Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hz. Musa ve Yuşa b. Nun’un Seyahati
Yuşa b. Nun, bir nebidir.Tefsirlerde Hz. Musa’dan sonra Amelikalılara karşı yapılan savaşları onun komuta ettiği söylenmektedir. Gerçi biz, bizzat Kur’ân’ın naklettiği üzere Calut’u Hz. Davud’un öldürdüğünü biliyoruz ve bu kesindir.[7> Ancak Hz. Yuşa’ın (aleyhisselâm) kendi döneminde nasıl bir unvanla o savaşlara iştirak ettiğini bilmiyoruz.
Hz. Musa, bir münacatında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorar. Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir. (Meseleyi bu şekilde değerlendirmek, nebiye karşı saygılı davranma hususunda bana daha muvafık geliyor.) Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de “Mecmaü’l-Bahreyn”e kadar gitmesini vahyeder. Hz. Musa da emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur. Bu genç, tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b. Nun’dur. Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat edilir. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur.
Demek ki, bulundukları o yerde mânevî ve ayrı bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu. Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hayy ismiyle mütecellî idi. Aslında makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır. Aynı durum Hz. Cibril’de de vardır. Onun için kendisinin ve atının bastığı her yerin yeşerdiği ve geçtiği yolların yemyeşil olduğu kanaati çok yaygındır. Tabiî ki bunlar, harikulâde ve tabiatüstü hâdiselerdir. İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hayy isminin fevkalâde tecellîsiyle balık birden canlanır ve suya dalıverir.
Âyette bahsi geçen “sahr-kaya” nerededir? Bu kaya hangi kayadır? Hakkında kesin bilgi yoktur. Zaten böyle de olmalıdır. Zira meçhuliyet bütün bu vak’aların umumî karakteridir. Bazılarının bu kayayı Hz. Davud’un altına girip ibadet ettiği Mescid-i Aksa’da bulunan bir kaya olarak nakletmeleri ise kesin değildir. Bizce, bilinmeyen bir kaya olması umumî mânâya daha uygun düşmektedir.
Hz. Musa ile Yuşa b. Nun (aleyhimesselâm) bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hz. Musa’nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. O esnada Hz. Yuşa unuttuğu bir meseleyi hatırlayıverir; balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini. Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler. Hızır’ı (aleyhisselâm) orada duruyor görürler. Kur’ân, onu, kendisine “Ledün ilmi” verilen bir kul olarak anlatır.[8>
Hz. Musa, durumunu ona açar ve kendisine tâbi olmak istediğini söyler. Ancak Hızır (aleyhisselâm), Hz. Musa’nın kendisiyle yolculuk yapmaya tahammül edemeyeceğini hatırlatır. Efendimiz’den şerefsüdur olan hadislerde bu hâdise ile alâkalı tafsilat şöyledir: Hz. Musa’ya hitaben Hızır şöyle der: “Allah sana bir ilim vermiştir. Onu ben bilemem. Bana verdiği ilmi de sen bilemezsin.” Sonra da denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: “Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk’ın ilmine nisbeten, şu kuşun gagasına bulaşan su ile koca okyanusun nispeti gibidir.”
Yolculuk sırasında Hz. Hızır gemiyi arızalı hâle getirir, bir çocuğu öldürür ve kendilerine yemek vermeyen insanların bulunduğu yerdeki bir duvarı da düzeltir. Bunlar işin zâhirine göre hep hatadır, bu itibarla da her defasında Hz. Musa’nın itirazı olur. Ancak ayrılacakları sıradadır ki, Hızır, bu vak’aların iç yüzünü anlatır:
Gemi salih insanlara aittir. Hâlbuki zalim bir kral, gördüğü sağlam ve dayanıklı gemilere el koymaktadır. Onu kusurlu kılmakla, gasbolmaktan kurtarmıştır. Öldürülen çocuk şakidir. Anası, babası ise salih insanlardır. Eğer o yaşasaydı ana ve babasını da baştan çıkaracaktı. İşin ledünniyatında onu öldüren Hızır’dır (aleyhisselâm). Ancak zâhire göre o, yine kendi tuğyanı içinde bir hâdiseyle ölmüştür. Duvar yıkılsaydı, o hane sahibinin yetim kalan çocuklarına ait bir hazine ortaya çıkacak ve bu hazine yağmalanacaktı. Onlar büyüyünceye kadar duvar yıkılmayacak bir hâl alınca çocuklara ait bu hazine korunmuş olur.
Bu yolculuk, her zaman ve devirde yapılması gereken bir yolculuktur. İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine vâkıf olmaya da çalışmalıdırlar. İşte Hz. Musa, yanındaki gençle bu yola sülûk etmiş ve bütün gençliğe bu dersi vermiştir.
