini kitap ve sünnete dayalı deliller ile savunmaktadırlar. Biz bunların ayrıntılarına girecek değiliz. Bizim maksadımız, neshi tartışmak değil bilakis nesh olgusu ile Kur�an oluşumu arasındaki ilişkiyi ele almaktır. Nasih ve mensuhu bilmenin Kur�an�ı anlamadaki önemini vurgulayan çeşitli rivayetlerden, Kur�an�ın ilk muhatapları olan ashabın bu konuyu bildikleri anlaşılmaktadır.32 Ancak onların neshe yükledikleri anlam ile neshin kavramlaşmasından sonraki anlamı arasında farklılıklar vardır. Buna göre önceleri mücmel mübeyyen, mutlak mukayyet gibi hususlar da nesh kelimesi ile ifade edilirken33 daha sonra şer�i bir hükmün kendisinden sonra gelen yine ��şer�i bir hüküm ile ortadan kaldırılması�� şeklinde kavramsallaşmıştır. Başlangıçta çoğunluk bu anlamda bir neshin Kur�an�da olduğunu kabul etmişken ilk defa Ebu Müslim el- İsfehani bu anlamda bir neshin Kur�an�da olduğunu kabul etmeyerek itiraz etmiştir. Mu�tezile�ye mensup olan İsfehani�ye göre bu anlayış Kur�an�daki ��Ona ne önünden ne ardından batıl yaklaşır��34 ayeti ile çelişmektedir.35 Onun neshi reddedişindeki neden, Kur�an�daki bu ayet ile nesh arasında kurduğu bir çıkarımdır.36 Bu yaklaşıma benzer bir itiraz da Kur�an�ın indiği dönemde, kıble tahvili üzerine, inanmayanlardan gelmiş ve onların ��Muhammed ashabına bir şeyi emrediyor, sonrada onu yasaklayıp aksini emrediyor. Bu gün söylediğinden yarın vazgeçiyor. O halde Kur�an Muhammed�in sözünden başka bir şey değildir. Kendisi uydurduğu için onun bir kısmı bir kısmını nakzediyor�� demeleri üzerine Allah, ��Biz herhangi bir ayeti nesheder ya da unutturursak bundan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz. Allah�ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin?��37 ayetini indirmiştir.38 Bu ayete göre Allah�ın bir ayeti neshetmesi batıl değil bilakis Allah�ın dahilinde bir iştir. Ayetin sonundaki �� Allah�ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin?�� ifadesi değişikliği Allah�a yakıştıramayanlara karşılık olarak her şeye gücü yeten Allah�ın böyle bir değişiklik de yapabileceğini ifade etmektedir. Diğer yandan Allah�ın gönderdiği geçmiş şeraitlere bakıldığında bir değişimin olduğu açıkça görülmektedir.39 ��Biz sizden her biri için bir şeriat ve minhac verdik��40 ayetinde her dönemde belirli bir değişmenin olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Kur�an�a bakıldığında kendinden önceki şeriatlarda olan bazı hükümlerin Kur�an�da değiştirildiği de görülmektedir.41 Mevcut durum böyle olduğuna göre, Kur�an�da neshin olmadığını söylersen bunun Allah�ın tasavvuru ile ilişkilendirilerek bir nakısa olarak addedilmesi42 ile Allah�ın gönderdiği şeriatlarda değişiklik yapması arasında bir çelişki oluşmaktadır. Bu nedenle neshi, Allah�a yakıştırmama temayülüne sahip olanlar, ya geniş ölçekte yani şeriatlarda da bir neshin ( hem iptal hem de değişim anlamında) olmadığını kabul etmelidirler ya da Kur�an�daki neshi başka bir gerekçe ile neshetmelidirler.43 Zira Kur�an�ı gönderen de geçmiş şeriatların sahibi olan da Allah�tır. Eğer ortamın değişmesine göre şeriatında bir değiştirme yapıyorsa, 23 yıllık bir süreçte değiştirme yapması bir eksiklik olmamalıdır. Buna göre Kur�an�da neshin olabilmesi Allah tasavvuruna ve vahyin tutarlılığına bir halel getirmemektedir. Zira nesh ��gizlilikten sonra açıklık�� yani bilmediğini sonradan öğrenme anlamına gelen ��beda��44 değildir. Bilakis nesh, mutlak ilim sahibi olan Allah tarafından gönderilen her vahyin gönderildiği beşeri ortamda o günün tarihsel bağlamını gözeterek oluştuğunu göstermektedir. Allah, diğer şeriatları ortamın değişmesi ile nasıl değiştirmiş, bazı hükümleri devam ettirmiş, bazılarını kaldırmışsa aynı şeyi Kur�an�da da yapmış, vahyi toplumsal değişimlerinde bir olamayacağı gerçeğini de gösterecek bir şekilde insanların sosyal, psikolojik durumlarını gözeterek 23 yıllık bir süreçte tedricen indirmiştir. Bu durumda kimi zaman önce vahyettiğini sonradan değiştirmiş, kimi zaman da muradını bir defada değil birkaç defada tedrici olarak indirmiştir.45 Bunlardan birincisi, başta da söylediğimiz gibi herkes tarafından kabul edilmemekteyken ikincisi, yani vahyin tedriciliği hakkında neredeyse bir ittifak oluşmuştur. Biz bu tartışmalara girmemek için, nesh konusunu tedricilik bağlamında işleyeceğiz. Çünkü bize göre hem nesih hem de tedricilik, işin özü itibariyle vahiy ile değişen ortam arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Aradaki tek fark değiştirmede, iki nass arasındaki zıtlık, yani bir arada uygulanamama açık bir şekilde görülmesine karşılık, tedricilikte zıtlığın bu denli açık olmayışıdır. Hâlbuki sonuç itibariyle tedricilikte de bir tezat, yani iki hükmü bir arada uygulayamama vasfı vardır. Mesela; bazılarına göre nesh, bazılarına göre de vahyin tedricen inişi olarak kabul edilen içki ayetini ele alalım. Öncelikle anlamı ilk indiği ortamda, yani ilk muhataplar açısından düşünelim. Nüzul sebebine göre, sahabeden bir grup, Hz. Muhammed (s.a.v.)�e gelerek, ��bize içki ve kumar hakkında fetva ver�� diye istekte bulunurlar,46 bunun üzerine sana şarabı ve kumarı soruyorlar deki: ��Bu ikisinde büyük bir kötülük ve insanlara bazı faydalar vardır. Ancak kötülükleri faydalarından daha büyüktür��47 ayeti inmiştir. Burada sorunun kastı, içki hakkındaki hükmü öğrenmektir.48 Allah�ın verdiği cevap, daha önce de bir örneğini gördüğümüz üslubu hakim ile doğrudan isteneni değil o an için bilmeleri gerekeni o günün şartlarını gözeterek herhangi bir yasaklama bildirmeyen49 de ki: ��Bu ikisinde büyük bir günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Ancak günahları yararlarından daha büyüktür�� şeklinde olmuştur. Bu cevap üzerine sahabenin bazısı, ayetin ��Ancak günahları yararlarından daha büyüktür�� kısmına dayanarak içkinin yasaklandığını zannederken diğerleri cevapta nehyin olmadığından hareketle yasaklanmadığını düşünmüşlerdir.50 Bu ayetten daha sonra inen ��Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar; cünüp iken de - yolcu olmanız hariç- guslünüzü edinceye kadar namaza yaklaşmayın��51 ayeti ile namaza yaklaşmamalarının istenmesi de ilk inen ayetin onlar tarafından yasaklanma olarak algılanmadığını göstermektedir. Nitekim ilk ayetten sonra sahabenin bir kısmı içki içmeye devam etmişler, bu halde iken arkadaşlarına akşam namazını kıldıran bir sahabenin namazda ayetleri yanlış okuması üzerine Allah bir öncekinden daha ağır hüküm taşıyan söz konusu ayeti indirmiştir.52 Şimdi ilk muhatapların sorularına aldıkları cevap dolayısıyla vahyin bir onayı olarak görüp içmeye devam etmelerinin hata olduğunu söyleyebilir miyiz? eğer diyemeyeceksek onlar açısından bu ayet, yaptıkları işi onaylayan bir yargı ifade etmiştir. Bu nedenle de ardından gelen yasak ayetleri, bu hükmün iptali olacaktır. Bunu aynı şekilde ikinci aşama hakkında da düşünebiliriz. İçkili iken namaza yaklaşmama emrinden haklı olarak mutlak bir yasaklamanın olmadığı sonucuna ulaşan ve namaz dışında içmeye devam edenler, şer�i açıdan yanlış bir davranış içinde olmadıklarına göre, daha mutlak olarak içki yasağını getiren �� Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah�ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?53 hükmü önceki ayetlerden anlaşılan namaz dışı içmenin serbestliği hükmünü iptal etmiş olacaktır. Tarihsel perspektifle bu ayetler üzerinde yaptığımız bu değerlendirme bize nihai hükmün, mevcut şartlar bağlı olarak tedricen indirilmesinin de aslında bir değişim olduğunu göstermektedir.54 Dileseydi vahyini, nihai hükmünü belirten bir şekilde tek defada getirebilecekken orijinal bir üslup ile toplumu eğitip, yani etkileyip mesajına hazır hale getiren Allah, vahiyde o günkü şartları hiçbir zaman göz ardı etmemiştir. Mesela; ��Ey Peygamber müminleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa iki yüz kişinin üstesinden gelir ve eğer sizden yüz kişi olursa o küfredenlerden binini alt eder. Çünkü onlar, gerçeği kavrayamayan anlayışsız bir topluluktur��55 ayetinin hükmünü Müslümanlar gelişip kuvvetlenince Allah, ��Şimdi Allah, sizin yükünüzü hafifletti ve sizde bir zaaf bulunduğunu bildi. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa, iki yüz kişiyi alt eder. Sizden bin kişi olursa, Allah�ın izniyle iki bin kişiye üstün gelir. Allah, sabredenlerle beraberdir��56 ayeti ile değiştirmiş ve sayıyı düşürmüştür. Netice itibariyle, nesh kavramına bu şekilde birbirinden çok farklı anlamlar verilmesi nedeniyle, mensuh ayetlerin sayısı hem âlimden âlime değişmiştir. Hem de söz konusu ayetlerin sayısı çoğalmıştır. Mesela, bu ayetlerin sayısını Suyuti 20�ye indirirken, Şah Veliyyullah Dehlevi (ö.1176/1762?), Suyuti�nin 20�ye indirdiği ayetlerin sayısını 5 ayete kadar indirmiştir. Bu konuya son vermeden önce şunu belirtmeliyiz ki, ��Kur�an neshi destekleyen değil onu reddeden delillerle doludur. Kur�an�ın birbirini destekler olduğunu bütünüyle bir birlik ve bütünlük arzettiğini bildiren ayetlerin hepsi, nesh iddiasının aleyhinde delillerdir.57 Nitekim Suphi es-Salih�in de belirttiği gibi nesh aşıkları, zannı ahad haberlerden çıkardıkları hükümlerle mensuh ayetlerin sayısını çoğaltmışlar, hatta daha da aşırı giderek nâsihin de nesh edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Görüldüğü gibi Kur�an ayetlerindeki ��mekâsıd�� kavranamazsa bu tür tuhaf olan fikirler ortaya çıkmaktadır. Mademki mensuh olduğu iddia edilen ayetler Kur�an ayetlerinde vardır, bu ayetlerin uygulanacağı bir zaman gelebilir. Bu nedenle burada Kur�an�ın ��Tedricilik�� esasına değinmemiz gerekir. Kur�an bütün olarak ve derinlemesine tetkik edilip, üzerinde ciddiyetle düşünüldüğünde, özellikle bazı ahkam ayetlerinde tedricilik esasına riayet edildiği müşahede edilir. Mesele; kölelik, çok evlilik ve içki tüketiminin aşama aşama kaldırılması gibi olgular bu bağlamda değerlendirilebilir. Kur�an gelmeden önce mevcut olan bu olguları, bir anda ortadan kaldırmak yerine, tıpkı ayetlerin tencimi(parça parça indirilmesi)58 gibi aşama aşama ilerlemek suretiyle bu olguların, Kur�an�ın getirdiği evrensel ahlaka uygun hale getirilmesini istemiştir. İşte ahkam ayetlerinin gerisindeki mekâsıddan birisi bu esastır. Fazlur Rahman�ın vukufiyetle tesbit etmiş olduğu gibi bir anda çok evliliği kaldırmak mümkün olmadığı için, getirilen kısıtlamalar toplumun yönelmesi hedeflenen ahlaki ideale uygun iken, çok evliliğe belli şartlar dahilinde verilen izin59 hukuki bir düzeydedir. Aynı şekilde bir hamlede kaldırılması imkansız olan kölelik kurumunu, Kur�an yasal olarak kabul etmemiştir. Fakat kölelerin serbest bırakılmasını ��Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren ne? (Kölelik zincirinden) bir boyunu kurtarmaktır��60 gibi ayetlerle tavsiye etmiş, hatta Müslümanlara özgürlüklerini satın alabilmeleri için kölelerine izin vermeleri emredilmiş, ayrıca bunun için kolaylık göstererek borçlarını taksitle ödemelerini temin etmeleri istenmiştir.61 Hâlbuki klasik İslam hukukçuları bunu bir emir olarak değil de tavsiye olarak anlamışlardır.62 İçkinin yasaklanması da aynı tedricilik esasına göre uygulanmıştır.63 Bu uygulama günümüz insanı için daha bir önem kazanmıştır. Çağımız genellikle insan psikolojisinin öne çıktığı ve bireylerin tek tek değerlendirildiği bir çağdır. Bu bakımdan alkolik olan veya uyuşturucuya alışmış olan bir kimseyi, bu alışkanlıklarından vazgeçirmek hemen hemen imkansızdır. Nitekim sigara ve uyuşturucu gibi alışkanlıkların bir anda bırakılmasının son derece zor olduğu düşünüldüğünde, Kur�an�ın getirdiği bu tedricilik esası daha iyi anlaşılacaktır. Kur�an�da mensuh olduğu iddia edilen ayetler üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde mesela ��Lekum Dinikum Veliyedin�� (Sizin dininiz size benim dinim bana)64 ayetini, günümüzde mensuh saymamız mümkün müdür? Zira, ��Herhangi bir ayetin metni Kur�an�da yer aldığı müddetçe mutlaka uygulama alanı vardır. İşte nesh problemini bu açıdan değerlendiren E. H. Ebu Zeyd�e göre mensuh olduğu iddia edilen ayetlerin Kur�an�ın metni içerisinde kalmasının bir anlamı vardır. O da ilgili hükmün uygulanabileceği yeniden oluşma ihtimalidir.65 N. H. Ebu Zeyd tıpkı Zerkeşi�nin belirtmiş olduğu gibi, ileride aynı şartlar oluştuğunda mensuh hükmün yeniden yürürlüğe girmesinin mümkün olacağını, bu nedenle ulemanın, Müslümanların kafirlerin yaptıkları eziyetlere sabretmekle emrolunmaları ile onlara karşı savaş emrinin verilmesi konusunda Kur�an�ın takip ettiği stratejiyi değerlendirirken, bu durumun farkına vardıklarını böylece, şartların değişmesine bağlı olarak geçici bir süreyle yürürlükten kaldırılmış hükümlerin daha sonra şartlar önceki duruma döndüğünde, ertelenen hükmün de işlev kazanacağını belirttiklerini zikreder.66 Mensuh olduğu iddia edilen uygulanabileceği, hatta bazı durumlarda bu uygulamanın zorunlu olacağı ortam ve şartların tekrar zuhur etmesi ihtimali her zaman için mümkündür.67 Kur�an�ı baştan sona dikkatlice okuyarak üzerinde düşünen objektif bir kimse, Kur�an�da uygulaması tamamen yürürlükten kalkmış her hangi bir ayetin olmadığını görecektir. Durum bu olmasına rağmen -hangi gerekçeyle olduğunu bilmediğimiz- mensuh ayet sayısını artırma yarışını anlamakta güçlük çekmekteyiz. Kur�an�da hükmü kalmamış geçersiz hiçbir ayet olmadığına göre Kur�an�ın bütün ayetleri geçerlidir, hükümleri bakidir. Her ayetin uygulanacağı bir toplum vardır. Hatta her ayetin bir anda tek bir topluma uygulanma şartı yoktur. Her ayet bir toplumun bile değişik şart ve zamanlarına uygun düşebilir. Bir topluma uygulanmayan bir ayet, başka bir topluma uygulanabilir veya aynı topuma başka bir zamanda uygulanabilir. Bundan dolayı bazı ayetlerin bir toplumda uygulanma imkanı bir zaman içinde yoksa o toplumu dinden çıkmış ve Kur�an�dan ayrılmış saymak yanlıştır. O toplum, mensuh sayılan ayete uygun davranmış olabilir. O ayeti mensuh sayarsanız, o ayete göre hareket eden insan ve toplumu dine aykırı hareket etmekle suçlayabilirsiniz. Ama ayeti inkar etmeyip geçerli sayarsanız, pek çok insanı ve toplumu İslam dairesi içinde görürsünüz.68 Burada belirtmemiz gereken önemli hususlardan birisi de şudur: Neshi kabul edenler, tarihselliğe karşı çıkarken, Kur�an�da mensuh ayet yoktur diyenlerde ise, Kur�an�ın ezeliliğini nefyetme gibi bir paradoksal durum söz konusudur. Nesh-tarihsellik bağlamında diyebiliriz ki: Kur�an�dan önceki kitapların yürürlükten kaldırılan hükümleri açısından tarihsellik söz konusu edilebilir. Zira Hz. Adem ile başlayıp Hz. Peygamber ile son bulan vahyin bir takım hükümleri iptal edilmiştir. Belli bir zaman ve mekân için indirilen bu hükümlerde tarihsellik söz konusudur. Çünkü bu hükümler tarihin bir diliminde bağlayıcı olmuş ve ardından kaldırılmışlardır. Hatta Kur�an�da mensuh ayetlerin var olduğunu söyleyenler açısından mensuh olan ayetlerde bir tarihselliğin olduğu da söylenebilir.69 Ayrıca tarihsellik olsa olsa sadece Peygamberi ilgilendiren ayetlerde söz konusu olabilir.70 Bunların Kur�an�da yer almaları Peygamberliğin dinde çok önemli bir yere haiz olması nedeniyle olsa gerektir. Gerek peygamberimizle ilgili meseleler, gerek önceki peygamber ve toplumlarla ilgili kıssalar, mantıkları itibarıyla değil, mefhumları yönüyle bize hitap ederler. Bunlar uygulanma ya da uygulanmamaya medar olan şeyler değillerdir. İbret alınacak şeylerdir.71 Kur�an ısrarla kendisini çelişkilerden ve eğriliklerden uzak bir kitap olarak tanıtmasına rağmen, Kur�an�ı bir bütün olarak değil, parça parça yorumlamaktan kaynaklanan yanlış değerlendirmeler sonucu, Kur�an�ın içinde mensuh ayet bulunduğu kanaati, geleneksel olarak kabul edile gelmiştir. Bu geleneksel kabule karşı çıkanlar, başta Ebu Müslim el-İsfehani olmak üzere, kıyasıya eleştirilmiştir. Ancak zamanla Kur�an, bütün olarak incelendikçe -iddia edildiği gibi- mensuh ayet olmadığı kanaati yaygınlık kazanmıştır. Bu konuda bilimsel eserler de te�lif edilmeye başlanmıştır. Netice itibariyle, Kur�an�da mensuh ayetlerin varlığına dair ileri sürülen görüşleri hicri ikinci, üçüncü asırlarda ortaya çıktığı söylenebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)�in her hangi bir ayetin mensuh olduğuna dair bir hadisi yoktur. Buna bağlı olarak, nesh kelimesine verilen anlam, ıstılahta kullanıldığı anlamdan daha geniş anlamda kullanılmıştır. Sahabe arasında bile bu geniş kapsamlı kullanımdan kaynaklanan ihtilaflar olmuştur. Bu ihtilafların tabii bir sonucu olarak, mensuh olduğu iddia edilen ayetlerin sayısında, Kur�an�da mensuh ayetlerin mevcudiyetini kabul edenler arasında bile, bu güne kadar bir ittifak sağlanmış değildir. Nesh türleriyle ilgili olarak aktarılan rivayetler açısından probleme bakıldığında, bu rivayetlerin mesnedden yoksun olduğu da ortadadır. Bütün bu bilgiler çerçevesinde diyebiliriz ki: Nesh kelimesinin şümullü anlamda kullanılışı hicri 3. yüzyılda, İmam Şafii�nin neshi, takyit, tahsis, istisna gibi kavramlardan ayırmasına kadar sürmüştür. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi hala âlimler arasında neshe verilen anlam hakkında ihtilaf sürmektedir Ayrıca tarihsellik çerçevesinde, problem irdelendiği zaman, mensuh olduğu iddia edilen ayetlerden sadece Hz. Peygambezr (s.a.v.)