baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hurûf-i Muqattaa (kesik harfler) neyi gösterir?
1. İlgili kavramlar:
1. Gösteren (dâll);
Dil göstergesinin sese ilişkin somut bölümünü oluşturan sesbirimleri bütünüdür. Sessel bir işlevi olup algılama düzlemini ilgilendirir. Yazı dilinde, gösteren, dil göstergesinin görsel kısmını oluşturan harfler bütünüdür. Harfler kelimeleri, kelimelerde cümleleri oluşturur. Arapça kelimeler isim, fiil ve harften oluşur. Arapça harflerde cümle içersinde kullanıldığı zaman mana kazanırlar/kazandırırlar (cer harfleri, atıf harfleri gibi). Doğal sesleri ifade eden harfler bu yazdıklarımızdan istisna edilmelidir. Sayfa düzeni, yazım teknikleri, uyum yada ritim arayışları, sesbirimlerin vurgulanma yolları; ses yinelemi (aliterasyon), uyak ve yarım uyaklar (asonans) gösterenleri sesli nesnelere dönüştürür.
2.Gösterilen (medlûl):
Gösterenin zihinsel bilincimizde uyandırdığı düşünce yada kavramdır; bu nedenle, insandaki kavramlaştırma yada akletme alanını ilgilendirir. Türkçe’deki “inek” yada Arapça’daki “bakara” gösterenleri zihnimizde genel bir “inek” kavramını uyandırır. Kendine özgü nitelikleri olan özel bir inek göndergesini değil de, soyut, genel bir inek kavramını ve bir sınıflandırma değerini çağrıştırır. Bu değerin ineğin rengi, boyu ve türü ile bir ilişkisi yoktur. İnek sözcüğü Türkçe’de bir hayvan ulamını oluşturur. Gösterilen değişik biçimlerde vurgulanabilir. Felsefe metinlerinde, bilimsel ve öğretici yazılarda soyut göstergelerin kullanımı, şiir vs.
Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyi akıl kurar. Akli delâlet, zorunlu bir delâlettir. Gösterenle/dâll ile gösterilen/medlûl arasında adlandırma ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi ya bizzat dil veya ilmi bir disiplin, yahut da toplum belirlemiştir.
3. Gönderge:
Dünyadaki nesnelere, isim verilen şeylere gönderge denir. Doğal dillerin kullanıldığı iletişim biçiminde –çoğu özel durumlar dışında- her zaman dil-dışı gerçekliğe göndermede bulunulur. İletişimde bulunan kimse ve alıcı iletişimi sağlayabilmek için dil-dışı gerçeklikleri biçimlendiren sözcükleri kullanır. Bu dil-dışı gerçekliklere “gönderge” denir. Gönderge, dil göstergesinin dil dışında gösterdiği her şeydir: soyuttur, somuttur, nesnedir, olaydır, olgudur, niceliktir, durumdur, kanıdır. Hatta kimi zaman gerçek dünya çok sınırlı ve dar geldiğinde, gönderge kurgusal dünyayı da içine alır. Adalet, özgürlük, hakk gibi soyut ve düşsel, söylensel göstergelerin göndergeleri olamazmış gibi gelebilir insana; gerçekten de adalet, özgürlük, hakk gözle görülen varlıklar ya da nesneler değildir. Hiç kimse “adaletin” ya da “hakk’ın” sokakta dolaştığını görmemiştir. Aslında bu sözcükler gerçek birer soyutlamadır. “Adalet” göstergesi adaletin pek çok somut deneyimine, buna bağlı olarak pek çok göndergeye göndermede bulunur. Somut göstergelerin seçimi, nitelendirmenin (sıfatların rolü) ve gerçekçi betimlemenin kullanılması sözceyi göndergelerine yaklaştırır.
4. Gösterge (sözcük):
Gönderge ve gösteren algılanır: bir kitabı görebilir ve ona dokuna biliriz. “K.İ.T.A.P” seslerini işitebiliriz. Buna karşılık, gösterilen bir kavram, yani göndergenin zihinsel yeniden sunumu, onun bir genel düşüncesi, en ayırıcı özelliklerinin bir toplamı yada özetidir. Zihinsel bilincimizde “kitap” kavramı aslında bir soyutlamadır, ama oldukça geniş bir soyutlamadır, çünkü birbirinden değişik birçok kitap “kitap” kavramına bağlana bilir. Söz konusu olan ne “İncil” ne bir “Tevrat” tır, genel bir “kitap” kavramıdır. Kitaba başka bir ad/isim versek de, o kitap gibi okunur.
