Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
TASAVVUF: BİR AYRI DİN
ERCÜMEND ÖZKAN
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya
izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından,
kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa Müslümanlıkta önem kazanmış,
yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmistir.
Araştırmacılar tasavvufun en erken hicri ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa
da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış,
başlangıcının miladi sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu
ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber'in şahsına,
onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına
dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse
kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da
tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. Her ne
kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller
görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye
çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır.
Hatırlayacağınız gibi Peygamber'in arkadaşlarından
bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine
mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz
kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size
ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah’ın elçisi değil miyim? Ben oruç da
tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da
yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle
davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta
bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar
olmuştur. Cevabi sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle
olduğu. İslam "La ilahe illallah" (Allah'tan başka ilah
yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef
almıştır.
Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan "La
mevcude illallah" (Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi
olmuştur. Ki bunun meşhur adı "VAHDETI VÜCUD" (Vücud
Birliğidir) Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine
benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün
Allah’ın benzeri olduğu inancındadır.
Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur
isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddin-i Arabi Füsüsu-l Hikeminde:
"Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi tek bir
varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan
varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla
kitabında: "şu halde Firavnun iddia ettiği "Ben sizin yüce Rabbinizim
sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavnun
suretinde tecelli etmiştir." diye sürdürmektedir inançlarını
açıklamayı.
Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür.
Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din,
tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya
koymaktadır. Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki
gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler. Birinci
olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin
aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah;
varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır.
Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından
hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir
varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu
görüşüdür.
İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide
edinen tasavvuf, saliklerini (bağlılarını) İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas
sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan
yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan var eden Allah
kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu
görüşü benimsemez.
Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah
tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan,
yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına
çıkmasından başka bir şey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur.
Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı
görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta vardır (vahdeti vücud).
Yaratılma olayı Allah’ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan var
ediş değildir.
Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ
felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik
olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha
sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan
sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan
yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı
kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam
dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran
ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar.
Bunlar arasında, Mansur, Senai, Zunnün-u Mısri, Şeyh
Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabi, Nesimi gibi filozof ve
şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık
Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik
kazandırdı. Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer
İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından
Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla
bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından
yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında
öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık
yoktur.
Kur'an’a göre, Allah, insanın düşüncesinin, aklının
sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine
benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan
Vahdeti Vücud anlayışını reddeder. Bugün hemen bütün Müslümanlar arasında
derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran’da
tutunmakla kalmadığını, bugün Müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a
sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında
yayıldığını göstermektedir.
Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din
salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a
getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla
dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre
Müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı söyle olmuştur: Suriye'nin Ürdün'e
yakın bölgelerinde daha yoğun bir Hıristiyan kitle ile bir arada yaşayan
Müslümanların bazılarının komşusu Hıristiyanlardan: "Sizin dininizde daha
dindar olmak için ne yapılır" sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan
kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a
adar" cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol
gösterici olmuştur.
Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken"
(42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu.
Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup
doğru yol gösterildikten" (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca
düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya,
yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının
vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak
edinmişlerdir.
İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe
karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İslam’da ise insan için en
olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı
açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından
bir Müslüman’ın hiçbir sebeple kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele
kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak Müslüman’ın böylesi bir dünyadan
el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki
hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir Müslüman
olarak.
İslam’da sevap böyle dünyadan el etek çekerek değil,
insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek
Allah’ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini
toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni
almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah’ın emrettiği
şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledir ki Peygamberin gününde inzivaya
çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.
Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve
rahatından sakınma, kanaatle yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini
terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır.
Zira Allah Kuran’da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..." buyurmaktadır.
Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza
vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır.
Mesela oruç bir ay boyunca Müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz
kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya
nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir.
Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz
kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye
edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin
kendine bırakmamaktadır. Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin
nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum
bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna
vücudlar halsiz ve takatsiz bırakılmaktadır.
Tüm bunların farklı kültürlerle temas neticesi onlarda
bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda
anlatmaya çalıştık. Simdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara
devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden
ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda
karşılaştırmalar yapalım. İslam’da zahire (görünüşe) göre hüküm verilir.
Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar.
Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir.
Örneğin İslam’ın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir.
Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler
iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir. Tasavvufta ise asıl olan
zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre
görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin
sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda
"Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş
sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir" demektedirler.
Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen
hatırlayıvereceği gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve
yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle,
kim bilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir
demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta
böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri
düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli
olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü
ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla
doğrulaşmaktadır.
Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri
çekecektir. İslam da insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı
şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe
mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi
bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe
"Ben Allah’ım" diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih
ederim. Benim sanım ne yücedir." derken, İbni Arabi "Yaratılan,
yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim" diyebilmekte, buna paralel olarak
da, Yunus "Bir ben vardır, bende, benden içeru..." diye
sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip
istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek "Bana seni,
gerek Seni..." diyenler de bunlardır.
Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi
tezahürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki "Hatta
'Füsüs ve Fütühati Mekkiyye' isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi
"Hıristiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde
yanıldılar"'1' demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de
"Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal
tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha
dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha
zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar
sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler.
Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman,
bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin
isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu
bilmesin"'2'. Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise
bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce
örnek bulmamız mümkündür'3'. Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana
kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun
görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için
aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame
edilmek istenilen şeylerin her şeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları
vardır.
Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce
seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Allah katında kabul
görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur.
Zira her şeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren
unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin
İslamlaştırılması, İslam’ın tümüyle reddedilemediğindendir. Madem ki bu
başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslam’dan ya da laik İslam’dan
bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam’da
yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki demokrasi de, laiklik de uzaktan yakından
İslam’la ilgili olmayan şeylerdir.
Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar
tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslam’a
sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam’ı
tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi
isterlerdi. İstemişlerdir de. Ama bunu başaramamışlar ve başaramayacaklardır ne
laik ve demokrat emperyalistler ne de İslam dışı tasavvuf anlayışı bunu
başaramayacaktır “onlar istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır”
İktibas Dergisi/Sayı: 141
(1) Bkz. iktibas Dergisi, 104. sayi, 26. Sayfa, 1. sütunda
Şeyhülislam Mustafa Sabri'nin Vahdeti Vücud isimli makalesi.
(2) Bkz. Nefahatül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren:
Bedir Yayinevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa:
42.
(3) 1. Nefahat’ül Üns: Molla Cami, Bedir Yayinevi, 1.
baski, 1971, İstanbul.
& nbsp;
  ;
&nb sp;
&nbs p;
|