�i ilgilendiren hükümlerde ve Kur�an�dan önceki kitapların ilga edilen hükümleri açısından nesh ve tarihsellikten söz edilebilir. C- İ�cazu�l-Kur�an Peygamberler Allah�ın elçileri olduklarını kendilerine verilen mucizeler ile teyit ederler. İcaz ile aynı kökten gelen mucize, gönderdiği elçilerin nübüvvetini ispat etmek amacıyla, Allah�ın gerek fiziki, gerekse beşeri alanda koyduğu kuralların işleyişi dışına çıkarak (harikulade haller ile) peygamberlerine diğer insanların benzerini yapamayacağı bazı halleri vermesidir.72 Bu açıdan bakıldığında bütün peygamberlere kendi dönemlerinde revaçta olan bir konuda mucize verildiği görülmektedir.73 Mesela: Tıbbın revaçta olduğu bir dönemde Hz. İsa�ya bazı hastalıkları iyi etme gücünün,74 sihrin yaygın olduğu bir zamanda Hz. Musa�ya sihirbazların sihrini yok eden bir asanın verilmesi75 gibi örnekler, mucizenin çeşidi ile kendilerine meydan okunan muhatapların yaşadıkları dönem kültürü arasında bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.76 Mucizelerle verildikleri dönem arasındaki bu ilişki incelendiğinde, her zaman o dönemde revaçta olan bir konuda peygamberlere mucize verildiği görülmektedir. Böyle bir tercih ile mucizenin etkinliği ve muhatapların güçsüzlüğü en çarpıcı bir şekilde ortaya konmuş, kendilerini ifade ettikleri hatta övünüp üstünlük vesilesi saydıkları bir konuda bile peygamberlerin getirdikleri mucizelere mukabelede bulunamamaları nedeniyle inkarcıların acziyetleri çok açık şekilde ortaya konulmuştur. Cahilliye döneminin en önemli kültürel faaliyeti olarak görülen şiirin bu denli revaçta olduğu bir ortamda yaşayan bir topluma, Hz. Peygamber vasıtasıyla Kur�an vahyi gönderilmiştir. İnanmayanlar ilk tepki olarak Hz. Peygamberi getirdiği vahiy sebebiyle mecnun,77 Kur�an�ı sihir78 olarak tanımlamışlardır. Ancak diğer taraftan da Kur�an�ın eşsiz belagatı karşısında kendilerini onu dinlemekten alıkoyamamışlardır.79 Kur�an karşısında genel olarak böyle bir konum ve davranış sergileyen Arapların ��dilersek biz de bunun benzerini söyleriz��80 demeleri üzerine Allah onlara meydan okuyarak bir benzerini getirmelerini istemiştir. ��Tahhaddi�� terimi ile ifade edilen bu meydan okuma üç aşamada olmuştur.81 Önce, ��Eğer sözlerinde doğru iseler, Kur�an gibi bir söz getirsinler��82 ile bir kayıtlama olmadan, onlardan yapabileceklerse bir benzerini getirmeleri istenmiş ardından ��Deki, o halde on sure getirin ve Allah�ın dışında kendilerine taptıklarınızı da bu iş için yardıma çağırın��83 ayeti ile on sure, son olarak da �� o halde tek sure getirin��84 ifadesi ile sadece bir sure getirmeleri istenmiştir. Bütün bu meydan okumalar karşısında şairleri ile övünen Araplar bu tehaddiye karşılık verememişlerdir. Bununla beraber, ona nazire yapmaya yeltenenler, hatta bunu başardıklarını zannedenler olmuşsa da bunların yaptıkları nazirelere bakıldığında Kur�an�ın kötü bir taklidi ve mana ile üslubun birlikteliğinin olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Yemame�de peygamberliğini ilan eden ve kendisine vahy geldiğini iddia edem Museylemetü�l- Kezzab, el Esved el-Ansi diye tanınan zü�l-Hımar lakaplı Ablehe b. Ka�b, önce Müslüman olup daha sonra peygamberlik iddia eden sonunda yine islama dönen Tuleyha b. Huveylid el-Esedi, Secah Binti�l-Haris bi Süveyd et-Temimiyye, en-Nadr İbnü�l-Haris, İbnü�l-Ravendi diye tanınan Ebu�l-Huseyn Ahmed b. Yahya, ve Ebu�t-Tayyib el-Mütenebbi�dir.85 Bunu yapamayacakları ��Deki: Şayet insanlar ve cinler bu Kur�an�ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, bu konuda birbirlerine yardımcı olsalar bile onun bir benzerini getiremezler��86 ayeti ile de belirtilmiştir. Kur�an i�cazının bir ifadesi olan tehaddi konusuna tarihsellik açısından baktığımızda, öncelikle onlara yöneltilen meydan okuma ile anlamadıkları bir şey ortaya konarak bunun bir benzerini getirmelerinin istenmediğini söyleyebiliriz. Bu konuda Şatibi, ��İslam şeraiti Arapların anlayamadıkları bir şey olsaydı bu onlar için mucize olmaz bu durumda onlar aciz bırakılma kapsamından çıkarlardı. Zira onlar ��bu söz bizim anlayacağımız bir şey değil, kendi sözlerimizi anlıyorken bunu anlamıyoruz diyerek mazeret belirtirlerdi��87 sözleriyle peygamberlere verilen mucizelerin anlaşılabilir olması gerektiğini belirtmektedir. Kuran�ın mucize olarak gönderilmesi ve tehaddi ile onlardan benzerini getirmelerinin istenmesi de bu prensip gereğince, beşeri özellikler açısından onların gücünü aşan türden bir şey değildir. İlk muhatapların ��istersek biz de bunun bir benzerini söyleriz��88 sözleri de bunu göstermektedir. Sathi bir bakışla Kuran�ın ifadeleri ile şairlerin söylediği sözlerin benzer olduğunu zannetmişlerse de onların önde gelen edipleri ve şairleri Kuran�ın nazım anlam bütünlüğü arz eden üslubu karşısında bir benzerini getirmekte aciz düşmüşlerdir. Bu şairler genel olarak Kuran�da kullanılan edebi üsluba aşina oldukları halde bunların Kuran�da bir arada ve bir ahenk içinde kullanılmasından dolayı beğenilerini gizleyememiş ve benzerini getirmenin imkânsızlığını görmüşlerdir. Yani onların güç yetiremeyişlerinin nedeni, tamamen yabancı oldukları ve anlamadıkları, tarih üstü karakterde bir hitapla karşılaşmaları değildir. Nitekim rivayetlerde, o dönemdeki ediplerin, bu şaheserliğin farkına vararak, Kuran�ın ifadeleri karşısında kendilerini Kuran�ı dinlemekten alıkoyamadıkları,89 kimilerinin de Kuran�ın şaheserliği karşısında secdeye kapanıp, övündükleri şiirlerinin Kur�an karşısında değersizliğini görerek Kâbe duvarlarından indirdikleri90 anlatılmaktadır. bu ve benzeri olaylar, onların anlayamadıkları, değerlendiremedikleri bir şey ile değil bilakis anlayabildikleri bir sözün benzerini getirmekle karşı karşıya kalıp bunu yapamadıklarını destekleyen yaşanmış olaylardır. O halde anlayıp, kıymetini takdir edebildikleri halde Kuran�ın bir benzerini getirememeleri, vahyin hem tarihsel hem de aşkın olduğunu gösteren en önemli delilidir. Çünkü anlamaları ve edebi kıymetini takdir etmeleri Kuran�ın tarihselliğini, benzerini getiremeyişleri de aşkınlığını göstermektedir. Bu tespitlerden sonra şunu ifade edelim ki; biz Kuran�ın icazı konusunda bu çerçevede, yani o dönem muhatapları tarafından bilinenlerin, aşkın bir üslup ile dile getirilmesi yönüyle önem veriyoruz. Üslubunda sadece edebi anlatım, yani sanat için sanat değil, anlamın da gözetildiği, manaların en güzel şekilde üstün bir edebi anlayış ile aktarıldığı kabul edilen Kuran�ın icazı hakkında çalışma yapan ilim adamları, onun icazını, anlatım özellikleri (edebi icaz ), gaybi haberler (gaybi icaz), bilimsel konularda ters düşmemesi (ilmi icaz) ve emir ve nehiylerinin geçerliliği (hükmi icaz) olmak üzere muhtelif yönlerden ele alarak incelemişlerdir. Kuran�ın icazı ile ilgili eserler incelendiğinde daha açık bir şekilde görüleceği üzere Kuran�da öyle bir üslup kullanılmıştır ki, bir bedevinin bile anlayabileceği açıklığa sahip iken en edip şairler tarafından taklit edilememiştir. Kuran�ın üslubu, tam anlamıyla ancak geniş kapsamlı bir çalışma ile ortaya konulacağını düşünmekle beraber onun edebi icazını en genel hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz: 1- Araplar arasında mevcut üslupları kullanmakla beraber hiç birine tam olarak benzememektir. 2- Kelimelerin seçimi ve birbirleri ile olan münasebeti bir gayeye yönelik olup herhangi bir ayetten bir kelimeyi çıkarıp yerine başka bir kelime konulsa, o ahenk ve anlam bütünlüğü kaybolmaktadır. 3- İfadeleri, hem kolay anlaşılabilir bir yapı arz ederken hem de araştırıldıkça fark edilen bir derinliğe sahiptir. 4- Anlatımlarda yer zaman gibi ayrıntılara değil, mesajın anlaşılmasına önem verilmiştir. En güzel özellikleri bunlar olan Kuran�ın üslubundaki aşkınlığı, geleceğe dair verdiği gaybi haberlerden anlaşılmaktadır. Bu gaybi haberler arasında Kuran�ın kıssaları da zikredilmektedir. Ancak biz daha ziyade geleceğe dair ya da o anda insanların iç yüzünü bilmedikleri olaylar hakkındaki haberleri kastediyoruz. Mesela Kur�an, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bazı münafıkların iç yüzlerini açığa vurma suretiyle gaybdan haber vermiştir.91 Bunun yanında daha ileriye yönelik gerçekleşecek gaybi haberlerden de bahsetmiştir. Mesela Kur�an, o dönemlerde Bizanslılar, Sasaniler�e mağlup olunca, Bizanslıların bir daha toparlanabileceklerini kimse düşünmezken yakın bir zamanda Bizanslılardın Sasaniler�e üstün geleceğini bildirmiş ve ayetten yedi sene sonra bu galibiyet gerçekleşmiştir.92 Yine ilmi gelişmeler ve keşiflerle, Kuran�ın verileri arasında bir çelişkinin olmaması da ondaki aşkınlığı göstermektedir. Biz bunlar arasında ilmi gelişmelere dayalı olana dair misaller vererek, gerek kelimeleri seçişi, gerekse anlatım teknikleri itibariyle Kuran�ın hem indiği dönemde hem de daha sonraki dönemlerde anlaşılır oluşunu, yani aşkınlığını ele alacağız. Tarihsellik içindeki evrensellik olarak tanımladığımız, Kuran�ın bu üslubunu, gerek gelişimin daha net ve açık gözlemlenebildiği bilimsel gelişmelerle ilgili ayetlerde gerekse sosyal gelişmelerle ilgili ayetler hakkındaki araştırmalarda görebilmekteyiz. Ancak kanaatimizce teknolojik, bilimsel gelişmeler, beşeri alandaki gelişmelerden daha açık bir şekilde gözlemlenebildiği için Kuran�ın evrenselliği ile ilgili olarak daha ziyade bu tarz ayetler tercih edilmektedir. Hâlbuki beşeri alanda da aynı üslubun sergilendiğini söylemek hiç de zor değildir. İnsanın anne rahmindeki yaratılışını konu edinen ayetlere bakıldığında, Kuran�da anne rahmindeki yaratılışın birden fazla safhada gerçekleştiğinin belirtildiği ve bu safhalardan her birinin farklı kelimelerle ifade edildiği görülmektedir. İşte safhalardan birisini ifade etmek için kullanılan "alaka" kelimesinin semantik tahlili, embriyoloji ilminin verileri ile birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerin anlamı daha geniş bir şekilde anlaşılmaktadır. Buna göre diyebiliriz ki; hitabın kaynağı, zamandan ve mekândan münezzeh mutlak ilim sahibi olan Allah olduğu için Kur�an metninin tarihsel ortam ile olan ilişkisi, zaman ve mekândan soyutlanması mümkün olmayan tarihsellikle malul bir beşerin yazdığı metnin tarihsel ortam ile olan etkileşiminden farklı olmaktadır. Birisinde hitabın göndereni ve alıcısı da insan olduğu için iki taraflı bir tarihsel bağımlılıktan söz edilirken diğerinde sadece alıcısının tarihselliği söz konusudur. Bu nedenle hitabında alıcıları ve onların tarihselliklerini gözetmekle beraber geleceğe uygun olarak evrensel bir üslup sergilenmesi Allah için muhal değildir. Bu yaklaşım aynı zamanda çok temel bir kural olan hitabı oluşturanın özelliklerinin bir şekilde hitabına yansıması gerektiği prensibine de uygundur. Buna göre eğer tarihsellik ile zaman ve mekan bağımlılığını kastediyorsak ve İslami paradigma içinde kalacaksak, yani Kuran�ı zaman ve mekandan kayıtsız olarak Allah�ın gönderdiğini kabul ediyorsak, bu inancımızın gereği olarak Allah�ın insanlara ulaştırmak istediği evrensel mesajını ve Allah�ın aşkınlığının izlerini eserinde görmemiz gerekmeyecek midir? Kaynağı itibariyle ilahi olan bu hitap, ilk muhataplarına seslenmekle beraber üslubu ile de her dönemde anlaşılmaya müsait bir yapıda gönderilmiştir. O halde metnin her dönemde üslubuna uygun olarak doğru bir şekilde anlaşılması için hem filolojik çözümlemelerinin yapılmasına hem de tarihsel bağlamların kurulduğu bir tarihsel yoruma ihtiyaç vardır. Yani birinci adımda semantik tahlillerden faydalanabilirken ikinci adım, tarihsel yorum ve Allah�ın aşkınlığı çerçevesinde evrensel bir yorum ile gerçekleştirilebilir. Ayrıca şunu ifade edelim ki; vahiy gibi geçmişte yaşanan mucizeler de tarihsel oldukları için bu mucizeleri bu günün anlayışı, birikimi ve gelişmeleri ile değil gösterildikleri zamana göre anlamak gerekir. Aksi takdirde mesela Hz. İsa�nın bir abras= alaca hastasını iyileştirme mucizesi, bu hastalığın tıbbi gelişmeler neticesinde insanlar tarafından iyileştirilebildiği bir dönemde, Hz. İsa zamanındaki gibi harikulade bir olay olarak görülebilir mi? bu açıdan Kuran�ı da indiği dönem içinde değerlendirmek gerekir. Kuran�ın mucize oluşunu edebi zevkin zirvede olduğu bir dönem içinde değerlendirdiğimizde, yani tarihsel yorum ile yaklaştığımızda daha gerçekçi olarak kavrayabileceğimizi düşünmekteyiz. Zira bugün Arap şiirine karşı duyulan zevk ya da beceri ile o günkü şiir zevki arasında fark olmadığını söylemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Kur�an öncesi Arapça hakkında bilgi eksikliğimiz ve edebi zevki o dönem insanları kadar hissetmeyişimiz gibi nedenlerle Kuran�ın edebi mucizesini o günkü toplum kadar iyi idrak edebildiğimizi söyleyebilir miyiz? İ�cazu�l-Kur�an konusu bu şekilde ele alındığında vahiy-ortam ilişkisinin tarihsellik içinde bir aşkınlık olduğunu göstermektedir. Bu tanımlamamız, vahyin olayları ve ortamı gözettiği ancak nihai programın Allah�ın dilediği tarzda oluştuğu, yani vahyin yönlendirilemediği şeklindeki görüşümüzle de örtüşmektedir. D- Mekkî-Medenî Kuran�ın tek bir defada değil, 23 yıllık bir süreçte inmiş olması, ona dair oldukça önemli özelliklerin kavranmasını sağlamıştır. Bu süreç içinde farklı şekillerde inen ayetler, başta iniş mekânını esas alarak Mekkî-Medenî olmak üzere, hadari- seferi, leyli-nehari gibi tasniflere tabi tutulmuştur. Bu tasniflerden Mekkî-Medenî tasnifi daha fazla rağbet görmüştür. Ayetler arasında görülen tearuzların giderilmesine yönelik çalışmalardaki işlevselliği bu konuya ilgi gösterilmesine neden olmuştur. Mesela; mutlak-mukayyet mücmel-mübeyyen ve en önemlisi nesih konusundaki ayetlerin inişindeki öncelik ve sonralığın belirlenmesinde bu ayetlerin Mekkî ya da Medenî oluşunu bilmenin önemli bir rolü vardır. Mevcut Kur�an ilimleri literatüründe bu işlevi nedeniyle ilgi gören Mekkî-Medenî ayrımı hakkındaki çalışmalar, Kuran�ın oluşum sürecinde vahyin-ortam ile ilişkisi ve değişim hakkında da önemli bilgiler sunmaktadır. Böyle bir ayrımın yapılması, farklı dönemlerde inen vahyin farklı özelliklere sahip olduğu fikrinin kabul edildiğini göstermektedir. Mekkî-Medenî ayrımında mekân isimlerinin yer alması nedeniyle ilk bakışta bu ayrımda, mekânın esas alındığı zannedilse de, çoğunluk bu ayırımda hicreti esas almıştır. Hicretten önce inen ayetler Mekkî, hicretten sonra inenler Medenî olarak kabul edilmiştir. Bu durumda, Mekke�nin fethinden sonra Mekke�de inen ayetler yine Medenî olarak değerlendirilmiştir.93 Mesela; Hucurat suresi 13. ayeti, Mekke�nin fethinden sonra inmiş, yani mekân olarak Mekke�de indiği halde Medenî ayet olarak kabul edilmiştir. Bu hususa özellikle dikkat çekmek istedik. Zira söz konusu edilen bu iki grup ayet arasındaki konu ve üsluba dair farklılıklar, bu ayırıma göre coğrafi özelliklerden değil beşeri-toplumsal ortamın farklılaşmasından kaynaklanmaktadır. Toplumu oluşturan ırkî ve dinî gurupların yapısı, ekonomik ve siyasi ortam gibi pek çok tarihsel şart bu farklılıkların oluşumunda etkili olduğu gibi vahyin 23 yıllık oluşum sürecinin başlangıcının Mekke�de gelişiminin ise Medine �de olması da, yani nüzulün tedriciliği de bir etken olarak ayetlerin farklı özelliklerinin meydana gelmesine neden olmuştur. Bu konuyu biraz açmak gerekirse, mesela Mekke�de müşriklerle aynı ortamı paylaşan ve azınlık olan müminler, Medine�de Yahudi ve Hıristiyanlar ile bir arada yaşamışlardır. Yine Mekke�de dini ilk defa tanıyan bir muhatap kitle varken Medine�de bu dini yaşamaya başlayan, bu nedenle artık davranışlarını din çerçevesinde düzenleyen bir toplum vardır. Kısaca Mekke ile Medine dönemi arasında bu ve benzeri birçok siyasi, sosyal, iktisadi, psikolojik şartların belirlediği bir ortam değişikliği gerçekleşmiştir. Tabi ki; bu değişikliğin çok kapsamlı ve mutlak anlamda olmadığını söylemek gerekir. Ayrıca iki dönem arasında var olduğu görülen bu farklılık aniden ve kesin hatlarla bir değişim şeklinde değil, bir süreç içinde olmuştur. Hangi ayetin Mekkî ya da Medenî olduğuna dair en sağlam tespit, yaşayan kitlenin (sahabe) bilgisi ile elde edilebilmektedir. Sahabenin bu konuya ehemmiyet verdiği rivayetlerden anlaşılmaktadır. Mesela Abdullah İbn Mes�ud�un " Allah�ın kitabında hiçbir sure yoktur ki, nerede indiğini bilmeyeyim"94 ifadesi bunu göstermektedir. Buna göre muhteva açısından Mekkî surelerde inançla ilgili konuların ele alınıp, müşriklerle tartışıldığı ve sahih bir Allah tasavvuru yerleştirilmeye çalışıldığı görülür. Bu bağlamda geçmiş toplumların kıssaları anlatılarak bu mücadelenin diğer boyutu olan şeytan ve şeytani güçlere dair anlatımlara yer verilir. Medenî ayetlerde ise inanca dair konular daha detaylı ve uygulama ile ilintili olarak ele alınmakla beraber, kişinin Allah ve toplumla olan ilişkilerini düzenleyen, ibadet, muamelat gibi konular ele alınmış, yaşanan olaylarla bağlantılı olarak savaş ahkamı, ehl-i kitap ile ilişkiler vs. söz konusu edilmiştir.95 Daha önce de değindiğimiz gibi bu konular, kesin bir şekilde birbirinden ayrılmamaktadır. Sözgelimi ibadete dair hiçbir konunun Mekkî ayetlerde yer almadığı ya da Medenî ayetlerde inanç konularına hiç değinilmediği söylenemez. Mesela; Mümtehine suresi tümüyle Medine�de indirilen bir sure olduğu halde, muhtevasına bakıldığında Mekkelilere hitap ettiği görülmektedir. Bu nedenle ayırımda Medenî olmakla beraber, muhatapların Mekke ehli olması surenin yapısına yansımıştır.96 Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki konu farklılığının en genel hatlarıyla bu şekilde olduğunu belirttiğimiz iki grup ayet arasındaki bu farklılık, belagatın ve Kuran�ın icazının bir gereği olarak üsluba da yansımıştır. Kabul edilen bir prensiptir ki; hitabın üslubunu muhatabın durumu belirlediği gibi konunun da üslup üzerinde etkisi vardır. Mekkî ayetlerin muhatapları genel itibarıyla fesahat ehli olduğu için bu ayetlerde ifadelerin daha kısa ve özlü olduğu, kullanılan tabirlerin daha hararetli ve duygulu olduğu görülmektedir. yine Mekkî ayetlerde inanç bağlamında müşriklerin iddiaları, münakaşa tarzında ele alındığı için bu ayetlerde de buna uygun bir üslup kullanılmıştır. Mesela cümle içindeki kullanımına bağlı olarak (hayır öyle değil) ya da (gerçek şu ki;) gibi ifadelerle Türkçe�ye çevirebileceğimiz, içinde azarlama anlamı da barındıran "kel la" kelimesi sadece Mekkî ayetlerde kullanılmıştır. Mekkî ayetlerde muhataplar inatçı ve kaba oldukları için, onları tehdit edici ve davranışlarında ölçülü olmaya davet edici bir mana taşıyan bu kelimenin kullanılmasına gerek duyulurken müslümanların daha güçlü, muhatapların daha yumuşak bir karakterde olduğu Medenî surelerde ise böyle bir ifadeye gerek duyulmamıştır.97 Muhatabın değişmesinin vahyin üslubuna yansıdığını gösteren bir başka husus da hitaplardır. Mekke döneminde "Ey insanlar" şeklinde bir hitap tarzı tercih edilirken, Medine döneminde "Ey inananlar" ifadesi kullanılmıştır.98 Yine Mekkî surelerde yeminlerin daha fazla kullanılmış olması ve giderek yeminlerin azalmış olmasını da bu çerçevede, muhatabın zihni durumu ve beyan tarzı arasındaki ilişki ile açıklamak gerekir.99 Aynı şekilde muhatap ve konunun üsluba etkisini, Medenî ayetlerde yalın ve uzun bir anlatımın tercih edilmesi olarak görmek mümkündür. Medenî ayetlerde ahkamın fazlaca yer alması, muhatapların çoğunlukla dini kabul eden kimseler olması tabii olarak üsluba yansımış, ifadeler edebi anlatım yerine hukuk diline daha uygun olan yalın anlatıma dönüşmüş, kesik ve kısa cümleler yerine daha uzun ve detaylı anlatıma yer verilmiştir. Medenî ayetlerde, Mekke�de inen ayetlerde icmalen anlatılan dini hakikatlerin ayrıntılarına girilmiş, Mekke�de esasları belirtilen konular takviye edilmiştir.100 Muhataplar inananlar olduğu için hitap tarzı ve ikna usulü de değişmiştir. Mekke�de Müslümanları teselli eden üslup, Medine�de cesaretlendirme şeklini almıştır. İslam davetinin teşri� tarihini, tedrici bir şekilde olaylara hikmetle yaklaşımını tespit etmek, Mekke�de ve Medine�de yaşayanlarla nasıl bir ilişki kurduğunu kavramak, müminlere, müşriklere, ehl-i kitaba hitap tarzlarını belirlemek için önem verilen Mekkî Medenî ayetlere dair malumatlar101 tarihsel yorumun ehemmiyetini de göstermektedir. Çünkü bu yorum sayesinde geçmişte tarihin içinde oluşan ve olaylarla anlam kazanan bir metnin muhtelif pasajlarının iniş zamanları bilinecek, bu sayede tarihsel bağlamlar daha doğru kurularak, metnin anlamının geniş bir perspektifle ele alınması temin edilerek evrensel bir bakışa ulaşılacaktır. E- Emsalü�l-Kuran Atasözü anlamındaki meseller, genellikle bir toplumun kendi kültürü içinde yaşanmış bir olaya atfen ortaya çıkmıştır. Yaşanan olayın kendisi değil, olayı hatırlatan veciz bir sözün halk arasında yaygınlaşması ile oluşan atasözlerinin bu nedenle bir kültürel arka planı vardır. Söz konusu edilen atasözünün hangi olay üzerine söylendiğini bilmek mananın daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Mesela; Araplar arasında kullanılan "fi�s-sayfi dayyaati�l-leben yada es-sayfe dayyaati�l-leben" "sütü yazın kaybettin" sözü her şeyi elinden kaçırıp da sonra onun peşinden koşan kişi için kullanılmaktadır. Bu atasözünün arka planında yaşanan olay ise kısaca şöyledir: Bir kız, kendisinden çok yaşlı varlıklı birisiyle evlenmiş, fakat bazı nedenlerden dolayı kısa bir müddet sonra bir yaz günü kocasından ayrılmıştır. Daha sonra yakışıklı genç birisiyle evlenen bu kadın, kıtlık zamanında ayrıldığı ihtiyar kocasına giderek ondan sütlü bir koyun isteyince zengin ihtiyar: ��Sütü yazın kaybettin�� cevabını vermiştir.102 Bu tarz mesellerin (atasözlerinin), kullanıldıkları kültür ortamı ile çok sıkı bir ilişkisi vardır. Bu nedenle kimi zaman bu sözler başka bir kültür ortamına tercüme yoluyla