Gösterileni (anlamı) gösterene (ses dizgisi) bağlayan bağ hiçbir iç ilişkiye dayanmaz; başka bir deyişle dil/lisân göstergesinin gerçeklik kazandığı ses dizisiyle, ilettiği kavram arsında hiçbir nedenlilik ilişkisi yoktur. “kitap” ses dizisini işiten birinin aklına “kitap” kavramı gelir. Çeşitli dillerde, aynı gösterileni ifade etmek için kullanılan gösterenleri karşılaştırarak bu düşünceyi doğrulayabiliriz. Ör: “El (Türkçe)”, “Hand (İngilizce)”, “Yed (Arapça)”, “Yad (İbranice), “Dest (Farsça-Kürtçe)”. Her dil birliği, kavramları kendi algılaması ve anlatımıyla değişik yollardan, değişik kavramlarla ilişki kurarak oluşturur. Dil’sel yada dil-dışı her gösterge bir uzlaşma ürünüdür; gösterge bir dilsel topluluğun üyeleri arsında genellikle örtük bir biçimde var olan bir anlaşmaya göre işler. Gerçekten de dil göstergesi özü bakımından nedensizdir, değerini toplumsal bir uzlaşmadan alır. Bir sözcüğün anlamı ne o sözcüğü oluşturan ses birimlerinin, ses özelliklerine yada harflerin biçimsel özelliklerine, ne de belirtilen nesnenin niteliklerine bağlıdır. Dil göstergesinde gösteren ile gönderge arasındaki ilişki nedensizdir. Eğer gönderge ile gösteren arasındaki bağ nedensiz olmasaydı, tabiat, hürriyet, muhtariyet, mesele vb. sözcükleri yan yana kullanamazdık ve dünyada tek bir dil olurdu. Yazının göstergeleri de nedensizdir. “deniz” sözcüğü bir denize benzemez, köpek sözcüğü insanı ısırmaz. Benzerlik dil-dışı dünya nesnesiyle onun görsel göstereni arasındaki ilişkidir. Sözcükler nesnenin simgesi ol(a)maz ve ona benzer başka bir şeyle de gösteremez.
“kitap” sözcüğüyle herkesin zihninde kendine göre bir kitap resmi oluşur; bu durumda dil göstergesi nesnenin, yani göndergenin kendisi değildir. Daha açık bir biçimde ifade edersek “kitap” sözcüğü, kitabın kendisi değildir. Ya genel olarak kitap cinsini yada belli bir kitabı gösterir Sözcük “kitabı” olduğu gibi değil, içinde yer aldığı bağlama; sunuş biçimine göre gösterir. Yani iletişim aracı olan dil’de nesnelerin kendisini değil, nesnelere verdiğimiz isimleri kullanıyoruz.
Size bir “kitap” resmi gösterilse ve bu nedir? Diye sorulsa siz buna “kalem”dir demeyeceksiniz. Bir sözcük duyuyorsunuz ve hepimiz zihnimizde o nesneyi oluşturuyoruz. Bir “kitap” resmi görüyoruz ve hepimiz “ K.İ.T.A.P” sözcüğünü dile getiriyoruz. Belli bir dilde, anlamı olan en küçük birimlere dil göstergesi denir. Ör: “kitap”, “kalem”, “sahife”, “deniz”, “onlar”, “sen”, fiil çekimleri “gel-i-yor”, “gel-di” ve ekler “geldi-ler”, “gel-i-yor-lar”, birer dilsel göstergedir. Dil göstergesi iki düzlemden oluşur: birincisi, dilbilimsel adıyla “gösteren”, kulağımızla duyduğumuz “K.İ.T.A.P” sesi, gözümüzle gördüğümüz “kitap” yazısı; ikincisi yine dilbilimsel adıyla “gösterilen” düşünüşle, deneyimlerimizle kavradığımız sözün içeriği; açıklaması “K.İ.T.A.P” sesini duyduğumuz, yazısını okuduğumuz zaman zihinsel bilincimizde oluşan genel “kitap” kavramıdır. Alimlerin tasnifiyle birincisi vücûd fi’l-a’yn. Kitab’ın kendisine a’yan dediğimiz zaman, o varlığının (kitabın) kendisi söz konusu edilmektedir. İkincisi vücûd fi’l-ezhân kitabın bir de zihnimizde varlığı var. Üçüncüsü vücûd’ul fi’l-lisân kitabın bir de dil’deki varlığı var. Kitap dil’de varlık kazanıyor. O yüzden varlık dil’e gelir, dil’lendirilir. Dördüncüsü, kağıda yazdığımız kitap kelimesi vücûd fi’l-hatt.