Yolculuk, bir mânâya göre çile ve seyr u sülûkun ********dir. Bu uzun yolculukta her makamın kendine göre şartları vardır ve bunlar ancak erbabınca bilinmektedir. Sahabeden sonra tâbiîn döneminde bu iş hakkıyla yapılmış ve her türlü ilmi elde etme cehdiyle insanlar uzak mesafelere yolculuk yapmış ve at koşturmuşlardır. Aynı hedefe varmak isteyenler, günümüzde de aynı şekilde davranmak zorundadırlar. Demek ki, bu hâdiseden hisse alma kıyamete kadar devam edecek ve her ilim insanı bu hâdiseden kendi seviyesine göre bir mânâ anlayacaktır.
Gemi de ayrı bir semboldür. Her devrin zalim ve cebbar insanlarınca gasbedilmek istenen sefineler, kırık dökük ve mukassi gösterilmekle kurtarılabileceğine bu hâdiseyle işarette bulunulmuştur. Tabiî ki burada sefineyi ben de mecazî mânâda kullanmış oldum. Zira bu prensip bütün devirlerde kullanılabilecek bir usûldür ve hükmü kıyamete kadar bâkidir.
Ayrıca bu üç hâdisenin müşterek olarak anlattığı şöyle bir nükte daha vardır: Mantık ve rasyonalizm, kalbe ve ruha teslim olmak zorundadır. Burada masum gibi görünen çocuk öldürülüyor, yıkılması gereken duvar tamir ediliyor ve teşekkür edilmesi gereken yerde iyi insanların gemisi deliniyor. Böylece anlıyoruz ki, akıl, ledünden açılmış bir pencere karşısında her zaman yeterli olmayabiliyor. Onun için esas olan, dinin ruhuna teslim olmaktır. İnsan, dünya ve mâfîhâdan tecerrüt edip tam soyunmadıkça ledünnî hakikatleri alabilme melekesini de elde edemez. Onun için, kalben dünyadan uzaklaşıp, ukbâya yaklaştırıcı bir seyre ihtiyaç vardır.
İki denizin birleşmesi (Mecmaü’l-Bahreyn) ise, tefsirlerde ismi geçen birçok denizin birbiriyle birleştiği yerlerden ziyade, her ikisi de bir sahanın denizi durumunda olan ve birisi zâhir ilminin diğeri de bâtın ilminin denizi sayılan Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir araya gelmesidir ki, mecaz olarak iki denizin birleşmesi olarak tabir edilmiştir. Bu da işarî bir yorum.
Hz. Musa ve Yuşa b. Nun’da ise tamamen lâhût âlemine bir teveccüh ve im’an-ı nazar söz konusudur. Orada insan, nâsûtîliğini bırakır, lâhûtî bir hüviyet alır ve derinleştikçe derinleşir. Bu aynı zamanda bir büyük davayı omuzlamaya ehil hâle gelmek demektir ki, cihanın fethi bu tekevvünü takip eder.. ve Zülkarneyn olmak için de evvelâ böyle bir terbiyeden geçmek lâzımdır.
Ciddî bir tecerrüt, uzlet ve halveti olmamış, iradî veya gayri iradî böyle bir çile devrini doldurmamış insanların “vâsıl” olmaları elbette mümkün değildir. İşte bu merhale, bir çeşit katedilmelidir ki, Hızır’la buluşma yoluna girilebilsin. Zülkarneyn olabilmek için de bu ikinci merhaleden geçmek gerekir. Dünden bugüne bunu iradesiyle yapanlar yapmış, bazıları da iradesi dışında bu yola sevk edilmiştir. Düşünün ki Asrın Çilekeşi, seksen küsur senelik hayatında dünya zevki namına bir şey tatma imkânı bulamamıştır.
Evet, o ömrünü ya harp meydanlarında ya esaret zindanlarında ya memleket mahkemelerinde ya hapishanelerde ya da sürgünde geçirmiştir. Bu da onun için gayri iradî bir Ashab‑ı Kehf hâline gelme ve ardından gidenlere de bu mevzuda tam bir örnektir. Allah’a ulaşma istikametinde yürünen yolun muktezası budur. Ateşten hendeklerin içine girmeden, su yerine zehir içmeden, birkaç defa cendereden geçmeden, Yunus’un ifadesini az değiştirerek söyleyeyim, “Sen vâsıl olamazsın.”
Gönüller sultanlığına açılan kapı buradan başlamaktadır. Söğüt’te kurt hâlinde beklemek, kanatlanmak, kelebek olmak, daha sonra dört bir yana pervaz edip kanat çırpmak ve “Kostantiniye elbet fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir. Ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır!” hakikatini temsil edebilecek kıvama gelmek için birkaç asır beklemek, Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur ve bu, bütün Müslümanlar için geçerlidir.
[Eser:Zihin Harmanı,Müelifi:M.Fethullah Gülen>
|