aktarıldığında aynı anlamı ifade etmemektedir. Bu özelliği nedeniyle mesellerin anlamı, oluştuğu ortam ile aralarındaki tarihsel bağlamın kurulması ile elde edilmektedir ki; bu durum mesellerin tarihsel olduğunu göstermektedir. Meselin diğer tarzında da benzer ilişkiyi görmek mümkündür. Teşbih-i temsili ya da istiare-i temsiliyye anlamında temsil getirme, bir olayın benzetme yapılarak anlatılmasından ibarettir.103 Benzetmeye dayalı olarak yapılan bu tarz temsilde de, anlatılan olayın anlatıldığı dönemdeki muhataplar tarafından bilinen ve anlaşılabilen şeyler olması gerekmektedir. Zira temsilde maksat, soyut manaları somutlaştırarak, mevzuyu daha anlaşılabilir hale getirmek olduğu için, meseller hayatın içinde cereyan eden tekerrürü mümkün hadiselerle yapılmalıdır.104 Burada asıl olan, tıpkı teşbihteki gibi, benzetilenin benzeyenden daha açık ve bilinebilir olmasıdır.105 Toplum ve kültür ile böylesi bir ilişki ve etkileşim içinde olan mesellerin her iki çeşidi de Kuran�da kullanılmıştır. Kimi zaman kısa ve veciz sözler temsil olarak kullanılırken çoğunlukla da ya açıkça mesel kelimesi zikredilerek ��bunun örneği şudur�� tarzı bir ifade ile ya da mesel kelimesi kullanılmadan, bir olay, ayetin siyak ve sibakı ile ilgili bir bağlamda benzetme yapılarak örnek olarak verilmiştir. Birinci tarz atasözü şeklindeki mesellerde, Kuran�ın indiği dönemdeki Araplar arasında kullanılan atasözlerine atıfta bulunduğu görülmektedir. Mesela; Nahl 16/92�de ��Ve ipliği ile örgü ördükten sonra sökmeye çalışan kadın gibi olmayın�� ifadesi ile yeminini bozan kimsenin durumu anlatılmak istenmiştir. Ayette geçen ve metinde bir kadın olduğu anlaşılan bu kişinin davranışı, Araplar tarafından "boşuna çalışan kimseler için" kullanılan "Harka bir yün buldu" deyimini hatırlatmaktadır. Ayetteki tarihsel bir öğe olan "ve ipliği ile örgü ördükten sonra sökmeye çalışan kadın" ifadesi, bu meselenin tarihsel arka planının anlaşılması ile daha canlı hale gelmektedir. Rivayetlere göre, bu ayette bahsedilen olay Kureyş kabilesinden Rabta binti Sa�d et-Teymi�nin sabahtan akşama kadar bulduğu yünü eğirmesi ve sonra da geri bozması ile ilgilidir. Onun yaptığı bu iş, daha sonra Araplar arasında, anlamsız iş yapmayı ifade etmek için kullanılan bir atasözü olmuştur.106 Araplar arasında kullanılan atasözlerine atıfta bulunan ayetlere nispetle Kuran�da teşbih-i temsili tarzında mesellere daha çok yer verildiği görülmektedir. Bir olayın benzetme yapılarak anlatımı olan bu tarz temsillerde kullanılan nesneler, kurguda yer alan unsurlar incelendiğinde, Kuran�ın indiği dönemin, sosyal yapısı, coğrafi şartları gibi o günkü toplumu yansıtan öğeler olduğu görülecektir. Mesela; inanmayanların "Allah�ı bırakıp da, göklerden ve yerlerden kendilerine verecek hiçbir rızka sahip olmayan ve olma ihtimali bulunmayan şeylere tapmalarının" konu edindiği bir bağlamda, iki mesel verilmiştir. Bunlardan birincisinde "Allah şu misali getirdi: Bir yanda hiçbir şeye gücü yetmeyen başkasına bağımlı bir köle, diğer yanda tarafımızdan güzel bir rızk verdiğimiz, ondan gizli, açık olarak harcayabilen bir insan, bunlar hiç eşit olur mu?"107 ayetinde hiçbir şeye sahip olmayan kişiyi ifade için "köle"nin seçilmesi, o güne gidilerek anlaşılmaya çalışıldığında, kendi başına bir şey yapma yetkisine sahip olmamayı en iyi ifade eden kişinin köle olduğu, bu nedenle de Kuran�ın böyle bir benzetme yapmayı tercih ettiği görülür. O gün köle ile yapılan benzetme bugün farklı kültürlerde farklı kişiler tarafından daha başka şeylere benzetilerek yapılabilir. Ancak, hangi dönemde hangi kültürde olursa olsun metnin tarihsel bağlamı kurulduğunda bu temsildeki anlam canlı bir şekilde bugün ortaya çıkacaktır. Be nedenle meseller metinlerdeki en temel kültür öğeleridir. Bölgenin sosyal ve coğrafi özelliklerine uygun temsillerin yapılmasının yanında hakkın daimliği ile batılın geçiciliğinin örneklendiği bir bağlamda ��Gökten bir su indirdi de vadiler kendi hacimlerine aktılar; sel ise yüzeydeki çeri çöpü yüklenip götürdü. Tıpkı süs eşyası ya da bir alet yapmak için ateşte eritilen madenlerin üstünde oluşan köpüklü tortular gibi. İşte Allah, hak ile batıla böyle bir misal veriyor. Çer çöp, köpük yok olup gider, insanlara faydalı olanlar ise yeryüzünde sapasağlam kalır���108 ayetindeki �� süs eşyası ya da bir alet yapmak için ateşte eritilen madenlerin üstünde oluşan köpüklü tortular�� ifadesi o günkü yaşantının ve alet yapımının mesellere yansıdığını göstermektedir. Detaylarına giremediğimiz bu misaller incelendiğinde, mesellerde, o günkü yaşantıdan alıntılar olduğu, yani ilk muhatapların bildikleri, gördükleri şeylerin daha öz bir ifade ile kendi hayatlarından kesitlerin misal olarak verildiği görülecektir.109 Kuran�da yer alan mesellerde indiği dönem muhatapları tarafından bilinen unsurların kullanılması, vahyin tarihsel ortam ile olan ilişkisini göstermektedir. Kuran�da yer alan mesellerin çoğunlukla sade ve doğal hayattan seçilen kesitler olması, insanın fıtri yönüne hitap etmeyi sağlamış, her dönemde insanlar tarafından yorumlanabilmesini sağlamıştır. Bir insanın bağının, bahçesinin olması, rüzgar v.s.�nin onları yok etmesi, ticarette bazı kazançlar elde etmesi, uygun bir davranışla bunun sümbüller gibi çoğalıp artacağı, verimli toprak ve verimsiz toprağın farklı oluşu gibi sahneler, yeryüzünde yaşayan insanların gözleri önünde cereyan eden olaylardır. Teknolojiye dayalı örnekler eskiyebilirken bu tarz örnekler her dönemde anlaşılabilir canlılığa ve tazeliğe sahiptir. Bununla birlikte verilen örneklerin verildiği andaki toplum için nasıl bir mana ifade ettiğini tespit etmek anlamın daha da gerçekçi ve tüm yönleriyle kavranmasını sağlamaktadır. Mesela; gururlanacak kadar bir zenginliğe sahip olmanın, ��Onlardan birine her türlü üzümün olduğu iki bağ vermişiz, bu bağların etrafını hurmalıkla çevirmişiz. Ayrıca iki bağın arasına da bir ekinlik yerleştirmişiz. İki bağın ikisi de yemişlerini vermişler hiçbir eksiklik olmamıştır. İkisinin ortasından bir de nehir akıtmışız�110 şeklinde tasvir edilmesi, coğrafi ve ekonomik şartlar düşünüldüğünde, bugün için ülkenin en büyük şirketlerinden birine sahip olan kişinin tasviri gibidir. Şimdiye kadar ele aldığımız bütün konularda, vahyin ilk dönem muhatapları tarafından anlaşılabilir olmasını sağlayacak bir oluşumla gönderildiğini, bu nedenle tarihsel ortamı gözettiğini, öncelikle ilk muhatapların duygu, düşünce ve hayat ortamını dikkate alarak hitap ettiğini örneklerle ele aldık. Bu çerçevedeki incelemelerimiz, bize vahyin tarihsel bir karakter taşıdığını, yani tarihin içinde oluştuğunu gösterdi. Fakat biz Allah�ın evrensel bir mesaj olarak indirdiği Kuran�ı, o zamanı anlayarak, misallerin isimleri değişik olsa da bu günün insanının karşı karşıya kaldığı misallerle aynı olduğunu düşündüğümüzü belirtmek istiyoruz. Tarihsel bağlamın ve evrensel mesajın en güzel örnekleri olan bu olaylara dair rivayetler nüzul sebepleri olarak isimlendirilmektedir. Şimdi konumuz açısından oldukça önemli olan bu konuyu ele alacağız. F- Nüzul Sebepleri Kur�an Hz. Peygamber�e yaklaşık 23 yılda indirilmiştir. İnişi uzun bir sürece yayılan Kur�an, indiği ortamda yaşanan olaylarla karşılıklı bir iletişim içinde olmuştur. Bir kısım ayetler, bazen toplumdan Hz.Peygamber�e gelen talebeye cevap olarak, bazen de bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)�in ya da o dönem toplumunun başına gelen bir hadisenin ardından indirilmiştir. Tanımlamak gerekirse nüzul sebebi: ��Nüzul ortamında meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber (s.a.v.)�e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin, hadiseyi, soruyu kapsayan nitelik ve özellikleri içermek, cevap vermek veya hükmünü açıklamak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hadiseye denmektedir.��111 Kur�an ayetlerinin bir kısmının iniş ortamını resmeden bu tür nüzul sebeplerine sahip olması, Kur�an�ın soyut bir düşünce veya düşünme biçimi değil, yaşanmış, yaşanabilir ve yaşanacak bir hakikat ve hüküm kitabı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Kur�an�ın oluşumu esnasında yaşanan olaylara dair bu bilgiler, Kur�an�a hem ilk muhataplar hem de her dönem okuyucusu tarafından anlaşılma imkânı sağlamaktadır. Bu ilim çerçevesinde yapılan çalışmalarda birbirinden oldukça farklı değerlendirmelere rastlanmaktadır. Bir tarafta Hasan Hanefi gibi, ayetlerin inişi esnasında yaşanan olayları, o ayetin inişini gerektiren zorunlu bir sebep olarak algılayanlar varken diğer yanda buradaki sebep kelimesinin, zorunluluk anlamı taşıdığını, sadece inişi tasvir eden olaylar olduğunu ileri sürenler olmuştur. Ayrıca bazıları tarafından açıkça olmasa da, her ayetin bir nüzul sebebi olduğu ya da harici bir neden olmadan inen ayetlerin sayısının az olduğu ifade edilmiştir.112 Sağlıklı bir anlayışa ulaşmak için bu farklı görüşlerin, mevcut nüzul sebepleri malzemeleri çerçevesinde vakıa ile olan mutabakatları açısından değerlendirilmeleri gerekmektedir. Çalışmamızın bu kısmında, tarihselcilik ve evrensellik çerçevesinde nüzul sebeplerini, Kur�an�ın oluşumu ve Kur�an�ın anlaşılması açılarından ele alacağız. Önce Kur�an�ın tarihselciliği bağlamında, nass-tarihsel ortam ilişkisi yönüyle Kur�an�ın indiği dönemdeki olayların, Kur'an'ın oluşumunu ne denli etkilediğini araştıracak, sonra da nüzul sebeplerinin evrensel yorumla olan ilişkisini inceleyeceğiz. Önce Kur�an�ı tarihselciliği, yani oluşumu açısından ele alalım. Özelde nüzul sebeplerinin varlığı genelde Kur�an�ın muhtevası, Kur�an�ın ilk dönem muhataplarından, onların yaşantılarından kopuk tarih dışı bir kitap olmadığını göstermektedir. Kur�an ayetleri ile o günkü toplum arasında Kur�an�ın anlaşılabilmesini sağlayacak ilişkiler sürekli var olmuştur. Bu ilişki sayesinde Kur�an ilk muhataplar tarafından anlaşılmış, yaşanmış, bunun neticesinde Kur�an, indiği toplumda bir değişim meydana getirmiştir. Kur�an ile indiği ortam arasındaki bu ilişki, kimi zaman yaşanan bir olay üzerine ayetin gelmesi tarzında kurulurken (nüzul sebepleri), çoğu zaman da böyle bir sebep olmaksızın, onların gerek Allah ile gerekse toplum içindeki ilişkilerini konu edinen ayetlerin gelmesi ile kurulmuştur. Bu nedenle herhangi bir hadise ya da soru sonrasında gelmeyen ayetlerde vardır. İlk muhatap toplum ile Kur�an arasındaki ilişkinin boyutunu bu dengede anlamayanlar, Kur�an�ın oluşumunun tamamen olgusal ve tarihsel olduğunu iddia ederek hemen her ayetin bir nüzul sebebi bulunması gerektiğini düşünmüşlerdir. Hâlbuki bu gerekli olmadığı gibi, mevcut nüzul sebepleri literatürü de ayetlerin inişini anlatan haberlerin bu denli çok olmadığını göstermektedir. Çünkü Kur�an ilk dönem muhataplarına yaşadıkları ortamda hitap ederken herhangi bir ayetin gelmesi için yaşanacak bir olayı beklememiş, Allah�ın mutlaka inecek ayete uygun bir olayı yaratması gibi bir gereklilik söz konusu olmamıştır. Ayrıca Kur�an ile tarihsel ortam arasındaki ilişki daima bir nüzul sebebi bağlamında oluşmuş olsaydı Kur�an�ın, bir tarih kitabı gibi tümüyle o dönemi anlatması gerekirdi ki, Kur�an�ın bütününe bakıldığında bunu doğrulamanın imkânsız olduğu görülmektedir. Zira Kur�an, ibadet gibi müteal olan emirler ve ahiret ahvali gibi metafizik konulardan da bahsetmiştir. O dönem insanının, gelmeden önce hakkında bir şey bilmediği, başta ibadetler olmak üzere bu tarzdaki bir kısım konuların Kur�an�daki varlığı, olgunun vahyi değil, vahyin olguları yarattığının bir delilidir. Görüldüğü gibi tarihsel ortam-nass ilişkisi, hassas bir denge ile ele alınması gereken bir konudur. Bize göre mevcut durumdan kopuk olmayan Kur�an, ilk dönem muhataplarına yaşadıkları ortamda hitap eden bir kitaptır. Be nedenle gerek spesifik bir olay ya da soru üzerine gelen ayetlerin, gerekse diğer ayetlerin, bu toplumla tarihsel bir bağlam ilişkisi vardır. Ancak, Kur�an bir yandan onların bu anlayış dünyasını gözetirken diğer yandan da her dönemde anlaşılabilmesini sağlayacak bir anlatım üslubu ile indirilmiştir. Nüzul sebeplerine evrensellik açısından baktığımızda Kur�an ile o dönem olayları arasındaki ilişki, nedensellik şeklinde olmamıştır. Yani olgu ya da olay, yönlendiren ya da etkileyen, vahiy ya da etkilenen bir diğer ifade ile tabi olan konumda değildir. Şayet böyle olmuş olsaydı, Kur�an�ın bütün isteklere istendiği şekilde cevap & amp; nbsp; vermiş olması gerekirdi. Hâlbuki vakıa böyle değildir. Mesela; muhtelif zamanlarda meydana gelen bazı olaylardan dolayı Peygamberimizden isteklerde bulunulmuş, ancak vahiy onların beklediği anda onların isteklerine, istedikleri şekilde cevap vermemiştir. Netice olarak Kur�an, indiği ortamda meydana gelen hadiseleri sürekli gözetmiş, dikkate almış, ancak mutlak anlamda her zaman o dönemdeki herhangi bir istek ve olay Kur�an�ın iniş zamanını ve şeklini tayin etme durumunda olmamıştır. Yani nüzul sebepleri, belirleyici ve zorlayıcı anlamda bir sebep olmayıp, ancak vahyin planına uygun olaylar ile vahyin inişinin birbiri ile eş zamanlı olmasından ibarettir. Ayetlerde sebep sonuç ilişkisini savunanların yaptıkları diğer bir hata da nüzul sebeplerinin miktarıdır. Onlara göre neredeyse Kur�an�ın her bir ayetinin bir nüzul sebebi vardır. Hâlbuki hakikat böyle değildir. Elimizdeki nüzul sebeplerine dair rivayetler bir olay ya da bir soru üzerine inen ayetlerin genele, yani böyle bir olaya bağlı olmaksızın inen ayetlere nispetle daha az olduğunu göstermektedir. Yani ayetlerin büyük bir kısmı, herhangi bir olay olmadan nazil olmuştur.113 Bu da ayetlerin her zaman olaylar tarafından tayin edilmediği anlamına gelmektedir ki bu durum, vahyin mevcut durum karşısındaki evrensel konumunu ifade etmesi açısından oldukça önemlidir.114 Tarihsel ortam-evrensellik ilişkisini ifade eden nüzul sebeplerine dair rivayetlerin kaynağı, ilk dönem muhatapları (sahabe)�dır.115 Gerek vahyin öncelikle onların anlayışına sunulması gerekse vahiy ortamını bizzat yaşamaları sebebiyle Kur�an yorumunda, rivayetlerine önem verilen ashap116 bu konuda bazen doğrudan ��şöyle bir olay oldu, ardından da falan ayet indi�� demelerinin yanında, bazen bir ayetin doğrudan nüzulu ile ilgili olmayan geçmişte yaşanmış bir olay ile ayet arasında zihinlerinde bir ilişki kurarak bu olayı nüzul sebebi gibi anlatmışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur�an�ın bir defada değil, bir süreç içinde peyderpey inmesi, onun, indiği dönemin olguları ile ilişki içinde oluşmasını temin etmiştir. Bu durum, Kur�an�ın her zaman bu ilişkileri kurabilecek bir yöntem sayesinde anlaşılabilme imkânını sağlamış, tarihsel verilerin içindeki prensiplerin, evrensel olarak uygulanabilmesini temin etmiştir. Nüzul sebeplerinin ilk dönemlerden itibaren usulde kullanılması ve bu arada ortaya konan ��sebebin hususiliğine değil, mananın umumiyetine itibar olunur�� prensibi, evrensel yoruma oldukça yakın bir anlama yeteneğinin İslam dünyasında varlığını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Nüzul sebepleri konusunu ele alırken vakıadan uzak bazı düşüncelerle Kur�an�ın tarihsel ortam ile bağımlı olduğunu ileri sürmek de yanlıştır. Fakat vahiy her zaman indiği ortamı gözetmiş, ancak hiçbir zaman bu ortamın ya da bir olgunun etkisi altında yönlendirilmemiştir. Ancak usul literatüründeki uygulamada, ��hususilik�� ile ayetin herhangi bir kişi hakkında inmesi, Mesela: Mülâane olayı ile ilgili ��Kendi hanımlarına zina suçu atıp da kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimselerden her biri kendilerinin doğru söylediklerine dair dört defa Allah�a yemin ederek şahitlik etmelidir. Beşinci defa eğer yalan söyleyenlerden iseler Allah�ın lanetinin kendi üzerlerinde olmasını ifade etsinler��117 ayetinin Hilal b. Ümeyye hakkında indiği ancak hükmün sadece ona ait olmadığı bu davranışta bulunan herkesi kapsadığı söylenmiştir.118 Bu açıdan baktığımızda Kur�an ayetlerinin iniş sebepleri, oldukça önemli bir malzemedir. Ayetin oluştuğu bireyselliğe dair bilgi veren bu nüzul sebepleri ancak bunun o toplumda ne anlama geldiğini tespitle anlaşılabilmektedir. Bu amaçla, nüzul sebeplerinden tikel olaylardan tümel sonuçlar çıkarmak mümkün olmaktadır. Mesela; ��Onlar sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir. İyilik evlere arkalarından girmeniz değil gerçek iyilik Allah�tan hakkıyla sakınmaktır. O halde evlere kapılarından girin�.��119 Ayetinin ikinci kısmında yer alan ��eve arkadan girme�� ifadesi o gün yaşananlara müracaat ettiğimizde, ayetin bir kısmının, rivayetlerde bazı farklılıklar olsa da, Arapların ihramlı iken ya da seferden dönerken evlerine kapılarından girmeme âdetiyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir gün bu âdete uyması gereken bir kişinin kapıyı kullanması üzerine toplum tarafından kınanması üzerine bu ayet inmiştir. Nüzul sebebinden o günkü toplumun bu âdeti, bir iyilik yani kendisinden hayır beklenen güzel bir davranış olarak benimsediği anlaşılmaktadır. Bu bilgilerle ayete döndüğümüzde Kuranın bu davranışı onaylamadığı ve bu davranışın bir iyilik olmadığını belirttiğini görmekteyiz. Bu bilgilerden sonra ayeti nasıl anlamamız gerektiği sorusu ile karşı karşıya geliriz. Zira bu olayı, tarihi bir bakış açısıyla düşündüğümüzde o dönemde yaşanmış ve bitmiştir. Artık bugün gerek kültür farklılığı gerekse zamanın değişmesi gibi nedenlerden dolayı bu olayın aynen bir daha tekrar etmesi mümkün değildir. O halde bu ayet bugün yaşayan muhatabına ne demektedir. Yapmamız gereken şey önce elde ettiğimiz bilgilerle o ortamı anlamaya çalışmaktır. İlk, tespitimiz, o ortamda Arapların kendilerine eziyet vererek yaptıkları bu davranışın herhangi bir dini temele dayanmadığı için Ku�an�ın da bu tarz bir iyilik anlayışını geçersiz saydığıdır. Bu tespitimizin doğruluğunu Araplar arasında bu tür davranışların olduğunu gösteren benzer ayetlerle de teyit edebiliriz.120 Elde ettiğimiz bu anlamı, bugüne taşıyarak, din adına uydurulmuş benzer hurafelerin Kur�an tarafından onaylanmadığını söyleyebiliriz.. Görüldüğü gibi ayetin nüzul sebebinin olması, kısmi de olsa bize bu ayeti, tarihsel yorum ile ele alıp evrenselliğe taşıma imkânı sağlamaktadır. Kur�an ilimleri ile ilgili bu kısmı genel olarak değerlendirmek gerekirse, vahyin o zamanki ortamı göz ardı etmeyip önemsediğini, bu nedenle kimi ayetlerin durum ile eş zamanlı olarak gönderildiğini, yaşayan kitle ile vahiy arasında bir diyalogun bulunduğunu, sorulan sorularına cevap alabildiklerini, ancak her soruya istendiği şekilde mutlak cevap verilmediğini, bu konuda ilk muhataplara nasıl diyaloga geçmeleri gerektiğinin öğretildiğini tespit ettik. Ortamdaki değişmelerin vahyi etkilediğini, bu nedenle tıpkı daha önceki şeriatların gönderilmesinde uygulanan tedriciliğin Kur�an vahyinin inişinde de uygulandığını gördük. Bu değişimin bir yansıması olarak Mekkî ve Medenî ayetler arasında gerek konu gerekse üslup açısından farklılıklar oluştuğunu örnekleriyle ele aldık. Buna göre Kur�an, indiği ortamı gözeten, ilk muhatapları tarafından anlaşılan bir üslup ile onlara hitap etmiştir. Ortam ile vahyin arasında açıkça görülen bu birliktelikte ortam dikkate alınmış, ancak mutlak ilim sahibi olan Allah�tan gelen vahiy bu ortamın bir mahkûmu olmamıştır. Kuran�ın kendine has üslubu ve oluşum tarzı, bu üslubun ve oluşumun farkında olan sonraki muhataplarınca, evrensel bağlamların kurulması ve üslubun incelenmesi ile her dönemde anlaşılabilir bir özellik kazanmıştır.