Gönderge dil-dışı dünyada bulunan gerçek bir varlık yada nesne. Bu nesnel gerçekliği dil temsil eder, başka bir deyişle, yeniden sunar.
2. Dil’e dair:
İnsan dil yeteneğini doğuştan hazır bulur, ama dil’i sonradan öğrenir ve geliştirir. Belli yeteneklerle donatılmış insan, bu yetenekleri sayesinde dil’i de ilim, felsefe, teknik ve edebiyat gibi alanlardaki başarılarıyla birlikte geliştirir. İnsan eğer bu yetenekten yoksun olsaydı, öteki insanlarla bir arada olma, toplum oluşturma, duygu ve düşüncelerini başkalarına aktarma nasıl gerçekleşebilirdi? İnsan gördüğü, duyduğu, hissettiği, düşündüğü her şeyi başkalarına dil aracılığıyla bildirir.
Dil olmadan bireylerin anlaşmaları, toplum olarak birlikte yaşamaları mümkün değildir. Bir toplumun pek çok özellikleri, örf ve adetleri, dünya görüşü, hayat felsefesi, inançları, sanat anlayışları, tarihi tezahürleri diline yansır. Toplumun bütün bu görünüşleri dilinden izlenebilir. Bu bakımdan bir toplumu tanıyıp anlayabilmenin en iyi yolu, o toplumun dilini öğrenmektir. Aynı dil’i konuşan toplum bireylerinde ortak bir bilinç oluşur ve bu bilinç bireyler arasında sıkı bir bağ meydana getirir. Çünkü ortak dil o toplumun hatıralarını, duygularını ve düşüncelerini bütün maddi ve manevi değerlerin, ortak buluş ve yapışların müşterek hazinesidir.
Dil toplumsallığından, dolayısıyla tarihselliğinden söz edebilmek; evvelemirde onun, varlığını bir coğrafyaya, o coğrafyada yaşayan bir topluma ve o toplumun kendisine mahsus tarihsel ve kültürel tecrübesine borçlu oluşuyla imkan dahiline girebilmektedir. Bu durum, dil sadece toplum tarafından inşâ edildiğini değil, aynı zamanda toplumsal bilincinde dil tarafından kurulduğunu gösterir; zira bir toplumun sahip olduğu dil, o toplumun sadece kendisi aracılığıyla konuştuğu dil değil, aynı zamanda kendisi aracılığıyla düşündüğü dildir. Düşünme ediminin kendisi, dil’den bağımsız bir şekilde gerçekleşmez. Düşünme, daha başlangıcı itibariyle dil vasıtasında gerçekleşir, dil’in kendisiyle kurulur, hatta belirlenir. Daha düşünme safhasında iken dil’le ilişkiye gireriz, öyle ki henüz düşünürken dil tarafında sınırlanır ve ister istemez dil sınırları içinde düşünüp anlamaya başlarız. Bir toplumun gerçekliğini kavrama biçimini, bilincinin derinliklerinde yer edinip kök salmış eğilimlerini, refleksleri, arzu ve tutkularını o toplumun dilinin dışında aramak boş bir çaba olacaktır. Nasıl su, içine konduğu kapların biçimini alıyorsa, dil-dışı gerçeklik de (töz) çeşitli dil’lerin biçimini alır.
Dil’in temel işlevi belli bir dil’sel topluluğun bireyleri arasındaki bilgi alış-verişini sağlamaktır. İki yada ikiden çok kişi arasında gerçekleşen bir iletişim her zaman yazılı yada sözlü bir dil’sel dizgenin kullanımını gerektirmez. İnsan konuşurken jestler yapar, bir takım mimikler ve bunların yanında başka dil-dışı iletişim dizgeleri de kullanır. İşiteni, söyleyeni ve hakkında konuşulan şeyi bir araya getiren, bir araya toplayan ve bir arada tutan iletişimdir. İletişimin taşıyıcısı, iletişime yön ve düzen veren ise, ne işiten ne de söyleyendir; fakat ‘dil’dir. Anlama ancak anlamın olduğu yerde yani dil’de gerçekleşir. Dil anlamanın, içerisinde kendisini gerçekleştirdiği açıklıktır. Anlayan ne yi anlar? Anlayan dil’e gelen şeyi anlar; bir şeyin dil’e gelmesi, onun anlamıdır. İnsan kavramlarla düşünür, düşündüklerini dil dil’in sembolleriyle göstergeleriyle anlatır. Bu yüzden eskiler “el-insanu hayvanun nâtikun” yani “insan konuşan bir hayvandır.” Demişlerdir. İnsanın “nâtik” olması, sadece “konuşan canlı” olduğunu değil “düşünen canlı” olduğunu da gösterir. İslâm mantıkçıları nutk’u ikiye ayırmışlardır: “nutk-i dahili, nutk-i harici” yani “iç konuşma, dış konuşma”. İç konuşmaya (nutk-i dahili)düşünce; dış konuşmaya ise konuşma denilmiştir.