İKİNCİ BÖLÜM
DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR�AN AYETLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN)
Bilindiği gibi dil gerek kelimelerin vaz�ı gerekse mantık örgüsü açısından tarihseldir. Oluşum yönünden tarihsel olan dil, tarih içinde bir organizma gibi değişir ve gelişir, bunun neticesinde her dönemin kendisine mahsus bir dil yapısı oluşur. Bu nedenle herhangi bir döneme ait dil içinde yer alan bazı kelimeleri özellikle deyimleri ve edebi sanatları anlamak için o dilin dönemini, sözün söylendiği ortamı bilmek gerekir. İşte bu tür öğelerin varlığı o sözün unsurlarını ihtiva eder ve tarih içinde organizmasını tamamlayan şer�i dil evrensel bir boyut kazanarak ortak bir lisan haline gelir. İkinci bölüm olarak çalışacağımız bu aşama ayetlerdeki bu unsurların bazısını tespit etmeye çalışmaktır. Sözgelimi ayet Kur�an�ın indiği dönemin sosyal yapısı ile ilgili ise buna yönelik kaynakların, inançlar ile ilgili ise o dönem inançlarını ihtiva eden kaynakların verilerine müracaat edilecektir. Mesela, ele alınan bir ayette, indiği dönemde var olan inanç söz konusu ediliyorsa, öncelikle bu inancın ne olduğu ve o gün bu inanç ile ne kastedildiği ile ilgili olarak Arap şiiri, tarihi kaynaklar vs.ye başvurularak onlardan yardım alınarak ayet bu çerçevede anlaşılmaya çalışılarak bu güne ulaşılacaktır. Şayet ele alınan ayette indiği toplumun barınma şartları ile ilgili bir unsur varsa yine bu şartları açıklığa kavuşturacak tarihi, arkeolojik vs.nin verilerine dayanarak bir bağlantı kurulacak ve ayetin anlamı evrensel bir yorumla insanlığın hizmetine sunulacaktır. Allah, Kur�an vasıtasıyla ilahi mesajlarını, topluma belirli bir zaman ve mekânda beşeri imkânları gözeterek anlaşılabilir bir dil ile aktarmıştır. Zengin bir anlatım çeşitliliğine sahip olan Kur�an�da, yalın ve estetik anlatımlara yer verilmiş, mesajlar kimi zaman doğrudan, kimi zaman Kur�an�ın indiği dönemde yaşanan bir olay örnekliğinde nakledilmiştir. Kur�an ayetlerinde bazen ilk muhatapların sahip oldukları inanç, gelenek görenek gibi yerel unsurlar kullanılmış, bazen de bunlardan soyutlanmış yalın ifadeler tercih edilmiştir. A. İnançların Anlatılması Nedeniyle Kur�an Ayetlerinin Değerlendirilmesi Kur�an�ın temel konularından en önemlisi Allah inancını yerleştirip, bunun karşısındaki diğer inançların geçersizliğini ortaya koymaktır. Özellikle Mekke dönemindeki ayetlerin ağırlıklı konusu budur. İndiği toplumun puta tapıcılığının yanlışlığını ortaya koyan Kur�an, bu esnada o toplumun inançların dan da bahsetmiştir. Kur�an�ın üslubu gereği ayrıntılarına girilmeyen bu ayetlerin anlamını tam olarak kavramak için bu dönem inançlarını bilmek gerekmektedir. Mesela; ��Allah ne bahire, ne saibe, ne vasile ne de ham�ı meşru kılmıştır. Buna mukabil inkarcılar, bu konuda Allah�a iftira ediyorlar. Onların çoğu akletmezler.��121 Bu ayette yer alan bahire, ��saibe, vasile, ham�� kelimeleriyle neyin kastedildiği bilinmeden ayetin manası açığa çıkmamaktadır. En genel manada geçmişten gelen122 yanlış inanışların onaylanmadığını belirten bu ayeti anlamak için Kur�an�ın indiği dönemde neyin kastedildiğinin bilinmesi gerekmektedir. Kur�an�ın indiği dönemde var olan cahilliye dönemine ait bir inancı temsil ettikleri için bu dönem inançlarına dair verilere ihtiyaç duyulmaktadır. Ayetin ikinci kısmında yer alan ��İnkarcıların Allah adına yalan uydurup iftira attıkları�� ifadesi de bu tür inançların asılsız bir şekilde Allah�a izafe edildiğini belirtmektedir. Böyle bir olayın olup olmadığını tarihi verilere bakarak araştırdığımızda Hz. İsmail�den gelen dini değiştiren ilk kişi olan Amr İbn Luhay el-Huzai�nin Mekke�ye melik olunca putlar yaptırdığı bahire, saibe, vasile ham inancını da bu kişinin icat ettiğini tespit etmekteyiz. İbn Abbas ��Yalan olarak bu inancı Allah�a isnad eden inkarcılar��� sözü ile Amr İbn Luhay ve arkadaşlarını kastettiğini zira onların ��bu hayvanları Allah haram kıldı ��diye iftira ettiklerini söylemektedir. Bu belirlemelerden sonra diyebiliriz ki, bu ayette toplumun ileri gelenlerinden bir kısım kimseler hakkında ilahi bir bilgi olmadığı halde çeşitli amaçlara yönelik olarak dini inanç ihdas ettikleri ve bunları rağbet görmesi için Allah�a isnat ettikleri anlaşılmaktadır. Bu bütünlük ile baktığımızda cahilliye döneminde bir Allah inancının olduğunu ve önde gelen bazı kimselerin bunu istismar ederek çeşitli inançları Allah�a izafe ettiklerini görmekteyiz. Akletmeyen insanların da bu inançlara aldandıkları anlatılmaktadır.123 Araplarda bu tür inançların olduğu, benzer şekilde En�am suresinde de konu edinilmiştir. Kendi döneminde ve metin bütünlüğünde böyle bir anlamı taşıyan bu ayet literal bir şekilde okunduğunda sadece bu inançların, yani söz konusu hayvana ait inançların kaldırıldığı söylenebilir. Buna göre ayetin anlamı o günkü toplum için geçerli olmakta ve vahiy indiği dönemde var olan bu inançları ortadan kaldırmaktadır. Aynı inançlar tekrar ettiğinde ayet yeniden işlerlik kazanacaktır. Ya da ayet ancak bu tarz inançların var olduğu mesela hint inanışlarında bazı hayvanların kutsanması gibi toplumlar için bir anlam ifade edecektir. Bizim toplumumuzda yer alan bir kişinin bu ayeti anlaması ile Budistlerin bu ayeti algılamaları arasında fark vardır. Hayvanlarla ilgili bir hurafeye sahip olmayan bir toplumda yaşayan bir kimse ise bu ayeti daha farklı anlayacaktır. Bu örnekte görüldüğü gibi Kur�an başta inançlar olmak üzere muhtelif konularda cahilliye dönemine atıflarda bulunmaktadır. Bu nedenle söz konusu ayetlerin anlaşılması için tarihsel bağlamı kurarak anlamın kavranması ve günümüze taşınması gerekmektedir. B- Geleneklerin Anlatılması Nedeniyle Kur�an Ayetlerinin Değerlendirilmesi Bir arada yaşamanın gereği olarak toplumların içine yayılan bir takım kabuller nesillerden nesillere aktartılarak devam etmiştir. Kur�an, indiği toplumda yaşayan bu tür gelenekleri yansıtmıştır. İbrahim�i din anlayışının kalıntıları ile bedevi hayat anlayışının bir karışımı olan bu geleneklerin bir kısmı Kur�an tarafından onaylanmıştır. Fıkıh kitaplarında ��şer u men kablena�� olarak ele alınan bu konuları Kur�an, genellikle ��la cünahe�� gibi ifadeler ile ele almıştır. Buna mukabil bir kısmını da reddetmiş ya da düzenlemiştir. Her iki şekilde de bu hususların yer aldığı Kur�an ayetlerinin anlaşılması bu geleneklerin ne olduğunun bilinmesi ile ortaya çıkmaktadır. Ziharı konu edinen ayet bu tür bir yorumu içermektedir. Zıhar Ayetlerinin Değerlendirmesi Araplar arasında kişinin hanımı için kullandığı bir tabirden muktebes olan zıhar kelimesi ile bu dönemde var olan boşanma ile ilgili bir anlayış ele alınmaktadır. Bu konu Kur�an�da iki yerde geçmektedir.124 O dönemde yaşanan ve Mücadele suresine de ismini veren bu olay bu surenin ilk dört ayetinde konu edinilmiştir. ��Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir. İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Buna imkân) bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.��125 Zıhar cahilliye döneminde kabul gören bir tür boşama şeklidir. Buna göre bir kişi karısını, ��sen bana anamın sırtı gibisin�� deyip126 karısını bakılması haram olan arkası ve karnı gibi bir uzvuna benzetmesi127 sonucunda karısını boşamış sayılmakta artık ebedi olarak karısına dönememekteydi. Yani boşadığı hanım tıpkı soy, emzirme, hısımlık suretiyle evlenilmesi ebediyen haram olan bir kadın gibi olmaktaydı. Yukarıdaki ayetlerde bu konu ele alınmış ve cahilliye dönemindeki bu ayet kaldırılarak zıhar yapanlara kefaret ödemekle hanımlarına dönebilecekleri bu sözü söylemekle hanımının kendi annesi gibi olmayacağı belirtilmiştir.128 Böyle bir arka plana sahip olan zıharın Kur�an�da yer aldığı bu ayetlerin içeriğinden anlaşılacağı üzere bu ayetler, yaşanan bir olayı anlatmaktadır. Ayet, aslı olmayan, yani vahye dayanmayan hiçbir inancın dinen bir geçerliliği olmadığını o ortamdaki bir örnekle ortaya koymaktadır. Ancak bu âdeti hüküm olarak geçersiz kılmakla beraber uygulamaya devam edenlerin tekrar hanımlarına dönebilmelerini kefarete bağlamıştır. Bu husus dikkat çekicidir. Zira madem zıhar yapmakla kimsenin hanımı ananesi gibi olmayacaktır, öyleyse bu sözü söyleyenlerin hanımlarına dönebilmeleri için neden kefaret gerekmektedir.? Bu soru keffaretin öngörülmesini toplumda yaygın olan bir âdeti kaldırmak için uygulanan eğitici bir yöntem olarak algılamakla cevaplanabilir. Ayetin ilk indiği dönemde elde ettiğimiz bu anlamı bu güne taşıdığımızda Kur�an�ın bu ayetlerle sadece zıharı değil, herhangi bir toplumda var olan ve ilahi vahye dayanmayan bu tarz sözlü kabullere dayalı gelenekleri kaldırdığı bu tür sözlerin hakikati ifade etmediği şeklinde aktarılabilir. Buna göre mesela bizim toplumumuzda var olan beşik kertmesi gibi adetler ve bu hususta söylenen ve verilen sözler de geçersizdir. C- Sosyal Statüleri Aktarması Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Kur�an�ın inmiş olduğu toplumda var olan sosyal yapı, çeşitli şekillerde Kur�an�a yansımıştır. Bunun en açık gözlendiği ayetler, kölelerin ve cariyelerin konu edinildiği ayetlerdir. Kur�an indiği toplumda köleliğin varolması nedeniyle bunlarla ilgili konulara da değinmiş, bu olguyu kendi prensipleri doğrultusunda düzenleyerek köleliğin kalkmasını sağlayacak bir sosyal yapı oluşturmuştur. Kuran Ayetlerinin Köleliği Değerlendirmesi İslamın ilk dönemlerinden başka dönemlerde bulunmaması muhtemel olan kölelik, cariyelik129 ve efendilik kavramları, Kur�an�da muhtelif bağlamlarla konu edinilmiş, bunlarla ilgili hükümler belirtilmiş,130 azat edilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.131 Kur�an�ın indiği dönemde yeryüzünün hemen her yerinde olduğu gibi Arap yarımadasında da kölelik vardı. Savaşta esir alma, adam öldürme ve zina gibi ağır suçları işleyenleri cezalandırma, borcunu ödeyememe ve ailenin çocuklarını satması ile hür insanlar köle haline getiriliyordu. Cahilliye döneminde savaşların yaygın oluşu kölelerin artmasına neden olmuştur.132 Bu dönemde kumar nedeniyle de borçların fazla olduğu bu nedenle insanların köleleştirildiği nakledilmektedir. Ebu Leheb�in As b. Hişam�ı kumar borcu sebebiyle köle yaptığı ve develerini güttürdüğü nakledilmektedir. Ancak İslam kumarı yasakladığı için artık kimse kumar borcundan dolayı köle haline dönüştürülememiştir. Araplar da Rum ve Fars komşuları gibi savaş esirlerine insanlıktan uzak bir şekilde davranırlardı. Cahilliye döneminde köleyi satın alan boynuna bir ip takıp onu götürürdü. Bu toplumda başkasına köle hediye etme âdeti de vardı.133 Buna mukabil İslamiyet hür bir kimsenin borcundan veya herhangi bir sebepten dolayı köle yapılmasını yasaklamış, zekât, sadaka gibi uygulamalar ile borçlulara yardım etmeyi tavsiye etmiş gerektiğinde borcunu ödeyemeyenlere beytülmalden yardım edilmiş, bunların köle yapılması engellenmiştir.134 Kur�an�da zekât verilecek kimseler arasında borçlular ve köleler de zikredilmiştir.135 İslam hukukunda köleliğin, savaş esirliği dışındaki tüm kaynakları kurutulmuştur. Savaş esiri de mutlaka köle yapılacak diye bir şart yoktur. Alınan esir, bir karşılık alınarak ya da karşılıksız olarak serbest bırakılabilir. Esirler mübadele edilebilir. Bunlar olmazsa köle ve cariye olurlardı. Ancak esirlerin köle edinildiği savaşların toprak kazanma ve kahramanlık gibi sebeplerle değil de sırf Allah�ın rızasını kazanmak için yapılması136 gerekmektedir.137 Bu konunun önemli bir yönü de Kur�an�ın bazı davranışların kefareti olarak köle azadını öngörmesinin138 köleliğin olmadığı dönemlerde nasıl anlaşılması gerektiği sorunudur. Köle azadının kefaret olarak öngörüldüğü suçlar, hatayla bir mümini öldürmek, yemini bozmak, zıhar yapmaktır. Tarihsel yorumu gerektiren bu konu geçmişte problem olarak görülmemiştir. Muhammed Esed konuyu bugüne taşıyarak��bir kölenin veya tutsağın özgürlüğünü satın almak yahut onu serbest bırakmak, köleliğin az veya çok ortadan kaybolduğu modern çağlarda tahriru rakabe kavramı, sanırım, bir insanı büyük bir borç yükünün veya yoksulluğun tutsağı olmaktan kurtarmayı içine alacak şekilde genişletilebilir139 demektedir. Esed�in bu yorumu gerek Kur�an�ın bütünlüğü gerekse cahilliye döneminde insanların borçları nedeniyle köleleştirilmesi gibi tarihsel ortamı gözeterek yapılanın göz ardı edilmemesi gereken bir yorumdur. Ancak ��güç yetiremezse�� tabiri yerine köle azadı hakkında ��bulamazsa�� ifadesinin tercih edilmesi, bize göre getirdiği projelerle kölelik müessesinin biteceğini önceden kestiren vahyin köleliğin olmayacağı bu günü de gözettiğini ve bunun alternatifi olarak orucu teklif ettiğini göstermektedir. Bu nedenle kölenin olduğu ilk dönemlerde köle azadı yoksa diğer alternatifleri uygulama vahyin bilinçli bir tercihidir. D- Zamanın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Değişme, İslam dünyasında nas ve hayat arasındaki ikilem içinde doğmuş, üzerinde ittifak edilemeyen önemli bir problemdir. ��Nesiller ve bölgeler değiştikçe naslardaki ameli ve hukuki ahkamı, yaşadıkları devrin değişen şartları karşısında artık kabil-i tatbik görmeyenler çıkmış, başlıca üç fikir ortaya çıkmıştır. Ya zamanın getirdiği zaruretler dikkate alınmayarak mezkur nasların mutlak değişmezliği üzerinde ısrar edilecek yahut dünyevi vasıfta nasların din olmadığı görüşünden hareketle laik düşünceye gidilecek, son olarak da, dünyevi naslarda değişebilmenin İslam�a uygunluğu kabul edilerek İslam hukukuna devamlılık kazandırılacak, İslam�ın dünya-ahiret birliği korunacak, dinin içtimai geçerliliği yitirilmemiş olacaktı. Bu üç görüşten ikincisine İslam âlimleri arasında sahip çıkanların mevcudiyeti hakkında herhangi bir bilgimiz yoksa da, birinci ve sonuncu anlayışların tohumlarının İslam dünyasının ilk asırlarına kadar inebildiği, özellikle kendi memleketimizde kesin hatlarıyla mücadelenin verildiği devirlerin, İslam âleminin batı karşısında düşmüş olduğu durumdan kurtuluş çarelerinin arandığı son iki asır olduğu malumdur.��140 Bizim izahına çalıştığımız yorumda değişmenin tespiti ayetin muhtevasına ve tekabül ettiği alana ve zamana bağlıdır. Bir diğer ifade ile tarihsel alternatifsizliğin olup olmadığının araştırılması ve mananın taşınacağı tarihsellikte yeni imkanlar doğrultusunda teklif edilen anlam ile mukayese edilerek belirlenecektir. Mesela, Kur�an, indiği topluma bugünün teknolojisi ile sahip olduğumuz DNA testi gibi metotlarla anne rahminin boş olup olmadığının tespitini izah edemezdi. Ya da sınırları çizilmiş, vatandaşlık anlayışlarının hakim olduğu bir devlet anlayışı vs. söz konusu edilemezdi. Diğer yandan vadeli alışverişte, çek, senet gibi evrak hatta kredi kartı gibi uygulamaları ön göremezdi. Söz konusu hususlarda, vahiy indiği dönem toplumunun algı dünyası ve bilgi birikimlerini gözeterek muradını ifade etmiştir. Bu nedenle ele alınacak ayet böyle bir özelliğe sahip ise içinde yer aldığı ayetin başka bir tarihselliğe aktarılmasında da gerekli değişmenin yapılması gereklidir. Ayrıca tespit edilen tarihsel ifadenin tekabül ettiği alan ile değişmeyi gerektiren şartlar arasında ilgi kurulacak, nihai olarak da bu değişmenin beşeri alana ait olup olmadığı üzerinde durulacaktır. İfade etmeye çalıştığımız yöntemin değişme ile ilgili en temel prensibi, anahtar kavramı ��tarihsel alternatifsizliktir��. Bu yöntem, genel olarak değişme unsuru taşıdığı tespit edilen bütün ayetlere uygulanabilmekle beraber bize göre tekabül ettiği alan itibariyle ibadetler başka bir kategoride değerlendirilmelidir. İbadetler ne kadar tarihsel öğe içerse de özü itibariyle değiştirilmesi teklif edilemez. Mesela, haç ibadeti hem mekânın, Kur�an�ın indiği ortamda olması, hem de indiği toplumda bu geleneğin bulunması gibi nedenlerle birçok açıdan tarihsel öğe taşımaktadır. Hac mevsiminin panayır dönemi yapılması, safa-merve arasında sa�y yapılması, hedy kurbanının kesilmesi gibi unsurlar bu ibadetin uygulamasında da değişim unsurlarının olduğunu göstermektedir. Buna rağmen biz ibadetlerde değişimden bahsedilemeyeceği kanaatindeyiz. Bunun bazı örnekleri vardır. Öncelikle ibadetler, özü itibariyle kulların Allah�a bağlılıklarını gösteren semboller olup kul ile Allah arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. İnsan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerle ilgili hükümlerde değişmeye gerek yoktur. Çünkü öyle de olsa böyle de olsa insan ibadet ile imtihan edilmektedir. Bu nedenle şeklin sorgulanması bir anlam taşımamaktadır. Diğer yandan her ne kadar dünyada icra edilse de ibadetlerin sonucu ahirete yöneliktir. Değişme talepleri ise dünyevi alandaki değişme ve gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle değişme bağlamında aralarında ortak bir nokta yoktur. Farklı alanlara tekabül etmeleri nedeniyle eskinin yerine ikame edilecek yeniyi belirleyecek bir akıldan söz etmek de zordur. Zira fıkıh disiplininin iadesi ile, ibadetlerin hikmetlerini tam anlamıyla bilmek mümkün değildir. İbadetler, teabbudi hükümlerdir. Yani Allah tarafından nasıl konulmuşsa o şekilde ifa edilmesi gerekmektedir.141 Yalnız şunu belirtmekte fayda vardır ki, ibadetlerin ifasında teknolojinin getirdiği yeni imkânların ve aletlerin kullanımı ile değişimi birbirinden ayırmak gerekir.142 İbadet mahallerinde tabana önceleri kum iken çakıl döşetme, daha sonraları halı, kilim serme, aydınlatma şekilleri, mikrofon kullanma vs. gibi konular konumuzla ilgili değildir. İbadetlerin dışında değişmeyeceğini düşündüğümüz konulardan bir diğeri de Kur�an�ın indiği dönemde var olup da, Kur�an�ın kaldırdığı uygulamalardır. Değişim ismi altında yeniden bunlara dönülmesi, Mesela; faiz Kur�an�ın indiği dönemde var olan bir uygulama iken Kur�an tarafından kaldırılmıştır. Herhangi bir dönemde faizin yeniden uygulama alanına ulaşması söz konusu değildir. Değişmenin tespitinde önemli bir perspektif de Kur�an�ın üslubudur. Bu üslubun tam olarak elde edilemediği durumlarda değişmenin nasıl olacağı konusunda ihtilaf çıkmaktadır. Ancak ayetin asli anlamı kendi içinde yalın bir anlatımla zikredilmişse bu problem yaşanmamaktadır. Mesela; ��Sizler de onlara karşı güç yetirebildiğiniz her çeşit kuvveti, savaş için beslenen atları hazırlayın, bunlarla hem Allah�ın hem sizin düşmanınızı, hem de sizin bilmediğiniz fakat Allah�ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutabilirsiniz�.��143 Ayetinde olduğu gibi mutlak anlam yalın olarak ifade edilmiş, değişime konu olan nesnede de örnek olarak verilmişse burada değişme ilgisi kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu örnekte değişme, tarihsel öğe olan at ile bunun asli anlamı olan düşmanı korkutacak ve güç yetirilebilecek savaş aracı arasındaki ilgi ile tespit edilebilmektedir. Buna göre anlam, tıpkı Kur�an�ın indiği dönemde at gibi tedarikine güç yetirilebilecek her çeşit kuvvetin başka dönemlerde de savaş için hazırlanmasıdır. Görüldüğü üzere farklı dönemlerde atın yerine konulacak araçların ayette zikredilen vasıfları taşıması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Harp dünyevi bir iş olduğu ve harp araçları da teknolojiye bağlı olarak geliştiği için bu ayette geçen at hazırlamanın değişmesi gerektiği hususunda akl-i selim olan herkes ittifak etmektedir. Söz konusu nedenlerden dolayı bu ayet değişmenin en kolay şekilde algılanabildiği bir örnektir. Diğer ayetlerde değişimin bu denli kolay tespit edilebildiği söylenemez. Metotların spesifik örnekler üzerine bina edilmesi doğru olmadığına göre spesifik olan bu örnekten sonra şimdi değişme hususunu daha önce belirttiğimiz ve Kur�an�ın indiği dönemi kavramaya dayalı olan ��tarihsel alternatifsizlik�� yöntemi ile değerlendirmeye çalışalım. Burada açıklamaya çalıştığımız görüşümüz Şatibi�nin ��İslam şeraiti ümmidir�� sözü ile ifade ettiği Kur�an�ı anlamak için Arap�ın ümmiliğine sahip olmak gerektiğini belirttiği yaklaşımı ile örtüşmektedir. Şatibi, el-Muvafakat adlı eserinin Kitabu�l-Makasid adlı bölümünde şeraitin konuluş maksadının anlaşılmak olduğunu açıklarken Kur�an�ın ilk muhatapları ümmi olduğu için şeraitin de ümmi olduğunu söylemiştir.144 Bu bölüm okunduğunda onun ümmilik ile ilk muhatapların bilgi birikimi ve ilgi dünyalarını kastettiği anlaşılmaktadır. Onun yaklaşımı aynı zamanda Kur�an�daki ifadelerin Arapların anlayacağı şeylerden müteşekkil olduğu anlamına gelmektedir. Yani Allah, isteklerini o günkü arabın anlayışı ve algılayışını gözeterek ifadelendirmiştir. Buna göre murad-ı ilahi, başka bir dönemde farklı şekillerde ifade edilebilir olup, değişim muhtemeldir. Ancak bunu her ayet için söylemek mümkün müdür? Bunu tespit için öncelikle aynı maksadı ifade ettiği iddiasıyla farklı bir dönemde yaşayanlar tarafından teklif edilen yeni ifadelerin Kur�an�ın indiği dönem toplumu tarafından bilinebilir, algılanabilir olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Bu konu özellikle hüküm bildiren ayetlerde daha fazla önem kazanmaktadır. Hükmün bağlı olduğu öğenin yerine aynı işlevi göreceği düşünülerek teklif edilen şeyin Kur�an�ın indiği dönem muhataplarınca bilinemez yani algılanmaz ya da uygulanamaz oluşu hükmün değişimini gerektirecektir. Bunun en açık örneği teknolojik gelişmelerdir. Diğer yandan teklif edilen uygulama Kur�an�ın indiği dönemde var olduğu halde Allah tarafından tercih edilmemişse değişimin olduğu düşünülemez. Bunu el kesme cezası ile örnekleyebiliriz. El Kesme Cezası nın Değerlendirilmesi ��Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının suçları sabitleşince yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin���145 ayetinde yer alan el kesme cezası, yaşadığımız çağın kabulleri ile bağdaştırılamadığı için problem edilmekte bu cezanın ayetin indiği dönemle ilgili olduğu söylenerek bugün farklı şekilde olması gerektiği ileri sürülmektedir.146 Bu görüşte olanlar iddialarını genelde aynı gerekçelere dayandırmaktadırlar. Mesela Cabiri, ���hırsızın elinin kesilmesi, Arap yarımadasında islamdan önce de uygulanan bir ceza şekliydi. İkincisi, el kesme cezası, develeri ve çadırlarıyla bir yerden diğerine göç eden bedevi bir toplumda uygulanmıştır. Böyle bir toplumda hırsızın ��hapis�� cezasına çarptırılması mümkün değildi. Zira o zaman ne hapishane, ne duvar ne de mahkûmların kaçmasını önleyecek otorite, ne de onların iaşe ve ikamesini sağlayacak bir teşkilat vardı. Öyle ise, yegâne çözüm yolu bedensel ceza olmaktadır. Böylesi bir toplumda hırsızlığın çoğalması, kaçınılmaz bir biçimde o toplumun varlığının yok olmasına sebep olacaktır. Çünkü o zaman ne sınırlar, ne duvarlar, ne de servetin korunduğu güvenli yerler vardı. Dolayısıyla şu iki hedefi amaçlayan bedeni ceza, zorunlu olarak kendisini ortaya koymaktadır: Tekrar çalma imkânını nihai olarak ortadan kaldırmak ve insanların kolayca hırsızları tanıyacakları bir alameti kişide sürekli olarak bulundurmak. Kuşkusuz, elin kesilmesi de bu iki amacı birlikte gerçekleştirir. Netice itibariyle, çölde bedevi olarak yaşayan bir toplumda hırsızın elinin kesilmesi anlamlı ve makul bir tedbirdir. İslamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi, kendinden önceki durumdan pek farklı değildir. İslam öncesi toplumda geçerli olan tedbirler, örfler ve semboller arasında, hırsızlık suçunun bir cezası olarak el kesme cezasını da İslam aynen korumuştur. Böylelikle, İslam�i karakteristiğe katılan bu ceza, artık örfi bir uygulama olmaktan çıkıp şer�i bir hüküm hüviyetini kazanmıştır147 diyerek bu cezanın cahiliye dönemindeki varoluşunu irdelemiş bu cezanın ön görülmesini, bu gün için alternatifi olabilecek hapis cezasının o dönemde uygulanamaz oluşu ile gerekçelendirmiştir. Garaudy ise, sosyal adaleti egemen kılmanın önemine değindiği bir bağlamda dönüşü olmayan bir ceza olan el kesme cezası ile sonsuz merhamet sahibi olan Allah tasavvurunu birbiri ile bağdaşır bulmamaktadır.148 Garaudy�nin yaklaşımında yaşadığı tarihselliğin etkisi açık bir şekilde görülmektedir. Biz de konuya bakış açımız çerçevesinde ayeti yorumlamaya gecelim. Birinci aşamada herhangi bir hükmü Kur�an�a onaylatmak kastı olmadan hırsızlık karşısında Kur�an�ın tavrı nedir? sorusu sorulur. Bu sorunun cevabı, Kur�an�ın hırsızlığa karşı bir ceza öngördüğü ve Maide 38'de bunu ele aldığıdır. İkinci aşamada bu ayeti anlamaya geçilir ve öncelikle tarihsel bir özellik taşıyıp taşımadığına bakılır. Burada üslup açısından bakıldığında Ayet, salt kelime bilgisi ile anlaşılabilmektedir. Ancak yukarıda dediğimiz gibi bu konuda el kesmenin o günkü toplumun bildiği ve uyguladığı bir konu olduğu, bu nedenle tercih edildiği ve sosyal ve fiziki şartların bu cezayı gerektirdiği gibi iddialar vardır. Bu nedenle tarihsel anlamı kavrama çerçevesinde bu iddiaların ne denli etkili olduğunu ve ��tarihsel alternatifsizliğin�� olup olmadığını araştırmak gerekmektedir. Tarihsel alternatifsizlik ile anlamın ya da hükmün toplum tarafından algılanamaması veya uygulanamamasını kastediyoruz. Bu açıdan el kesme cezasını inceleyelim. Tarihsel ortamla ilgili Cabiri�nin açıklamaları bu cezanın Kur�an�ın indiği dönemde var olduğu tarafıyla doğrudur. Zira kaynaklar da cahiliye döneminde hırsızlık yapanın sağ elinin kesildiği nakledilmektedir. 149 Bunun yanında kesinlik arz eden bir tarzda hapis cezasının o dönemde uygulanamayacağı ile ilgili ifadeleri tarihsel verilere dayanarak tartışılmalıdır. Önce kendisinin de alternatif olarak gördüğü hapis cezasının o dönem açısından algılanabilirliği, sonra da uygulanabilirliği üzerinde duralım. Hapis cezasının, Kur�an�ın indiği cahiliye döneminde bilindiğini gösteren rivayetler vardır. Mesela: Cahiliye döneminde hırsızların el kesme dışında hapsedildiği birkaç kat fazlasını ödemek ile cezalandırıldığı, kabilenin himayesinden dışlandığı, dövüldüğü de nakledilmektedir.150 İslami dönemde de hapis cezası bilinmektedir. Nitekim farklı suçların cezası olmak üzere mescide bağlamak ve bir hücreye kapatmak şeklinde uygulandığı görülmektedir.151 Bu nedenle şayet Allah�ın muradı el kesme değil de hapis cezası olsaydı bunu ifade etmesinin önünde vahyin muhatapları itibarıyla herhangi bir engel yoktu. İkinci husus, hapis cezasının Kur�an�ın indiği toplumda uygulanabilirliğinin tarihi veriler ile değerlendirilmesidir. Cabiri�nin açıklamaları hatırlandığında o, sosyal ve fiziki çevre açısından hapis cezasının uygulanamaz oluşunu söylemekteydi. Cabiri�nin yaptığı sosyal hayat ile ilgili tasvirleri cahiliye dönemi ile ilgilidir. Tarihi kaynaklara baktığımızda bunun doğrulanamadığını görmekteyiz. Cabiri�nin söylediği çadırlarda yaşama hali Kur�an�ın indiği toplumun umumunu kapsamamaktadır. Bilakis Kur�an yerleşik bir hayatın hakim olduğu Mekke ve Medine şehirlerinde indirilmiştir. Medine döneminin sonlarına doğru inen bu ayetin, indiği dönemde toplu göçebe hayatı değil, çoğunluk itibarıyla yerleşik bir hayat yaşamaktaydı.152 O halde hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla el kesme cezası olarak öngörüldüğünü aslında muradın hapis cezası olduğunu, ancak şartlar gereği bu cezanın emredilemediğini söylemek kendi içerisinde bir çelişkidir. Diğer yandan onun islamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi kendinden önceki durumdan pek farklı değildir ��sözleri de izaha muhtaçtır. Bununla hapis cezasının İslami dönemde de uygulanamaz oluşunu ifade etmektedir. Hâlbuki bir kısım rivayetler, hapis cezasının İslami dönemde uygulandığını göstermektedir. Mesela, ��Hicaz ahalisinden bir grup arasında münakaşa çıkmış ve bir kişi öldürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.) gönderdiği bir emir ile bunları hapsettirmiştir.��153 Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde bazı kimselerin hapsedildiği anlaşılmaktadır.154 Ayrıca yine bu sürede yer alan hirabe suçunun cezası olarak gelmiş olan ��yeryüzünden sürmek�� ifadesinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından hapis cezası olarak uygulandığı söylenmektedir.155 Nitekim buna dayanarak Ebu Hanife de ayeti bu şekilde anlamıştır.156 Bunlar bize hapis cezasının farklı suçların cezası olarak az da olsa uygulanması nedeniyle o gün için bu cezayı uygulamanın asgari şartlarının var olduğunu göstermektedir. Hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla hapis cezası olarak değil de el kesme cezası olarak öngörüldüğünü söylemek bir çelişki olmakla beraber vahyin hiçbir şeyi değiştiremediği yani toplumun hayat şartlarını oluşturmada rolü olmadığı gibi hakikat ile uyuşmayan bir anlamı da içermektedir. Şayet Allah, el kesme cezasını değil, hapsi murad etseydi Medine döneminde birçok sorunu halletmiş olan İslam toplumu bunun için gerekli altyapıyı oluşturabilirdi. Nitekim el kesme emrini içeren ayetin inişi düşünüldüğünde aralarında çok uzun bir zaman geçmeden halifeler döneminde farklı suçların cezası için hapishanelerin oluşturulmaya başlandığı görülmektedir.157 Bu açıdan baktığımızda el kesme cezasının alternatifsiz olmadığı bilakis hapis cezasının o gün için bir alternatif olduğu halde ayette al kesme olarak belirtilmesi murad-ı ilahi olarak algılanmalıdır. Bu nedenle el kesme cezasının bütün dönemlerde uygulanması gerekmektedir. Hirabe suçunda olduğu gibi bir suç için ayetin metninde farklı alternatiflerin sayılmayıp158 sadece el kesme cezasının ön görülmesi de bunun tarihsel bir zorunluluk olmadığını bilakis irade-i ilahiye olduğunu teyit etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde uygulandığı bilinen159 bu cezanın sadece indiği dönemde değil, diğer ilahi dinlerde de uygulandığının bilinmesi cezanın yerel olmadığını kanıtlamaktadır.160 Garaudy gibi hümanist düşüncelerle bu cezanın Allah�ın rahmetiyle bağdaşmaz telakki edilmesi, bu cezanın caydırıcılığı yanında, suçun toplumun düzenini bozan oldukça çirkin bir davranış oluşu, önü alınmadığı takdirde mal emniyetinin sağlanamayacağı161 gibi hususlar düşünülünce daha nötr hale geleceği kanaatindeyiz. E- Kuran Ayetlerinin Tarihsel Yorumla Değerlendirilmesi Kuran�ın tarihsel yorumu: Kur�an bağlamında bir tarihsel yorumdan bahsedildiğinde, Kur�an�ın tarihsel olup olmadığı, tarihsel ise nasıl bir tarihselliğe sahip olduğu, anlamın farklı bir tarihselliğe taşınmasını gerektiren bir öğenin varlığı ve buna bağlı olarak değişmenin hangi prensiplerle belirleneceği gibi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Kur�an�ı ilk muhatapların anladığı gibi anlama, tarihsel yorumu tam anlamıyla ifade etmemektedir. Çünkü metni sadece ilk muhataplar gibi anlamak hedeflenmiş olsaydı sahabe tefsirini tespit etmek yeterli olurdu. Hâlbuki bu tespit tek başına yeterli değildir. Bu nedenle tarihsel yorumun birinci adımını, Kur�an�ın ��ilk muhataplarına hangi ortamda nasıl bir bağlam ile ne demek istediğini kavramak�� şeklinde tanımlamak daha doğru olacaktır. Metni indiği dönemde anlamak, nihai gaye değil, amaca götüren ilk adımdır. Bu şekilde bakıldığında tarihsel yorumun metni kendi tarihselliğine hapsetmediği bilakis metnin anlamını başka dönemlere taşıyarak ona canlılık kazandıracağı anlaşılacaktır. Kur�an�ın inişi oluşumu, üslubu ve konuları onun indiği dönem muhataplarının anlayış ve bilgi birikimlerini gözettiğini ortaya koymaktadır. Ancak vahiy kesildikten sonra, yani Allah, ��size bugün dininizi tamamladım��162 buyurduktan sonra yeni bir vahiy gelmeyeceği için değişen hayat karşısında değişmeyen vahyin nasıl yeterli olacağı ve anlaşılacağı önemli bir sorun olmuştur. Değişen şartlar karşısında Müslümanların ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları sorunu, geçmişte problemlerin vahye arz edilmesi şeklinde çözülmüş, her dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeni yorum yöntemleri geliştirilmiştir. Kıyas, maslahat, istihsan gibi fıkıh usulünün yöntemleri geliştirilerek, değişim sebebiyle karşılaşılan sorunları gidermek için Kur�an�dan ve diğer naslardan hüküm istinbatına çalışılmıştır.163 Bu süreçte çoğunlukla kıyas yöntemine başvurulmuştur. Bütün bu yöntemlere rağmen, Batı kültürünün hakim olduğu bir coğrafyada yaşayan Şatibi�nin karşılaştığı problemleri mevcut fıkıh metotları ile çözemeyince ��makasıd�� anlayışına başvurması, değişmenin yeni yöntem arayışlarını doğurduğunu göstermektedir.164 Kısaca her dönemde, o dönemin tarihselliğine uygun yorum yöntemleri ihdas edilerek, ihtiyaçlara vahye dayalı çözümler üretilmeye çalışılmıştır. Yani her yöntem kendi tarihselliğinin bir yansımasıdır. Değişimin daha hızlı olduğu yaşadığımız çağda ihtiyaçlar daha fazla artmış ve buna yönelik olarak değişimi esas alan, beşeri alandaki her şeyin kendi tarihselliğinde anlaşılması gerektiğini ön gören tarihsel yorum gündeme gelmiştir. Hatta Kuran�ın indiği ilk dönemlerde bu yönteme başvurulmuş, fakat bu dönemdeki tarihsel mesafe, zaman farklılığından ziyade kültür farklılığından kaynaklanmıştır. Bu nedenle mesela farklı lehçelere sahip olan ilk muhataplara Kur�an�ı yedi harfle okuma fırsatı verilmiştir.165 Tarihsel yorum fıkıh perspektifiyle ele alındığın da, fıkıh usulü içinde yer alan hükümle illet, sebep ve hikmet arasındaki bağlar ile ilişkilendirilmektedir. Doğduğu ortamda tanımlanmamış, uygulanmak istenen ortama uygunluğu sorgulanmamış olan tarihsel yorum muamması çerçevesinde yapılan tartışmalarda, genellikle ��Kur�an evrenseldir, bu yorum metodu Batı�dan alınmıştır, Batılıların muharref kutsal kitaplarını anlamak için ihdas ettikleri bir yöntem Kur�an�a uygulanamaz, bu yöntem İslam dünyasında modernizmin dayatmaları sonucu ortaya çıkmıştır, bu yöntem aracılığıyla Kur�an�ı anlama faaliyetine pozitivist düşünce hakim olacaktır�� gibi söylemler dile getirilmiş,166 yine bugün dile getirilen ��fıkıh yöntemleri bize yeter, maslahat-istihsan gibi yöntemler varken tarihsel yoruma ihtiyaç yoktur�� söylemleri mevcut olmuştur. İslam âlimleri her dönemde tarihsel yorumu kullanmışlardır. Bu başvurulacak çarelerden biridir. Örnek olarak çok evlilik sorununu ele alalım. Kur�an�ın, kadının statüsü ve haklarını genel hatlarıyla geliştirdiği doğrudur. Yine Kur�an�ın; erkekler, eğer eşler arasında adaleti sağlayabilmekten korkarlarsa, birden fazla eşle evlenemezler, ayrıca kategorik olarak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar erkekler, muhtelif eşleri arasında adaleti sağlamaya muktedir olamayacaklar, dediği de doğrudur. Bununla birlikte, Kur�an�ın dört eşe kadar evlenebilme iznini verme hususu aynı derecede doğrudur. Bir bütün olarak Kur�ani ifadelerin anlaşılmasının tek yolu şunu söylemekten geçer: Aile hayatında maksimum mutluluğu amaçlayan Kur�an bu ideal için tek eşli evliliklerin normal olduğunu açıklamıştır. Ne var ki, bu hedef yedinci yüzyıl Arap toplumunda oldukça derin köklere sahip olan çok eşli evliliklere karşı bir taviz ve uzlaşmadan öte gitmemiştir. Çok eşliliği hukuken kökünden kazıyıp atamamıştır; ama bizatihi ahlaki hedefi tamamen devre dışı bırakmanın cezasını da belirtmiştir. Bundan dolayı Kur'an, hukuki bazda çok eşliliği kabul etmiş ve sınırlamıştır.167 F- Kuran Ayetlerinin Evrensel Yorumla Değerlendirilmesi İslam hukuku belli bir zamana ait olmayıp bütün zamanların hukukudur. Pek çok ayete168 göre İslam hukuku eski şeriatların bir uzantısı ve tekâmülüdür. Bu itibarla değişmez esasları olması gerekir. Zira değişken yapıya sahip olan bir sistemin zaman süreci içersinde tamamen değişmesi mukadderdir. Oysaki İslam� in ilahi oluşu buna engeldir. İslam hukuku sosyal bir hukuk değildir. İlahi bir hukuktur. Öbür taraftan her asrın ihtiyaçları farklıdır bu da ideal bir hukukun bu arada da İslam hukukunun değişken olmasını gerektirir. Mesela: Kur�an şura prensibini koymuş,169 fakat bunun şeklini, tatbik keyfiyetini belirlememek suretiyle bir esneklik getirmiştir. Böylece her asrın ihtiyaç ve gereğine göre Müslümanlar bu prensibi işletebileceklerdir. Kırtas olayında170 da olduğu gibi, Hz. Ömer�in Kitabullah�ı yeterli görmesi de muhtemelen genel prensipler açısından olmalıdır. Allah, adaletle hükmetmeyi emretmiştir.171 Ama bunu gerçekleştirmek için belli bir mahkeme sistemi veya muhakeme usulü belirtmemiştir. Dolayısıyla ilk önceki uygulamalardan farklı olarak dereceli mahkemelerin ihdası, ceza ve hukuk mahkemelerinin ayrılması gibi pek çok yenilik mümkün olmaktadır. Nitekim muhakeme usulünde de pek çok gelişmeler meydana gelmiştir.172 Yine satış akdiyle ilgili Kur�an da be�y akdi sadece dört ayetle düzenlenmiştir. 