Dil iki ayrı yöntemle incelenebilir, artzamanlılık ve eş zamanlılık. Art zamanlılıkta, inceleme dilin zaman içinde uğradığı evrime, değişimlere dayanır. Bu bakımdan artzamanlı incelemeye evrimsel (devimsel ve tarihsel)dir. Eşzamanlılık , dil’in tarihsel evriminin belli bir anında belli bir dil’sel toplulukta yazılan ve konuşulan dil’e dayanır. Başka bir deyişle, söz konusu dil’in yapısı, zaman içindeki evrimini bir yana bırakarak, dili hareketsiz olarak yakalayabildiği çok kısa bir zaman dilimi içinde incelemekten başka bir şey değildir.
3. Hurûf-i Muqattaa
Hurûf, harf kelimesinin çoğuludur. Muqattaa kelimesi de ayrılmış, münferit demektir Hurûf-i muqattaa ise; ayrılmış, münferit, kesik harfler demektir.. Bu harfler, bir kelime gibi yazıldığı halde, okurken ayrı ayrı olarak okunur. Meselâ, الم tek bir kelime gibi birleşik olarak yazılsa bile, elif-lâm-mîm diye okunur.
4. Hurûf-i Muqattaa neyi gösterir?
Kkişinin içinde yaşadığı toplumun, o kişiye dil aracılığıyla sunduğu hazır kavramlar vardır. Kişi kavramları ve kavramların karşılığı olan ses dizilerini, yani gösterenleri bir arada öğrenir. Gösterensiz gösterilen yada gösterilensiz gösteren olmaz. Bu iki kavram tıpkı bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir birinden ayrılmazlar. “K.T.P” ve “A,İ” ses birimlerini ele alalım “kitap” ve “patik” ses dizeleri, yani gösterenleri Türkçe’de birer kavrama, yani gösterilene göndermede bulunurlar, oysa “K.T.P.İ.A” , “P.T.K.A.İ” ses dizeleri mümkün olsa bile, Türkçe’de herhangi bir gösterilene göndermede bulunmazlar. Yani tek başına harflerin bir manası olmaz. Tıpkı Kur’an’ı Kerim’de ki 29 surenin başında bulunan Hurûf-i Muqattaa (kesik harfler) gibi, bu harfler tek başlarına “elif, lam, mim” gibi hiçbir gösterilene göndermede bulunmazlar, literal/zahiri olarak herhangi bir manaya delâlet etmezler. Bu harflerin anlamlarıyla ilgili tefsir tarihinde ve günümüzde bir sürü yorum ve spekülasyon yapılmıştır. Harfler birleşerek ve o toplumda bir nesneyi gösteren kelimeleri meydana getirdikleri zaman anlam ifade ederler. Herhangi bir göstergeyi oluşturan sesler, zorunlu olarak birbiri ardından algılanmakta, dolayısıyla zaman içinde gerçekleşmektedir. Anlam Yazılı ve sözlü dil öğelerinin aynı anda bir arada bulunmasıyla değil, “ardı ardına gelmesiyle belirginlik kazanır”. Yazıda, göstergeler tıpkı sözlü dil’de olduğu gibi, çizgisel bir dizi oluştururlar, bu nedenle onları hep aynı düzen içinde peş peşe okumak gerekir. Türkçe’de “E.L.M” harflerinin bize harf olmaktan başka bir anlam ifade etmezler fakat “ELiM, ELeM, âLEM, MELe” kelimelerinin zihinsel bilincimizi uyarmaktadır. “Anlatanın” manasına hiçbir işarette bulunmadığı bu harflerde yoruma ve spekülasyona girmemek en doğru davranış olsa gerektir.
Cehd bizden Tevfik Allah (a.c)’den
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|