1)Be�yin helal ribanın haram kılındığı173 belirtilmiş. 2)Karşılıklı rıza şartı ileri sürülmüş.174 3)Alış-veriş muamelelerinde şahit tutulması istenmiş.175 4) Cuma vakti alış-veriş yapılmaması176 istenmiştir. Kur�an ahkamının ta�lili konusunda tek düze bir üslup kullanılmamış, pek çok yollarla hükmün illeti ve gözetilen maslahat belirtilmiştir.177 Kur�an�ın genelde hükümleri talil etmesi ve mümkün mertebe taabbudi sınırını dar tutması178 neticesinde hükümlerden maksadın mücerred kulluk ve inkiyad olmadığı; aksine, kulların maslahatlarının temini olduğu dolayısıyla da hükmün uygulanırken gözetilen maslahatı ortaya koyup koymadığına bakmanın gereği doğmuştur. Kur�an kendisinin son ve evrensel mesaj olduğunu ifade etmektedir.179 Hz. Muhammed (s.a.v.)�in son peygamber oluşu180 da, mantıken Kur�an�ın son mesaj olup bu mesajın evrensel olmasını gerektirmektedir. Vahyin sona ermesi ile bütün Kur�an lafızları muhkem özelliği kazanmış ilga edilmesi ve değiştirilmesi ihtimali ortadan kaldırılmıştır. İslamın bir millet ve bölge dini olmadığı gerçeği hesaba katılarak, İslam�ın ilahi kaynakları olan hukuksal nitelikli emir ve yasaklarının her ortamda hiçbir değişikliğe uğramadan geçerliliğini koruması gerektiği düşüncesi, İslam âlimlerinin çoğu tarafından benimsenmiştir.181 İnsan ve toplumların maslahatı, her zaman ve zeminde, bu hükümlerin uygulanmasını ve bunları değişim rüzgarlarına karşı korunmasını gerektirir. Aksi takdirde hükümlerin değişime feda edilmesi toplumdaki düzenin bozulmasını zorunlu kılacaktır. Kur�an çağımız için yeterli değildir diyenler bu iddialarını Müslümanların geri kalmış olmalarının ötesinde ne bilimsel ne de tarihi bir delil ile temellendirmiş değillerdir. Müslümanların hali hazırdaki durumlarının sebebi de Kur�an�ı gerçek anlamda yorumlayamamalarının sonucudur. Nitekim aynı Kur�an�a sahip olan Müslümanların görkemli bir tarihe sahip olmaları da bunun tarihi bir kanıtıdır. Vahyin bizzat kendisi de bir değer olmakla birlikte gereği gibi okunup, anlaşılmadığında ilerlemeye engel olmaktadır. Bu engellik, vahyin özünde değil onu okuyanların gözündedir. Nasların içerdiği zaman ve mekan unsurlarını bizatihi kendilerinin değil, onların arkasında bulunan ilke ve manalarının iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu bağlamda tarihi gibi görünen nasların dahi bir metot vermeleri, ilkelere ışık tutmaları bakımından korunmaları ve değerlendirilmeleri gerekmektedir.182 Şeriatte tekamül vardır. Kur�an�ın getirdiği son şeriat, dinin en mükemmel şeklidir. Mükemmelliğinin sebebi; ilke, esas ve amaç bakımından çerçeve boşluğuna meydan vermemesi, bu çerçevede akla geniş bir yer ve rol vermesi, aklı ve vahyi günümüze taşıyıcı araç görmesidir. Muamelat alanında asl olan maslahattır. Ancak neyin maslahat olduğunun ölçülerini bizzat vahiy koyar. Akıl adil bir terazidir. Fakat kime ne kadar tartacağını, yani hakkın ölçülerini kendisi koyamaz. Akıl ve tecrübeye dayalı bilim ise özünde değer hükümleri taşımaz. Kur�an�ın her zamanda ve mekanda evrenselliği, değiştirilmesi asla istenmeyen kimlik göstergeleri, kıble ve bazı haramlar gibi ibadetler, Kur�an�da yer alan cezai hükümler ve benzeri olmazsa olmaz rüknü kabilinden olan şeylerin korunmasıyla olur. Bunların uygulaması sırasında kavmi ve coğrafi renk tonlarına sahip olması tabidir. Vahiy kaynaklı bu hukuki yapı Medeniyet yolunda ilerlerken ayağımızı sağlamca basabileceğimiz sabit bir zemine sahip olmamız gerekir.183 Elbette bugüne kadar yapılan bütün beşeri yorumlarda olduğu gibi bu dönemde yapılacak yorumlarda da hata bulunacaktır. Fakat bu hataları belli esaslara riayet ederek en aza indirmek mümkün ve hatta gerekli olmalıdır. Kuran hakkında yorumlar yapılırken uyulması gereken prensiplerden biri de aşırı bir müdafaa ve güzel gösterme isteği içerisine girmemektir. Günümüzde özellikle İslam ceza hukukundaki bazı uygulamalar konusunda iyi niyetle yapılan yorumları buna örnek gösterebiliriz. Zannediliyor ki, İslam hukukundaki bir takım cezalar İslam�ı anlatma konusunda bazı problemler doğuracaktır. Bunu önleme düşüncesi ile Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki bazı uygulamalar görmezlikten geliniyor veya Kur�an�daki bazı hükümler zorlama yorumlara tabi tutuluyor. Kur'an'ın cezalandırma sisteminin bu günkünden farklı olduğu aşikârdır. Ancak hangi sistemin suçları önlemede daha etkili olduğu üzerinde önemle durulmalıdır. Eğer İslam cezalandırma sistemi suçları önlemede daha etkili ise, oradaki bazı uygulamaların ilk bakışta sert görünmesi, bizi farklı yorumlara itmemelidir. Unutmamak gerekir ki, bu cezalar suçsuz insanlara verilmemektedir. Eğer biz Kur�an�ı doğru anlatabilirsek İslam kendisini en iyi şekilde müdafaa eder ve sahip olduğu tabii güzellikler, insanları kendisine çekmek için yeterlidir. İslam toplumunun tarihi tecrübesi içinde, Kur�an�ı her anladığımız çağ ve durumda araya tarih, toplum ve kültür giriyorsa, şimdiden sonra yaşayanlar onu bizim anladığımızdan farklı anlayacaklar demektir. İşte bu anlamanın sınırlarının iyice belirlenmesi gerekmektedir. Eğer nesh olayını Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanına hasretmeyip günümüze bunu taşıyacak olursak, o zaman kafalara şöyle bir soru takılıyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir hükmün kalkması gerektiği zaman, Yüce Allah bunu Peygamberi vasıtasıyla yapıyordu. Yani o zaman kalkan hükmün yerine gelecek yeni hükmün şari� i Allah idi. Ama bugün aynı işlemi tekrar ettiğimiz zaman şarii kim olacak. G- Anlamın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Hadislerde daha belirgin gözükmekle birlikte Kur�an�da da izlenen dini bir siyasetin olduğunu görüyoruz. İslam kendisine inananlar ile inanmayanları kesin olarak ayırmak için dini merkez Mekke olmakla birlikte, geçici bir süre için inananlarını Kudüs�e doğru kıbleye yöneltmişti.184 ��Senin yöneldiğin yönü, peygambere uyanları cayacaklardan ayırmak için kıble yaptık��185 ayeti bunu açıkça ifade etmektedir. Kur�an�ın bize bildirdiği bir ilke de Allah, insan hayatını kolaylaştırmayı ve zorluklardan kurtarmayı hedefler. Bu teminat, yüce yaratıcı tarafından açık bir şeklide bildirilmiştir. O, bize, insanlık için zorluklar yaratmak istemediğini, her şeyi kolaylaştırmak istediğini açıkça bildirmektedir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: ��Allah sizler için kolaylık diler, zorluk dilemez��186 Peygamberimizin ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: ��ed-Dinü yusrun�� yani din kolaylıktır. Hanefi fıkıhçılarından son dönem âlimleri bu konuyla ilgili ayet ve hadisleri kendi dönemlerindeki tarihi süreç çerçevesinde değerlendirerek; örf değiştiği ve zaruretler gerektirdiği takdirde bazı konularda ��zahiru rivaye�ye�� aykırı fetva verilebileceğini onaylamışlardır.187 Şimdi bu fetvalardan bazı misaller vermek istiyorum. İslam�ın ilk dönemlerinde öğreticiler için yeterli ödenek vardı. Bundan dolayı Ebu Hanife ve iki öğrencisi Kur'an vb. şeylerin öğretiminden dolayı ücret almayı yasaklamışlardı. Ancak öğreticilerin ödeneği kesilince örfün değişmesinden dolayı mezhebin sonraki devir ileri gelenleri bu işten ücret alınabileceğine fetva verdiler. Yine sonraki devir hukukçuları, Hanefi ekolündeki "yararların tazmin edilmeyeceği" kaidesine aykırı olarak, bir yetime ya da bir vakfa ait akarı gasp edenin bu kardan edindiği yararı tazmin etmesi gerektiğine fetva verdiler. Bir başka örnek ise: Önceleri evler tek bir tarzda yapılıyordu. Müşteri evin odalarından birini gördüğünde Hanefi mezhebinde, kendisine tanınan görme muhayyerliğini düşürecek şekilde alım satımın konusu hakkında yeterli bilgi sahibi addedilirdi. Ancak sonraki devir ileri gelenlerinin zamanında binaların eski durumu değişti ve binalar yeknesak olma özelliğini yitirdi. Bu alimler de, tek bir tarzda yapılmayan evlerde, satımdan önce evin her odasını görmek gerektiğine fetva verdiler. Mecelle de bu hükmü benimsedi. 188 Kur�an�ın 7. asırda inmiş olduğu ve o devrin cahilliye Arap toplumunu muhatap aldığı bir gerçektir. Kuran nasıl ki Arapların dillerini kullanıyordu ise, aynı şekilde mesela; cennet, huri tasvirlerinde Arapların güzellik anlayışına itimat etmiş, cehennemlikleri tasvir ederken de düşman imajlarına dayanarak, onları gök gözlü olarak tavsif etmiştir.189Zira Araplarda gök gözlülük düşman imajının en belirgin bir vasfıdır ve onu büyük bir uğursuzluk sayarlardı.190 Yine içerdiği çeşitli tarihi olaylara atıflarda bulunması, sorulan sorulara cevap vermesi, keza onun zaman ve mekan unsuru içeren bazı öğeleri içinde bulunduruyor olması birer hakikattir. Tarihsel şartlardan doğan ve tamamen tarihin 14 asır öncesinin toplumsal şartları gözetilerek vaz edilmiş hükümleri vardır. Ancak bu hükümlerin bulunması o ayetlerden bugün bizler için rehberlik edebilecek ilkeler çıkarmamıza engel olmamalıdır. Buradan hareketle nassa dayalı hükümler nassın dışında bir faktörle değiştirilebilir mi? bu sorunun cevabı kritik bir açıklamaya muhtaçtır. Şayet nas din ve ibadet konularına aitse ��yer yer olarak, gök de gök olarak kaldığı müddetçe�� hükümleri sabittir. Zira dinin ana esasları, tevhit ve iman kuralları ezeli ve ebedi tek bir hakikattir. Bu hususta boyun eğme ve nassa bağlanma gerekir. Sabit olan ebediyen her zamanda, her mekanda ve her durumda sabittir.191 Ancak nas dünyevi işlemlerle ilgili ise burada asl olan, hikmetlere yönelmek ve hükümlere temel oluşturan illetleri anlamaktır. Bu nokta tüm hukukçuların ittifak noktasıdır. Hz. Ömer�in, İslamın şevket dönemine girildiğini gerekçe göstererek müellefe-i kuluba zekattan pay vermemesi, şartlardaki değişiklikten İslami hükümlerin nasıl etkilendiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İslam�ın her dönem insanının ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, o dönemin şartları ışığında yeniden yorumlanması ile mümkündür. Ayrıca, hükümlerin değişmesi kaidesini uygulamaya koymanın nasları değiştirmek anlamına gelmediğini vurgulamak gerekmektedir. Naslar kutsaldır. Herhangi bir şekilde onlara dokunulması mümkün değildir. Değişimden kastedilen zaruretin, nassa temel teşkil eden adetlerin ve illetlerin değişiminin veya nassın uygulanması için gerekli şartların bulunmayışının ışığında bu naslara dayalı içtihat ve yorumun değişmesidir. Ahkâmın değişmesine karşı çıkanlar, her ortaya çıkan maslahat ve farklı ortam gereği hükümler değiştirilecek olursa, bir zaman sonra ��şeriat�� diye bir şey kalmayacağı ve bu tutumun şer�i hükümleri rey yolu ile nesh etmek olduğunu söylemişlerdir. Hiçbir zaman ��değişme�� şeriatın ortadan kaldırılmasına sebep olabilecek mahiyet arz etmediği gibi aksine onu ebedi yürürlükte kılmak için zaruri bir görünüm de arz eder.192 Hukukta değişiklik gerek aklen ve gerekse şer�an zaruri gözükmektedir. Zaruri olan bu değişikliği, genel hukuki çerçeveyi bozmadan kabullenmemek, tıkanmalara ve hukukun tümden yaşanılan hayattan uzaklaştırılmasına neden olacaktır. Oysaki İslam hukukunun amacı donmak ya da hayatı dondurmak değil, hayata hem ayak uydurmak hem de yön vermektir. Hiçbir zaman özden, genel çerçeveden uzaklaştırılmamak kaydıyla İslam hukukunun hayatiyetini temin edecek değişikliğe şer�an da zaruret vardır. Bir vacibin varlığı için zaruri olan şeyler de vaciptir193 prensibi de bunu gerektirir. Geçen zaman süreci içerisinde her şey değişmektedir. Değişmeden olduğu gibi kalan hemen hemen hiçbir şey yok gibidir. Bunun bir istisnası varsa, belki o da değişme kanunudur.194 Dünyada, tarihte hiçbir hukuki hükmün değişmeden kaldığı görülmemiştir. Geçmişte mevcut bütün kanunlar değişmiş, yerlerine başkaları konulmuştur. Kanun ihtiyacı tanzim için tedvin edilir. Yoksa ihtiyaçlar eski kanunlara uydurulmaz.195 İslam hukuku da şüphesiz teşri ve tedvin dönemlerindeki ihtiyaçları düzenlemek için konulmuştur. Zamanla hukukun tedvinini gerektiren alt yapı değişmişse -ki değişmiştir- ilgili hükümlerin de değişmesi zaruridir. Öyle ise, zaman faktörü mevcut konumu değiştirdiği gibi ilgili hükümleri de değiştirir.196Mesela; Kur�an�ın indiği dönemdeki ilk muhatapları onların anlayış ve birikim sınırlarını aşarak bugünün birikimleri ile bilinebilecek nükleer teknoloji gibi konulardan bahsetmiş olsaydı, Kur�an onlar için anlaşılmaz olacaktı. Nitekim bir başka perspektiften bakıldığında huruf-u mukattaa böyle bir yapı arz etmektedir. Hz. Ali�nin ve Hz. Ebu Bekir�in anlayışları ile her kitabın bir sırrı ve özü vardır. Kur'an'ın sırrı da huruf-u mukattaa�dır.197 Dil198 başkenti (Ümmü�l-Kura)199 harem bölgesi seçimi Allah�tan başkası adına kesilen hayvanların yenilmemesi200 gibi değişmez hükümlerin yanında, sadece Arap müşriklere has olmak üzere ��ya ölüm, ya da İslam!�� parolasının kabul edilmesi 201 muhtemelen iktisadi güvenliğin temini için haram aylar202 telakkisine belli bir süre katılınması, Müslüman kadınların azlığı ve cihat zarureti yüzünden Müslümanların kendi yurtlarından ayrı kalmaları; ayrıca diğer din salikleri arasında da dine davet ve neşri zaruretinden dolayı ehl-i kitap hanımları ile evlenmeye izin verilmesi203 müellefe-i kuluba zekattan bir fon tahsis edilmesi,204 özellikle de hukuki olmaktan çok siyasi amaçlı olan Bedir esirleri hakkındaki ayetler205 kılıç zoruyla fethedilmekle beraber Mekke�nin taksimine gidilmemesi206 muhtemelen Kur�an�ın geçici siyaseti ile ilgili olmalıdır. Nitekim uygulamaların da bu doğrultuda tezahür ettiğini görüyoruz. Artık islamın güçlü olduğu gerekçesi ile müellefe-i kuluba hisse vermeyen Hz. Ömer207 yine siyaset icabı Huzeyfe�nin Yahudi bir kadınla evlenmesine müdahale etmiştir.208 Tabiin fukahasından Ata�nın (115/733) konuya yaklaşımı ise daha açıktır. Şöyle diyor: ��Yahudi, Hıristiyan hanımlarla evlenmeyi Allah Teala o zamanlar müsaade etmişti. Çünkü Müslüman hanımları azdı. Şimdi ise, sayılarına bereket gelmiştir. Ötekilere ihtiyaç kalmamıştır. Dolayısıyla da ruhsat zail olmuştur.��209 Kılıç ayetinin210 hükmünü sadece Arap müşriklerine hasretmek de yine dini siyasetin bir gereği idi. Bedir esirleri hakkındaki istişarede hepsinin boynunun vurulmasını isteyen aynı Hz. Ömer yarımadadaki dini siyasi bütünlüğün temininden sonra aynı tavrı fethedilen ülkelerin ahalisine göstermemiş; onları köleleştirmemiş, boyunlarını vurmamış, haklarında tamamen yeni bir statü belirlemiştir. SONUÇ
Bugün insanımızın Kuranla barışması için Kuran hakkında söz söyleyen ilim adamlarına önemli görevler düşmektedir. Bu görevlerden birisi de Kur�an�a dayanan İslam�ı öğretiyi bugünkü insanın ihtiyacını karşılayacak şekilde yeniden yorumlamaktır. Bu Kuran�ın değişmez esaslarının olmadığı, her döneme göre şekil değiştirdiği anlamına gelmez. Tam tersine Kuran�ın temel esaslarının değişmediği bir gerçektir. Ancak onun şartlar değiştiğinde değişikliğe uğrayan ve özü değişmemek ve koruduğu maslahat aynı kalmakla birlikte, şekli ve uygulanış biçimi değişen bir kısmının bulunduğu da bir vakıadır. ��Ezmanın teğayyuru ile ahkamın teğayyuru inkar olunamaz�� derken bu gerçek ifade edilmektedir. İdeal bir ümmet yaratmak için var olan Kur�an�ın nüzule başladığı zaman karşısında yaşayan bir toplum vardı. Bu toplumun töresi, kültür birikimi, estetik ve sanat anlayışı, kendisine has bir hayal dünyası, imajları� vb. bulunuyordu. Hiç şüphesiz Kur�an�ın ulaşmak istediği bir netice vardı. Ancak hâlihazırda bulunan muhatapların durumu buna müsait değildi. Bu yüzden içtimai, siyasi, idari vb. münasebetleri düzenlemeye başladığı Medine döneminde İslam bir taraftan "tedric" metoduna başvururken diğer taraftan da "nesh" usulünü uygulamıştı. Kur�an�ın tarihsel yorumla değerlendirilmesi düşüncesi, onun evrensel olmadığını değil, tarih üstü bir karakterde olmadığını ifade etmektedir. Tarihsel yorumda elde edilen anlamın, yorumcunun kendi tarihselliği içinde oluştuğu kabul edilmektedir. Buna göre belirli bir tarihsellikte yaşayan bir yorumcunun elde ettiği bu anlam başka bir tarihsellikte değişebilir, farklılaşabilir. İmam Şafii�nin Mısır�daki görüşlerinin farklılaşması bu konuda bir örnektir Bu belirlemeye göre Kur�an merkezli çalışmalarda Kur�an�ın tarihselliği sözü ile onun evresel olmadığı değil, Kur�an�ın oluşumunda indiği toplumun ve değerlerin gözetildiği kastedilmektedir. Nitekim Kur�an�ı tarihsel olarak yorumlamanın amacı da Kur�an�ın kendi tarihselliğindeki anlamını başka tarihselliklere taşımaktır. Bu nedenle Kur�an ayetleri tarihsel ayetler ya da evrensel ayetler şeklinde değil, tarihsel mesafe nedeniyle tarihsel öğe taşıyan ve taşımayan ayetler şeklinde sınıflandırılabilir. Kur�an vahyinin iniş ortamının zaman ve mekan değişmesine bağlı olarak değiştiğini gösteren ve geçmiş ulema tarafından da kabul edilen en önemli delil ayetlerin Mekkî- Medenî olarak ayrılmasıdır. Buna göre ayetlerin Mekke ya da Medine�de inmesi muhteva ve üslup bakımından toplumun ve muhatapların durumuna bağlı olarak değişmiş, Mekkî ayetler Medenî ayetlerden farklı bir üslupla indirilmiştir. Burada şu hususa da işaret etmemiz gerekiyor. Sabit olan naslarda asıl olan, devamlılıktır. Yani bu naslar geçici bir meseleyi halletmek muvakkat ve mahalli durumları nazarı itibara almak üzere gelmemiş, bilakis bunlar kıyamete kadar bütün ümmet için değişmez hükümler ve daimi yasalar koymak üzere gelmişlerdir. Bunun içindir ki, "naslar, geçici meseleleri halletmek, mevzii ve muvakkat durumları ele almak üzere gelmiştir, şartlar ve durumlar değişince buna bağlı olarak hükümler değişir" gibi bir iddia ile, sabit nasları bir kenara itme tehlikesine karşı uyanık olmanın gerekliliğini vurgulamak istiyorum. Esasen bu konu birçoklarının ayaklarının kaydığı, anlayışlarının saptığı bir konudur.
BİBLİYOĞRAFYA ALUSİ, Şihabuddin Mahmud, Ruhu�l-Meani fi Tefsiri�l-Kur�an�il-Azim ve�s-Sebi�lMesani, Daru�l-Fikr, Beyrut, 1994. AMİDİ, Ali b.Muhammed, el İhkam fi usul�il Ahkam, Taha�lul Arabiyye lit�Tabakat, 1967. ATAY, Hüseyin, Kur�an�a Göre Araştırmalar I-III, Atay Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1997. ATEŞ, Ali Osman, İslama Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul 1996. BUHARİ, Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu�s-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve İstilahati Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi, İstanbul, trs.(VIII) CABİRİ, Muhammed Abid, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Çev. PALA, Ali İhsan - ÇIKAR, Mehmet ŞİRİN Kitabiyat, Ankara 2001. CARIM, Ali - EMİN, Mustafa, el-Belagatü�l-Vazıha, Daru�l-Ulumu�l-Hadis Dımeşk, 1999. CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usulü, TDV. Yay.II .Baskı, Ankara,1997. CESSAS, Ahmed b. Ali er-Razi, Ahkamu�l-Kur�an, Daru İhyai�t-Turasi�l-Arabi, Beyrut, 1400. CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1996. CÜRCANİ, Ali b. Muhammed, et-Ta�rifât, I. Baskı, Daru�l-Kitabi�l-Mısri, Beyrut, 1991 ÇETİN, Abdurrahman, Kur�an�ın Farklı Yorumlanmasında Kıraatlerin Rolü, Diyanet İlmi Dergi, c.37, s.4. Ekim- Kasım- Aralık, 2001. ÇİÇEK, Yakup, Kur'an ve Tarihsellik Soruşturması, ,Kuranı Anlamayı Engelleyici İki Tuzak: Mealcillik Ve Tarihselcilik, Haksöz Dergisi, Haziran 1997. DAĞ, Mehmet - AYDIN, Mehmet ��Önsöz�� (Fazlurrahman, İslam içinde) Ankara Okulu yayınları, Ankara, 1999. DALGIN, Nihat, Değişim Stratejisi Açısından Hukuk ve İslam Hukuku, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat, Fakültesi Dergisi, S. 16, Samsun, 2003. DIHLEVİ, Şah Veliyyullah ed- , Huccetullahi�l-Baliğa, Terc. Mehmet ERDOĞAN, Ankara, 2003. EBU DAVUD, el-Hafız Ebu Davud Süleyman b. el-Eş�as es-Sicistani, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. ENGİN, Nihat, AKYÜZ, Vecdi, ��Asr-ı Saadette Kölelik ve Cariyelik��, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam İçinde, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994. EBU ZEYD, Nasr Hamid, İlahi Hitabın Tabiatı,Çev. M.Emin Maşalı,Kitabiyyat,Ankara,2001. EBU YUSUF, Kitabu�l Haraç, 2. Baskı, Çev. Özek, Ali, İstanbul, 1973. ERDOĞAN, Mehmet, Akıl Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İstanbul, 1995. ----------� İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İ.F.A.V Yayınları İstanbul 1990. ESED, Muhammed, Kur�an Mesajı, İşaret Yayınları, Çev. KOYTAK, Cahit, ERTÜRK, Ahmet, İstanbul, 1999. FAZLUR RAHMAN, Ana Konularıyla Kur�an, Çev. AÇIKGENÇ, Alparslan, Ankara Okulu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996. ----------� İslam, 5. Baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1999. FENDOĞLU, Hasan Tahsin, İslam ve Osmanlı Hukukunda Kölelik ve Cariyelik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996. GARAUDY, Roger, ��Şeriat��, İslamiyat Dergisi, Çev. AKDEMİR, Salih, c.I, S.IV, Ankara 1998. GÖRGÜN, Tahsin, Kur�an�ın Vahyedilmesi ve İslam Toplumunun Ortaya Çıkışı Arasındaki Alakanın Tahliline Mukaddime, III. Kur�an Haftası Kur�an Sempozyumu Tebliğleri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998. GÜNALTAY, Şemseddin, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Sad: Mahfuz SÖYLEMEZ,- Mustafa HİZMETLİ, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997. GÜNGÖR, Mevlüt, Kur�an�ın Peyderpey İndirilmesindeki Hikmetler, Diyanet Dergisi, (Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi), (Temmuz, Ağustos, Eylül 1988), Ankara, 1988. HAMİDULLAH Muhammed, ��İslamdan Önce Mekke�nin İktisadiMünasebetleri��, AÜİFD, 1961. ------------İslam Peygamberi, İrfan Yayıncılık, Terc. TUĞ, Salih, İstanbul, 2003. -------------İslamda Devlet İdaresi, Çev. KUŞÇU, Kemal, İstanbul,1969. HASAN, Ahmet, İslam Hukuk Biliminin Gelişimi, Çev. Haluk SONGUR, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999. HATİPOĞLU, Mehmet S., ��İslam�ın Aktüel Değeri Üzerine��, İslami Araştırmalar Dergisi, s.1, Temmuz , Ankara 1986. HATİP, Abdülaziz, Kur�an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil yayınları, İstanbul, 1997. HÖKELEKLİ, Hayati, ��Muzakereler�� Kur�an Kıssalarının Anlam ve Değeri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998. İBN AŞUR, Muhammet Tahir b. Mekasidu şeriat�ul islamiyyet , Dar�un Nefais,Ürdün,2001. İBN ABİDİN, Neşru�l-Arf, Suriye, 1301. İBN HAZM, Ali b. Ahmed b. Said , el-İhkam fi Usuli�l-Aham, Daru�l-Hadis, Kahire,1998. İBN KESİR, İmaduddin Ebu�l-Fida İsmail, Tefsiru�l-Kur�ani�l-Azim, (I-VII), Daru�l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1385/ 1966. KADİ, Abdülfettah, Eshabü�n-Nüzul, Çev. Salih AKDEMİR, Fecr Yayınları, Ankara, 1986. KARAMAN, Hayretin, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınevi, İstanbul, 1991. --------------� İslam Hukukunda İctihad, İFAV, İSTANBUL, 1996. KASİMİ, Cemaleddin , Tefsir İlminin Meseleleri, Çev. ÖZEL, Sezai, İz Yayıncılık,İstanbul, 1990. KAŞİF, Seyyide İsmail, İslam Tarihinin Kaynakları ve Araştırma Metotları, Çev: Mehmet ŞEKER- Rıza SAVAŞ- Ramazan ŞİMŞEK, İl-Vak Yayınları, İzmir, 1997. KATTAN, Menna Halil, Mebâhis fi Ulumi�l-Kur�an, Beyrut, 1986. KOŞUM, Adnan, ��İslam Hukukunda Hırsızlık Konusunda Yeni Yaklaşımlar��, Diyanet İlmi Dergi, c.XXXVII, S.3, Ankara 2001. KURTUBİ, İbn Rüşd Ebu�l-Velid Muhammed b.Ahmed , Bidayetü�l-Müctehid ve Nihayatu�l- Muktesid, Daru İbn Hazm, Beyrut, 1990. MEYDANÎ, Abdurrahman Hasan, Emsalü�l-Kur�an, Daru�l-Kalem, 2. Baskı, Dımeşk, 1996. MEYDANÎ, Ahmed b. Muhammed b. İbrahim, Mecmeu�l-Emsal, Matbaatu İsa el-.Halebî, Kahire,1979. MÜSLİM, İmam-ı Ebi Huseyn Müslim b. el-Haccac, Sahih-i Müslim, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. NASUHİ, BİLMEN, Hukuk-i İslamiyye İstilahat-i Fıkhiyyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi, İstanbul NEVEVİ, İmam Ebi Zekariyya Muhyiddin b. Şerefi, Kitab�ul-Mecmua Şer�ul�Muhezzeb, Dar�ul �İhya li�t-Türasi�l-Arabi, Beyrut, 1995. NESAİ, Abdurrahman Ahmet b. Şuayb, Sünenü�n-Nesai, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. NİSABURİ, Hakim Muhammed b. Abdillah, el-Müstedrek, Tefsiru Sureti�l-Müddessir,Darul marife,Lubnan 1998. ÖZTÜRK Osman, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973. ÖZSOY, Ömer, ��Kur�an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar�� Tezkire, S.11,12, Vadi Yayınları, Ankara, 1997. ---------- Nasr Hamid Ebu Zeyd�in Nass-Olgu İlişkisi Bağlamında Ulumu�l-Kur�an�ı Eleştirisi, İslami Araştırmalar, Yaz-Güz Dönemi, Ankara, 1994. PARET, Rudi, ��Kur�an�da Tarih��, Kur�an Üzerine Makaleler, Çev. Ömer ÖZSOY, Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. İBN SA'D, Muhammed, Kitab'ul Tabakat�ul Kebir, Mektebet�ül Nebi,2001. İBN MACE, el-Hafız Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen-ü İbn Mace, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. RAFİÎ, Mustafa Sadık, İ�cazu�l-Kur�an, Daru�l-Kitabu�l-Arabi, Beyrut, 1990. RAZİ, Muhammed b. Ömer Fahruddin, Mefatihu�l-Gayb, Daru�l-Kütübi�l-İlmiyye 1. Baskı, Beyrut, 1990. RIZA, Muhammd Reşid, et-Tefsiru�l-Menar, Daru�l-Kütübü�l-İlmiyye, Beyrut, 1935. SADR, Muhammed Bakır, Kur�an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, 2. Baskı, Fecr Yayınları, Ankara, 1995. SALİH, Suphi, Hadis ilimleri ve Hadis Istılahları, Çev: KANDEMİR, Mehmet Yaşar, D.İ.B. Ankara, 1988. SERAHSİ, Şemsü�l-Eimme Muhammed b. Ahmed (ö.485/1090),Kitab�ul Mebsut, Beyrut ,ts. (I-XXX) SERİNSU, Ahmed Nedim, Kur�an-ı Kerim�in Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzulün Rolü, Şule Yayınları, İstanbul, 1994. SIDDIKİ, Mazharuddin, Kur�an�da Tarih Kavramı, Çev: Süleyman KALKAN, Pınar Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1990. SÖNMEZSOY, Selahaddin, Kur�an ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998. SUYUTİ, Lübabü�n-Nükul fi Esbabi�n�Nüzul, Daru İbn Kesir, 2. Baskı, Beyrut, 1990. ŞATİBİ ,Ebi İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed eş, el-İ�tisam, Daru�l Marife Beyrut/Lübnan 2000. ----------� el-Muvafakat fi Usuli�ş-Şeri�a( I-IV), Daru�l-Marife, Beyrut, 1417/ 1997. ŞABAN, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, terc.. İbrahim KafiDÖNMEZ, T.D.V.ANKARA, 1999. ŞELEBİ, Muhammet Mustafa, Ta'lil'ul Ahkam, Huru Nuhdet�ul Arabiyyet, Beyrut, ts. ŞİMŞEK, Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yayınları, Konya, 1995. TABERİ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Camiu�l-Beyan an Te�vil�i Âyil�l-Kur�an, ( I-XX), Daru�l-Fikr, Beyrut, 1415/ 1995. TAFTAZANİ, Ömer b. Abdullah Sa�duddin, Şerhu�l-Mekasid, Alemü�l-Kütüp, 1. Baskı, Beyrut, 1989. TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevda, Sünenü�t-Tirmizi, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. UYANIK, Mevlüt, Kur�an�ın Tarihsel ve Erensel Okunuşu, Fecr Yayınıvi, Ankara, 1997. VAHİDİ, Ali b. Ahmed, Esbabü'n-Nüzul, Terc. TETİK Necati-ÇAĞIL Necdet, , İstanbul, 1997. YAZIR, Elmalılı Hamdi , Hak Dini Kur�an Dili Ankara., 1995. YILMAZ, Nedim, İ�cazu�l-Kur�an, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1984. YILDIRIM, Suat, Kur�an-ı Kerim ve Kur�an İlimlerine Giriş, 4. Baskı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1996. ZEHEBİ, Muhammed Hüseyin,et-Tefsir ve�l-Müfessirun, Daru�l,Kütübi�l-Hadis, 2. Baskı, Kahire, 1976.. ZEHRA, Muhammed Ebu İslam Hukukunda Suç ve Ceza TÜFEKÇİ İbrahim, Kitabevi, İstanbul 1994. ZERKEŞİ, Bedrüddin Muhammed b. Abdullah, el-Burhan fi Ulumü�l-Kur�an, Daru�l-Marife, 1. Baskı, Beyrut, 1990. ZÜRKANİ, Muhammed Abdülazim, Menahilü�l- İrfan fi Ulumi�lüKur�an, Daru�l-Kitabi�l-Arabî, Beyrut, 1995.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
VAHİY VE TARİH
Ömer
Özsoy
Vahiy ve Tarih"
denilince, �tarih' kelimesinin çağrışım dünyasının zenginliği
nedeniyle pekçok şey akla gelmektedir. Bu tebliğde
vahiy-tarih ilişkisiyle, özelde Kur'an vahyinin içeriği ile
olgusal durum arasındaki ilişki bağlamında ilgilenilecektir.
Bu esnada, gerek bu çerçevedeki sorunlarımızın netleşmesine ve
çözümüne yönelik katkıları, gerekse bu toplantının aynı
zamanda bir Fazlur Rahman'ı
anma toplantısı olarak düşünülmüş olması nedeniyle, sorunu
Fazlur Rahman tecrübesi
ekseninde tartışmamın isabetli olacağını düşündüm.
Dolayısıyla, tebliğimde Fazlur Rahman'ın İslam-Çağdaşlık
ikileminin çözümüne yönelik "İslami çağdaşlaşma" projesini,
dayandığı �vahiy' ve �tarih' tasavvurları açısından
değerlendirmeye çalışacağım.
Kur'an vahyinin
belli bir tarih diliminde gerçekleştiği ve buna bağlı olarak,
sözkonusu tarih dilimiyle ve hitabın yönetildiği kültürel
çevre ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu muhakkaktır. Hz.
Muhammed (as) aracılığıyla tebliğ edilen son vahyi içeren
Kur'an metni incelendiğinde, verili duruma oldukça sınırlı
ölçüde, ama son derecede köklü müdahalelerde bulunulduğu
gözlemlenmektedir. Yine, sözkonusu ilahi müdahalelere, Hz.
Muhammed'in önderliğindeki İslami hareketin gerçekleştirdiği
büyük değişim/dönüşüm karşılaştırıldığında, bu başarının
ortaya çıkarılmasında vahyin yanısıra, beşeri katkıların da
ihmal edilemez ölçüde etkinlik arzettiği farkedilmektedir.
Vahyin bildirdiği ilahi talepler ve gösterdiği hedefler
doğrultusunda, Hz. Muhammed'in önderliğinde ortaya konan bu
pratiğe Fazlur Rahman �Sünnet' olarak isimlendirir.[1]
Onun yalnızca Hz. Peygamber'in somut rehberliğiyle
sınırlamadığı, ama mutlaka ilahi gözetim ve denetim altındaki
bu peygamberi rehberliğe istinad ettirdiği Sünnet yorumuna,
�Nebevi Sünnet'in yanısıra "Yaşayan Sünnet" boyutunu da
katmış olması, belli ki, onun Sünnet'i, özünde dinamik bir
sürec olarak algılamak istemesinden kaynaklanmaktadır.
Sünnet'e ilişkin bu yorumun, değişken ve ne yöne seyredeceği
önceden belirlenmemiş, deyim yerindeyse, ucu açık bir tarih
tasavvuru üzerine oturduğu açıktır.
Fazlur Rahman'a göre değişim kaçınılmazdır.[2]
Buna bağlı olarak, o Sünnet'i, Hz. Peygamber tarafından
belirlenmiş standart bir davranış kalıbı olarak değil, Hz.
Peygamber'in, -onun eğitimini almış seçkin arkadaşlarının ve
onların yetiştirdiği Müslüman nesillerin, özetle İslam
cemaatının değişen çevre koşullarına ve hayatın meydan
okumalarına ��cevap verirken" dayandıkları ve aynı zamanda bu
cevapların geliştirdiği bir gelenek olarak açıklama
eğilimindedir.[3]
Bu Sünnet yorumunun, Rahman�ın Kur'an'ın mahiyetine ilişkin
tasavvurunun organik bir uzantısı olduğunu farketmek güç
olmasa gerektir. Zira ona göre Kur'an'ın kendisi de, 7. yy.
Arap Yarımadası'ndaki duruma verilmiş ilahi bir �cevap'tır.[4]
Fazlur Rahman'ın algı dünyasında Sünnet ve vahiy arasındaki bu
işlevsel paralellik yönünde bulundurulduğunda, onun şu vurgusu
netleşmektedir: Sünnet yalnızca (Nebevi Sünnet olarak) vahyin
buyruklarının ilk pratiği olmayıp, aynı zamanda (Yaşayan
Sünnet olarak) vahyin misyonunun İslam cemaatı tarafından
sürdürülmesinin de adıdır.
Fazlur Rahman'ın "Yaşayan
Sünnet" yorumunun tarihsel gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği
tartışmasını[5]
bir yana bırakarak, böyle bir soyutlamayla onun ne yapmaya
çalıştığını anlamayı deneyecek olursak; bu girişimin,
�değişim� olgusu ile vahyin içerik bakımından sınırlı oluşu
arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan kadim soruna (
nedretu'n-nusûs ma�a tekâsuri'l-vaqâ�i�) bir çözüm arayışı
anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Sorun şudur: Hz.
Peygamber'in vefatıyla birlikte vahiy kesilmiş, ama tarih sona
ermemiştir; dolayısıyla, hayat yeni sorunlar üretmeye devam
ettiği halde, bu sorunlar karşısında nasıl tavır takınması
gerektiği konusunda İslam cemaati doğru bir ilâhi/peygamberi
rehberlikten yoksun kalmıştır. Rahman'a göre, Sünnet'in
Hadis'e indirgenmek suretivle dinamizminden soyutlanmasından[6]
önceki dönemlerde İslam cemaati değişen çevre koşulları
karşısında �bocalamaksızın' islami yaşambiçimleri/çözümler
üretmede başarılı olagelmişlerdir; metaforik bir söyleyişe,
Allah'ın ve Rasul'ün attığı adımların sürdürebilmişlerdir.
Sünnet'in dinamik bir süreç olmaktan çıkarılıp metne
(hadis) indirgenmesinden ve Hadis'in Kur'an'la birlikte
kaynak metin ( nass ) olarak kullanılmaya
başlamasından sonra ise, yeni durumlara karşı İslami tepki
vermenin tek yolu olarak �kıyas' -o da çok sınırlı bir
düzeyde- işletilmiştir.
Rahman'ın nassın
sınırllılığına karşın olayların sınırsızlığı sorununa çözüm
olmak üzere geliştirilen ve kıyasın işletilmesini de mümkün
kılan "sebebin hususiliği hükmün umumiliğine engel teşkil
etmez"[7]
ilkesine alternatif olarak, kendi algılama biçimiyle ilk
nesillerin uygulamalarına (Yaşsayan Sünnet) dikkat çekmek
istediği söylenebilir.[8]
Usulcülerin geliştirdikleri bu formül, nass'daki (Kur'an ve
Hadis) hükümlerle kıyaslanamayacak -dolaysıyla Kur'an'ın
indiği dönemdeki verili duruma bir şekilde indirgenemeyecek-
yeni durumların zuhur edebileceğini yadsıyan bir tarih
tasavvuru temelinde yükselmektedir. Rahman'ın tasavvuruna göre
ise, Hz. Peygamber sonrası dönemde Kur'an'da ve Hz.
Peygamber'in uygulamalarında bir makîsun �aleyh
bulunamayacak yeni durumlar pekala zuhur edebilirdi ve nitekim
etmişti de... Hz. Peygamber'in vefatıyla birlikte vahyin
doğrudan yol göstericiliğinden de mahrum kalmış bulunan İslam
cemaati, yeni gelişmeler karşısında tavır belirlerken, doğal
olarak, Kur'an metnini değil, vahyin rehberliği altında
yaşadıkları tecrübeyi esas almışlardır. Pek çok örneğin
yanısıra, özellikle Hz. Ömer'in, Kur'an'ın lafzi talimatına
ters düşse bile, Kur'anî hedefin gerçekleşmesi için gerekli
gördüğü adımları atma konusunda cesaretsizlik göstermemiş
olması oldukça öğreticidir.[9]
Bu noktada, Fazlur Rahman'ın doğrudan doğruya Fıkıh Usulü'ne
katkı önerisi olarak kabul edilebileceğini düşündüğüm şu
vurgusu netleşmektedir: Kur'an'ın gösterdiği idealleri
gerçekleştirmek, onun lafzî talimatını tatbik etmekle her hal
ve kârda aynı şeyde değildir. Bu yüzdendir ki,
nüfuz etmeye çalıştığımız bu algı dünyasına göre, Kur'anî
mesajın, nüzul döneminden sonra veniden tarihe müdahil
kılınabilmesinin tek yolu, İslam'ı yeniden canlı, dinamik bir
geleneğe dönüştürmek, yani Yaşayan Sünnet'i ihya etmektir. Bu
ise, teorik olarak, vahyin denetimi altındaki tecrübeden, yani
nüzul döneminden sonra doğal olarak beliren �Kur'anî söylem' -
�Kur'anî mesaj' ayrışmasının farkına varabilmeyi gerekli
kılmaktadır.
Fazlur Rahman, Kur'an'ın lafzî
talimati ile bu talimatların gözettiği ilkeler arasındaki
ayrışmanın farkedilemeyişinin nedenlerini de tahlil
etmektedir. Kuşkusuz, Ortaçağ boyunca hayatın modern
zamanlarda olduğu kadar hızlı değişimler içermeyişinin, bu
ayrışmanın algılanamayışında rolü olmuştur. Zira, nüzul
dönemini izleyen dönemlerde İslam coğrafyasının siyasî,
ictimaî, askerî, iktisadî vb. alanlarda çok köklü değişimlere
sahne olmayışı nedeniyle, nassın mantukundan çıkarılan veya
kıyasla elde edilen hükümler büyük ölçüde İslam cemaatinin
ihtiyaçlarına cevap veregelmiştir. Rahman, Kur'an'ın lafzî
talimatını yerine getirmekle, aynı zamanda Kur'an'ın
hedeflediği idealin yerine getirilmiş olacağı sanısının, bunun
dışında bir sebebine, Kur'anî söylemin doğasından kaynaklanan
nedenine dikkat çekmektedir: Ku�anî genel ilkeler
vermek yerine, somut çözümler getirmiş olması.[10]
Böyle olunca, Kur'an'ın tikel dummlar için öngördüğü bu tikel
hükümlerin bizzat kendileri, arkalarında yatan genel/evrensel
hükümler/ilkelerle özdeş olarak algılanabilmiştir. Belki de,
Kur'an'ın hitabı ile, bu hitapta içkin olan mesajın
birbirinden ayırdedilmesine ilk fırsat veren, İslam cemaaının
modernite tecrübesi olmuştur. Zira, "modernitenin değerleri ve
kurumlarıyla Müslümanlar'ın yaşadıkları coğrafyayı da etki
alanına alacak şekilde egemen olmasıyla birlikte, Kur'an
hitabının, içinde yaşadığımız çağla hemen hiçbir konuda
örtüşmediği farkedildi. O ne çağdaş kavramlarla konuşmakta, ne
de çağdaş sorunları ele almaktaydı; dolayısıyla, dış dünyada
onun hitabının birebir karşılıkları yoktu. Bu durum
Müslümanlar'ı şöyle bir ikilemin kucağına itti: Kur'an'ın
hitabı bu çağa yönelik olmadığına göre, Müslümanlar va
Kur'an'a rağmen çağdaşlaşmayı ya da çağdas duruma rağmen
Kur'an'a sadakati tercih etmek durumundadırlar. Kuşkusuz,
Müslümanlar'ın bu soruna yönelik çözüm önerileri, yani
modernite karşısındaki tepkileri, çok değişik açılardan ele
alınarak, çok farklı tasnifler altında açıklanabilir nüanslar
taşımaktadır. Bununla birlikte, şu anda üzerinde durduğumuz
konu açısından gerçek ayrışmanın, �vahiy' (özelde Kur'an) ve
�tarih' anlayışları düzleminde belirginlestiği kamsındayım.
Zira, Kur'an'ı 7. yy.'a hapsetmek suretiyle onun mesajını
tarihin içinde eritmekten başka birşeyi ürün vermeyen
İslam-Çağdaşlık karşıtlığı tezini belirleyen, vahiy ve tarih
hakkında sahip olunan tasavvurlar olmuştur" .[11]
Bilindiği gibi,
Fazlur Rahman çagdaş
Müslümanlar'ın bu sorun karşısındaki çözüm önerilerini belli
dönemler halinde değerlendirmeye tabi tutmaktadır.[12]
Bu esnada İslam-Çağdaşlık ikilemi karşısında sergilenen iki uç
tutumla lalaik çağdaşçı ve katı muhafazakar tutumlarla da
polemiğe girmektedir.[13]
Onun muhafazakar müslümanlara ve laik çağdaşlara yönelik
eleştirisi, her iki kesimin düşünüş biçiminin de, Kur'an'ın
bugün tarihe müdahil kılınamayacağını sonuç vermesidir. Bu
değerlendirmeye bütünüyle katılıyor ve bunun sebebini, her iki
kesimin de, olgusal olanı değer mevkiine yükseltmelerinde
görüyorum: "Hiçbir otantik Müslümanın Kur'an'a sadakatten
vazgeçmeyeceğini düşündüğümüzde, muhafazakar Müslümanların
tutumları bize daha müslümanca görünse de, sonuçta her iki
tutum da �olgusal'cı - muhafazakarlar �Asr-i Saâdet' olarak
isimlendirdikleri tarihsel bir durumu çağdaşlar da �modern'
olarak niteledikleri tarihsel bir durumu- değer haline
getirmek gibi bir hatada birleşmektedirler. Bu iki aykırı
mutlakçı ucun ittifak ettikleri nihai hüküm ise şudur:
Kur'an bugün tarihe müdahil kılınamaz. Sonuçta,
sekülerist çagdaşçı yaklaşım Kur'an'dan bağıimsız bir
yenilenme modeli önerdiği, hatta Kur'an'ı değişimin önünde
bir engel olarak gördügü; katı muhafzakar yaklaşım da,
yenilenmenin Kur'an'dan kopmak olacağı gerekçesiyle her türlü
yenilenmeye karşı çıktığı için, her iki tutum da "Müslüman
kalarak yenilenme" formülü geliştirememişler, dahası,
"Müslüman kalarak yenilenme"nin imkanına inanmamışlardır".
Fazlur Rahman ise, her iki
durumu da kendi tarihsellikleri içerisinde algılama ve
eleştirme eğilimindedir. Onun projesi, Müslüman kalarak
çağdaşlaş-manın imkaınını varsayan yenilik yanlısı çizgiye bir
katkı niteliği taşıdığı için, onun önerdiği modelin özgünlüğü,
çağdaşlaşma yanlısı Müslümanlar'a getirdiği eleştirilerde
gizlidir. Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, onun en özgün
yanı ve kaçınılmaz addettiği tutum, ahlaki bir öge olarak
fikri dürüstlük ve ödünsüzlüktür; bu anlamda o gerçek bir
radikaldir. Nitekim kendisi, pek çok selefini ve çağdaşını
"ilkesiz yenilikçilik" adı altında toplaya bileceğimiz
suskunluk, ikiyüzlülük, geleneği istismar ve eklektisizm gibi
nitelemelerle ele almış ve eleştirmiştir. Fazlur Rahman'ın
-yerine göre acımasız- eleştirilerine maruz kalan ilkesiz
yenilik yanlısı Reformistler, sonuç itibarryla çağdaşlaşmayı
mümkün ve meşru kılacak her türlü aygıta ve malzemeye
başvurmuşlardır. Ne çağa, ne de geleneğe yönelik derin bir
kavrayış ve eleştiriye sahip olduklari için, yeri geldiğinde
bazı Kur'an pasajlarının bile tarihselliğini kabul ederken,
ihtiyaç duyduk-larında hiç çekinmeden ve sorgulamadan,
amaçlarına denk düşen tarihsel bir uygulamayı geleneğin
içinden çekip çıkarabilmekte ve önerdikleri modelin bir yerine
monte edebilmektedirler.[14]
Sonuçta,
muhafazakarlar sadece Kur'an'ın mesajını tarihin dışına
itmekle laikler de bu mesajı tarihin içinde eritmekle
yetinirken; reformistler, işi Kur'an metninin özgün anlamına
tasallut noktasına kadar vardırmışlardır. Böyle bir yaklaşımla
Kur'an'a herşeyi söyletmek mümkündür ve herşseyi söyleyebilen
bir metin olarak algılandığı andan itibaren Kur'an'ın
rehberliğinden sözetme imkanı da ortadan kalkar. Bu noktada,
Fazlur Rahman'ın namusu gibi
sarıldığı bir diğer hassasiyet alanına girmiş oluyoruz: Kur'an
metninin özgün anlamı.
Fazlur Rahman, Yaşayan Sünnet'i
yeniden güncelleştirmek suretiyle yeryüzünde Kur'an'ın
gösterdiği hedefler doğrultusunda bir toplum oluşturmaya
yönelik kendi önerdigi "İslami çağdaşlaşma" modelinin,
yukarıda değinilen ve burada işaret etme imkanımız olmayan
diğer sakıncalardan uzak tek çağdaş-laşma modeli olduğu
kanaatindedir. Bu modelin temelinde, Kur'an'ı anlama ve
yorumlama süreçlerinin birbirini izleyen iki ayrı süreç
olduklarının kabulü yer almaktadır. Bu ayırım sayesinde Fazlur
Rahman, bir yandan Kur'an hitabının keyfi anlam
belirlemelerinin tasallutundan korunmasını, ama aynı zamanda
bu lafzî delaletin ötesinde, başka durumlara taşınabilir olan
�mesaj'ın kavranabilmesini mümkün kılmanın peşindedir. Kısaca
ifade etmek gerekirse, onun "ikili hareket" olarak nitelenen
önerisi; bugünden Kur'an'ın indiği döneme giderek, herbir
Kur'an pasajını kendi tarihselliği içerisinde anlamayı (anlama
süreci) ve elde edilen anlam ile, ilgili tarihsel durum
arasındaki ilişkiden hareketle, Kur'an'ın gösterdigi ideali
tespit edip, kendi verili durumumuza karşı bu ideal
doğrultusunda bir cevap vermeyi (yorum süreci)
içermektedir.[15]
Fazlur Rahman, bu ikinci
sürecin, yani Kur'an'dan elde edilen ideallerin bugün nasıl
pratize edileceği konusuna ilişkin yorumların öznellik
riskine açık olduğunu bütün açık yürekliliğiyle teslim
etmekle birlikte,[16]
anlama sürecinde nesnelliğin imkanı konusunda ısrarlıdır. Ona
göre, herbir Kur'an pasajı, indiği dönemde muhataplarına belli
bir şey söylemiştir ve herhangi bir Kur'an yorumu meşruiyyet
iddiasında bulunabilmek için, Kur'an'ın "söylemişs olduğu"ndan
hareket etmek zorundadır.[17]
Bu noktada onun öznelci yorumsamacılarla girdiği
yüzeysel tartışmaya temas etmeye sanırım zamanımız elvermez.[18]
Fazlur Rahman'ı bu tartışmada Gadamer'e karşı Betti'nin
argümanlarını benimsemeye iten, Kur'an'ın ilk Müslüman nesil
için ifade ettiği anlamın, (buna, Kur'an hitabının özgün
anlamı diyebiliriz) tarihin her döneminde anlaşılması
zaruretine olan inancıdır; bu zaruretin yerine getirilmesi
ise, anlama sürecinde nesnelliğin imkanına bağlıdır. Sanırım,
Fazlur Rahman'ı bu tartışmada
saf tutmaya iten, İslam'ı bugüne taşımanm ilk adımı olduğunu
düşündüğü "Kur'an hitabınıi kendi tarihselliği içinde
anlama"ya imkan aralama iradesinden başkası değildir. Bu
nedenle, onun projesi/önerisi üzerine fikir beyan ederken, bu
konumunu gözardı etmenin haksızlık olacagı kanısındayım.
Nesnelciliğe yönelik eleştirileri bütünüyle haksız bulmamakla
beraber, "tarihin yeniden kurgulanmasının mümkün olmadığı,
dolayısıyla bu suretle özgün anlamın tesbit edilmesinin boş
bir hayal olduğu"[19]
düşüncesi temelinde yükselen Fazlur
Rahman (veya nesnellik) eleştirilerinin tamanın, aynı
zamanda İslam geleneğinin asli bünyesine yönelik eleştiriler
olarak değerlendiriyorum. Zira ictihâd'ın kendisi,
Şari'in maksadının/Kur'an ifadelerinin özgün an
lamlarının/nesnel anlamını (ma'nâ-i vaz'i ) �orada'
durduğu ve �kesf' edilebileceği iddiası üzerinde varlık
kazanan bir girişimdir.
Bu itibarla,
Rahman'ın, tam da çok eleştirilen nesnelciliği ve
tarihselciliği nedeniyle, gelenek içerisinde hareket ettiğini
ve sonuçta getirdiği önerilerin ictihâd kurumunu
güncelleştirmeye ve bu çabanın işlerlik alanını genişletmeyi
hedeflediğini düşünüyorum. Bilindigi gibi, ictihâd,
tarih boyunca/gelenekte -işaret edilmiş bulunan istisnalar
dışında- nassın suskun kaldığı alanlarda işletilmiştir.
Rahman ise, bu kurumu, nassın konuştuğu alanda da işler
kılmayı önermektedir.[20]
Zira ona göre, Kur'an ve Sünnet�in ilgilenmediği yeni
durumlar ve sorunların başgöstermesi imkanı şöyle dursun;
esasen, Kur'an ve Sünnet her konuda son adımı atmış da
degildir. Bu yüzden, Kur'an'ın ve Sünnet'in attığı adımları,
Müslümanlar'ın atacağı yeni adımların izlemesi -Rahman'ın
ifadesiyle Yaşayan Sünnet'in ihya edilerek yeniden işler
kılınması- kaçınılmazdır. Müslümanlar'ın, onu hem islâmi
geleneğin içinde kılan, hem de geleneğin egemen çizgisinden
ayıran bu cür'etkar önerisini henüz bireysel bir tecrübenin
ürünü olarak okuma eğiliminde olduklarını düşünüyorum.
Kanaatimce, Fazlur Rahman
tecrübesi, sonuçta müslüman (Allah'a teslim olmuş) bir bireyin
çagdaş dünyada Allah'ın istediği/isteyebileceği �oluş' ve
�duruş'un açık bir arayışını resmetmektedir; bu arayış
birilerince paylaşıldığı sürece de, onun bu çabası, aynı
zamanda bireysel bir tecrübeden fazla bir anlam ifade
edecektir.
Kaynakça
Açıkgenç,
Alparslan,
"İslami Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü Fazlur Rahman'ın
Hayatı ve Eserleri", İslami Araştırmalar IV (1990), s.
232-252.
Aktay, Yasin,
"Objektivist ve Relativisit İradeler Arasında Kur'an'ı
Anlama", Kur'an Sempozyumu (Bilgi V.), Ankara 1996, s.
51-62.
el-Amidî,
el-İhkâm, Mısır 1387/1967.
Fazlur Rahman,
"Allah'ın Elçisi ve Mesajı", Allah'ın Elçisi ve Mesajı:
Makaleler I (çev. Çiftçi), Ankara 1997, s. 27-57.
__, "İslam,
Sorunlar ve Fırsatlar", Allah'ın Elçisi ve Mesajı:
Makaleler I, s. 79-103.
__, "İslami
Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri" (çev. Bekir
Demirkol), İslami Araştırmalar IV (1990), s. 311-320.
__, Tarih
Boyunca İslami Metodoloji Sorunu (çev. Salih Akdemir),
Ankara 1995.
__, İslam (çev.
M. Dağ-M. Aydın), İstanbul 1981.
__, İslam ve
Çağdaşlaşlık (çev. A.
Açıkgenç-M.H. Kırbaşoğlu), Ankara 1996.
Özsoy, Ömer,
"Kur'an ve Müslümanlar'ın Yenilenme Sorunu��, Değişim
Sürecinde İslam (20-22 Nisan 1996, Ankara), Ankara 1997,
s. 7-14.
Ünal, İsmail
Hakkı,
"Fazlur Rahman'ın Sünnet Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı
Üzerine", İslami Araştırmalar (Fazlur Rahman Özel Sayası)
IV (1990), s. 285-294.
[1]
bkz. Tarih Boyunca İslami Metodoloji
Sorunu (çev. Salih Akdemir), Ankara 1995, s. 19 vd.
[2]
bkz. age., s. 181 vd.; ayrıca bkz. Alparslan
Açıkgenç, "İslami Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü Fazlur
Rahman'ın Hayatı ve Eserleri", İslami Araştırmalar IV
(1990), s. 240-241.
[3]
Fazlur Rahman'ın Sünnet anlayışı için bkz. Tarih
Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 1 ve 2. Bölümler, s.
11 vd.
[4]
"Allah'ın Mesajı ve Elçisi", Allah'ın Mesajı ve Elçisi:
Makaleler 1 (çev. Adil Çiftçi), Ankara 1997, s.53.
[5]
Bu konuda bkz. İsmail Hakkı Ünal, "Fazlur Rahman'ın Sünnet
Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine", İslami
Araştırmalar (Fazlur Rahman Özel Sayısı) IV (1990), s.
285-294.
[6]
krş. Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 22
vd.
[7]
Bu formülle ilgili tartışmalar için bkz. el-Amidi,
el-Ihkâm, Mısır 1387/1967, II. 218-222.
[8]
krş. İslam ve Çağdaşlık (çev. A. Açıkgenç - M.H.
Kırbaşoğlu), Ankara 1996, s. 81.
[9]
Fazlur Rahman'ın başvrduğu uygulama örnekleri için bkz.
Tarih Boyunca İslami Meledoloji Sorunu, 5. Bölüm, s.
181 vd.
[10]
bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 85.
[11]
Müslümanlar'ın modern durum karşısındaki tavırlarını, daha
önce, başka bir vesileyle tahlil etmeye çalışmıştım; bkz.
"Kur'an ve Müslümanlar'ın Yenilenme Sorunu", Değişim
Sürecinde İslam Sempozyumu (20-22 Nisan 1996, Ankara),
Ankara 1997, s. 7-14.
[12]
��İslami çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri"
(çev. Bekir Demirkol), İslami Araştırmalar IV
(1990), s. 311-320; İslam (çev. M. Dağ - M. Aydın),
İstanbul 1981, s. 243 vd.
[13]
bkz. agm, s. 319 vd.; Tarih Boyunca İslami
Metodoloji Sorunu, s. 181.
[15]
bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 85 vd.
[16]
bkz. "İslami Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve
Alternatifleri", s. 318.
[17]
bkz. agm., s. 318 vd.
[18]
Betti ve Gadamer tartışmasına atıfla yaptığı açıklamalar
için bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 67 vd.
[19]
Bu tür eleştirilerin özetini içermesi açısından bkz. Yasin
Aktay, "Objektivist ve Relativist İradeler Arasında
Kur'an' Anlama", Kur�an Sempozyumu (Bilgi V.),
Ankara 1996, s. 53 vd.
[20]
bkz. "İslam, Sorunlar ve Fırstlar", Allah'ın Elçisi ve
Mesajı: Makaleler I, s. 97.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Muhsin Kadivarİslam'ın modern yorumlara uyumu
İslam hukuku demokrasi ve insan hakları ile bağdaştırılabilir mi?
İran'daki din adamlarının en tanınmışlarından biri, bu sorunun yanıtını
biliyor ve böylece tutucu kesime meydan okuyor. Gazeteci Bahman
Nirumand yenilikçi ve yerleşik düzeni sorgulayan reformcu ilahiyatçıyı
tanıtıyor:
İranlı ulema Kum kentinde ev hapsinde bulunan reformcu ilahiyatçı Montazari'yi beklerken.
1959 doğumlu Muhsin Kadivar, aslında elektronik mühendisi olmak
istiyordu. Ancak Kadivar, İran'ın güneyindeki Şiraz kentinde bulunan
Teknik Üniversite'de birkaç yarıyıl bu dalı okuduktan sonra fikrini
değiştirdi ve kutsal Kum kentine giderek, 17 yıl boyunca kendini İslam
hukuku, felsefe ve tasavvufa adadı.
İki yıl sonra ise Öğretmen
Yüksek Okulu'nda doktorasını yapan Kadivar, ardından öğretmen ve
araştırmacı olarak çalıştı. Bugüne kadar 12 kitap yayınlayan
ilahiyatçı, gazete ve dergiler için de çok sayıda makale kaleme aldı ve
şu anda Öğretmen Yüksek Okulu'nun felsefe bölümünde ders veriyor.
Tartışmalı din adamının taşlı yolu
Kadivar'ın
en önemli özelliklerinden biri, ilahiyat ve felsefe alanındaki
düşüncelerini dobra dobra dile getirmesi ve doğrudan siyasete – hatta
gündelik siyasete uyarlaması. İktidardaki İslamcıların kendilerini
eleştirenlere karşı ne kadar sert ve acımasız olduğu gözönünde
bulundurulursa, bu epey rizikolu bir tavır.
Gerçekten de Hordad
gazetesine verdiği bir demeç, Kadivar'ın 18 ay hapis cezası yemesine
neden olmuştu. Ceza kararının gerekçesi ise, İslam Cumhuriyeti'nin 20.
yılında bir bilanço çıkarması ve Dini açıdan terörün hüküm giymesi
başlıklı bir konuşma yapmasıydı.
Ancak tüm eziyetler Kadivar'ın
gözünü korkutmaya yetmedi. 1998'de, liberal muhalefetin öldürülen
sembol çifti Dariuş ve Parvane Foruhar, öldürülen gazeteciler Muhammed
Muhtari ve Muhammed Cafer Puyande'nin anma töreninde konuşan Kadivar
şunları söylüyordu:
"Bundan 5 yıl önce, canice cinayetleri
protesto ettiğim için 18 ay hapis cezasına çarptırıldım. Bugün de, o
zamanki sözlerimi tekrarlamak istiyorum."
"Düşünce Özgürlüğünü
Savunma Derneği"nin de yönetim kurulu üyesi olan Kadivar, bazı
şüpheliler hakkında göstermelik davalar açıldığını, ancak asıl perde
arkasında bu cinayetlerin işlenmesi için direktif verenlerin adalet
karşısına çıkarılması gerektiğini belirtiyordu.
İslam'ı yorumlamanın iki biçimi
Birçok
reformcu gibi Kadivar'ın da en çok ağırlık verdiği konulardan biri
İslam hukuku. Tartışmalar, İslam hukuku, yani şeriatın, insan hakları
ve demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmayacağı sorusunun ekseninde dönüyor.
Kadivar'ın bu soruya yanıtı, bugüne kadar açıkça dile getirilenlerin en
radikalleri arasında yeralıyor: "İslam iki biçimde yorumlanabilir: Biri
geleneksel, diğeri ise modern."
İran'daki Aftab dergisine bir
demeç veren Kadivar, geleneksel yorumların insan hakları ve demokrasi
ile kesinlikle bağdaşmayacağını söylüyor.
Bu bağdaşmazlığın
yalnızca tarih boyunca inananları yanıltan yorumları kapsamadığını
belirten Kadivar, İslam inancının en önemli temellerinin, yani
Kuranıkerim ve hadislerin de söz konusu olduğunu vurguluyor.
Müslümanların
inanışında, Kuran'ın Allah'ın kelamı, hadislerin de Allah'ın telkini
olduğu göz önünde bulundurulursa, bu düşünce devrimci bir nitelik
taşıyor.
Kadivar, İslam'da cemaatlerin mensupları, Hristiyan ve
Yahudiler ya da kadın ve erkekler gibi çeşitli gruplar için farklı
hukukların varolduğuna, ancak din, cinsiyet ve toplumdaki statülerine
bakılmadan herkes için geçerli olacak bir hukukun bulunmadığına dikkat
çekiyor.
"İslam ve insan hakları" çözülmesi imkansız bir ihtilaf mı?
Ama
bu ikilemden çıkış yolu yok mu? Kadivar, İslam'ın demokrasi ve insan
hakları ile uyumunu sağlamayı amaçlayan ilahiyatçılar arasında farklı
çabaların bulunduğunu kaydediyor.
Bazıları, insan hakları ile
çelişen belli kuralları "İslam'ın vitrininden mümkün olduğu kadar geri
çekme veya haklı gösterme" çabası içinde. Bazıları da "kuralların,
insan haklarına uyan taraflarını ön plana çıkarmaya" çalışıyor.
Bu
yama sistemi, Kadivar için yeterli değil. İranlı ilahiyatçı, sadece
geçmişten günümüze gelenekselleşmiş kurallarda değil, aynı zamanda
Kuran'da da insan hakları ile çelişen yanların olduğunu savunuyor.
Kadivar,
asıl önemli olanın bu kuralların nasıl uygulanacağı olduğunu
belirtiyor. Geleneksel İslam, Kuran'ı Allah'ın kelamı olarak, yani
"üzerinde oynama yapılamaz" ve "sonsuza kadar geçerli" olarak kabul
ediyor. Modern İslam ise, bazı alanlarda bu görüşe katılmıyor. En ideal çözüm, hukukun tarihselleştirilmesi
Kadivar,
tüm İslam öğretisinin dörde bölünebileceğini söylüyor. İlk üç bölüm,
Allah'a ve peygambere inanç, ahlak ve ibadet. Bu bölümlere dokunulamaz
ve buradaki kurallar ebediyet için konmuş.
Ancak, insanların bir
toplum içinde yaşamasını düzenleyen, örneğin ticaret hukuku, ceza
hukuku ve benzerleri için bu geçerli değil.
Modernlikten yana
olanlara göre, bu alandaki tüm kurallar, çağa uyarlanabilir, hatta
Kuran'da yer alsalar bile uyarlanmak zorunda.
İslam hukukunun tarihselleştirilmesi, aslında modern dünyaya, insan haklarına ve demokrasiye açılan kapının da anahtarı.
İnsanların
birlikte yaşamlarını nasıl düzenledikleri, siyaseti, eğitimi nasıl
biçimlendirdikleri ya da suçlulara nasıl cezalar verdikleri, akıl,
tecrübe ve (sürekli değişen bağlantı ve oranları gözeten) bilim
aracılığıyla düzenlenir.
Bu da sonuçta İslam hukuk kurallarının yeniden yazılması ve siyasetin dinden ayrılmasının zorunlu olduğu anlamına geliyor.
Bahman Nirumand
© Qantara.de 2003
Bahman
Nirumand Münih, Tübingen ve Berlin'de Alman Dili ve Edebiyatı, Felsefe
ve İranistik okudu. Şah döneminde siyasal baskıya maruz kaldığı için
60'lı yıllarda İran'ı terketti. Berlin'de serbest gazeteci olarak
çalışıyor.
Çeviren: Aydın Üstünel
Muhsin Kadivar hakkında İngilizce ve Farsi olarak geniş bilgiye ulaşmak için tıklayınız.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
agrex Yeni Uye
Katılma Tarihi: 28 temmuz 2010 Yer: Turkiye Gönderilenler: 4
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İslam'ın modern yorumu diye birşey söylemek bence saçma
çünkü şu anda dünyadaki hiçbir rejim Kuran'ın insana
sunduğu adalet ve düzeni veremiyor.Demokrasiyi son nokta
gören gösterenler sadece eşeğe binip rahatça giderken ne
iyi edip bu işe başlamışım diyenlerdir.Gel sende taşıyan
eşeğe sor.Şu anda Türkiye'de insanlar
açım,işsizim,aşsızım diyor ya sadece dünyaya bir baksın
ne kadar zengin olduğumuzu görür.Türkiyede dışarıda
aç,evsiz gezenler bile dünya zenginlik sıralamasında ilk
2-3 milyar içindedir.Bunu derken oh dert yok süpermişiz
demek istemiyorum.Dünyadaki fakirliğin boyutunu
belirtiyorum.Suya ulaşamayan milyarlar var.Ki şu anda bu
yazıyı okuyanlar internete bile ulaşmış
durumdasınız.Demokrasi hukuken diyor ki sado-mazoşist sex
kampları,çocuk pornosu,çıplaklar kampı,taylanddaki fuhuş
merkezleri serbest olabilir özgürlüktür.Burka ise kadının
özgürlüğüne darbedir.Burkayı dini bir zorunluluk olarak
görmüyor bunun sadece kültürel belkide biraz radikalleşme
olarak algılıyorum.Ama birşeyi reddedip birşeyi
varederkenki bakış açısı bir şeyin adaletinin gösterir
kanımca.Kuran'da olmayan binlerce uygulama totaliter
rejimlerin baskı unsuru olarak kullanılıyor ve dine
eklemeler yapılıyor.Birileri köşklerinin tahtlarından
haram ve helal üretip uydurma hadislere dayanak kurup
dini sömürüyor.Hadisler dini tekeline almak isteyenlerin
her zaman birincil kaynağı olmuş.Çıkışı bir sahabenin
sözlerinden rivayet.Allah'ın şahitliği var mı demişmi
hadislere uyun.Demeişmi Kuran'dan sorumlu
olacaksınız.Önümüzde Ehli kitap önümüzde hindistan
coğrafyası Allah'ın şahitliği olmadığı için kendi
uydurmalarına bağlanıp kendileri yıkıp kendileri
kuruyorlar.Dikkat edin bu tiplerin hepsinde bir lider
olur sonra o liderin alt ufak lidercikleri ve özelikleri
kendilerini övüp diğerlerini cehenneme yollamaktır.Allah
böyleleri için örneği vermiş 2 insanı temsil
göstermiş.Biri birisine bağlı ve onun boyunduruğunda bir
köle bir diğeri doğrudan Allah'a dayanıp güvenen hür bir
insan.Bu ikisi hiç aynı olur mu.Doğru dinin Allah'a has
kılınıp yaşandığını defalarca belirtmemiş mi.Üzgünüm ki
bizler kendini İslam devleti sayan yalancı devletlerin
vatandaşlarıyız.Kuran'dan bir hüküm vermek istiyorum.O da
zulüm için öldürülen öldürülür.Şu anki demokrasi güyaca
bunu ilkel buluyor.Bir insan insanca çalışıyor,kurallara
uyuyor haklarını insanca arıyor bir diğeride zevke adam
öldürüyor bu ikisini aynı kefeye koyan hüküm nasıl oluyor
da çağdaş oluyor.Bu çağdaş beyinler bunun zalimlere
fırsat verdiğinin görmüyorlar mı.Diyorlar ki onun yerine
ağır ceza ve müebbet hatta.Peki benim param niye bir
zalimi doyutmak için kulanılsın.Ben ölürken o niye
yaşasın bu bir adalet değil ki.İran yani katolik
kafalılar azizler ve masumlar ilan edenler emirin sadece
Allah'ın olduğunu anlamayanlar İslam'ı tartışamaz.Onlar
önce İslam'a ve Kuran'a dönsünler.Sadece ve sadece
Allah'a dua edileceğini kafalarına koysunlar o zaman
konuşma hakkına sahip olurlar.İslam kaninattaki en güzel
rejimi koyar,aklı düşünmeyi över,baskı kurmaz o kadar ki
dine ve insanlara saldırmadıkça inkar edenleri bile
korur.Ama bu demokrasi devletlerine bir minare bile çok
geldi.Sex shop açılsaydı veya free zone deyip alem
karışık birbirini götürseydi bunu hoş
görürlerdi.Demokrasi dedikleri güçlünün güçsüzü
ezmesinden başka birşey değil.Onlar sadece Allah'ın
değişmez kanununu bekliyorlar.Gülüp oynarken şımarıp
azarken ve bu nimetlere karşılık Allah'ı inkar ederken
onlar sadece ve sadece ziyanlarını arttırıyorlar.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|