medeni0002 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 kasim 2010 Yer: Turkiye Gönderilenler: 936
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selamlar,kıymetli dostlarım, ümmi kelimesiyle ilgili bir araştırma yaptım,bu konuda en sağlıklı bilgileri Hakkı Yılmaz Hocamın tefsirinde buldum.Hakkı Yılmaz Hocam(Allah ondan razı olsun)bu konuyu çok güzel incelemiş ve bizlerin istifadesine sunmuştur.benim yazmamı gerektirecek birşey bırakmamış,o bilgileri buraya alıntı yapıyorum: Rasülüllah`ın okur yazarlığı
Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de “ امّىümmî” sözcüğüdür.
Kur’an’da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğün yanlış
manalandırılması sonucu yüce İslâm dini doğru anlaşılmaz olmuş ve
peygamberimiz de yanlış tanıtılmıştır.
“امّى Ümmî” sözcüğü
halk arasında “anasından doğduğu gibi bilgisiz, okur yazar olmayan”
anlamında kabul edilmiş, toplumlarda bu anlamıyla kullanılır olmuş ve
“anasından doğduğu gibi bilgisiz” olmak hep yerilmiştir. Hem de bu
yergi, Şair Eşref’in bir hicvinde yer alan;
“Rahm-i maderden (ana rahminden) nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir,
Gezmeden seyyah-ı âlem bilmeden allâmedir”
beytinde olduğu gibi veya
“Ümmînin ümmîye imameti caizdir (Cahilin cahile imam olması
sakıncasızdır” deyimindeki gibi alay eder tarzda yapılmıştır.
Hâl böyle iken “امّى ümmî”
sıfatının peygamberimiz için “anasından doğduğu gibi bilgisiz”
anlamında kullanılması, kaş yaparken göz çıkarma deyiminde olduğu gibi
övgü amaçlı çabaları sövgüye dönüştürmekte ve bizim gibi kendisine
işin doğrusunu Allah’ın yardımı ile öğrenmek nasip olmuş kimselere de
bu doğruları anlatmak bir borç hâline gelmektedir.
Peygamberimizin ümmîliği
Bilindiği üzere, Müslümanların ekserisi tarafından
peygamberimizin okur yazar olmadığına inanılmaktadır. Ama başkaları
için söz konusu olduğunda kınanan bu özellik için, peygamberimize bir
hayli methiye düzülmüştür. Böylece, bilerek veya bilmeyerek hem
peygamberimize hem de yüce dinimize lekeler sürülmüştür. Peygamberimizin
“anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında “ümmî” olduğu yolundaki
iddiaya ise, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48.
ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası senaryolu rivayet
kanıt gösterilmiştir.
Ankebut; 48: Ve sen bundan evvel herhangi
bir kitaptan okumuyordun; ONU sağ elinle de (kendiliğinden) yazmıyorsun.
Eğer böyle olsaydı batılcılar (batıla inananlar) mutlaka kuşku
duyacaklardı.
Bu ayette, peygamberimizin Kitap okumak ve yazmakla meşgul
olması hâlinde, Tevrat ve İncil’de bozulmuş olarak var olan konuların
gerçeğinin Kur’an’da yer alması sebebiyle onun peygamberliği hakkında
şüphe uyanacağı bildirilmekte ve peygamberimizin ehl-i kitap hahamları
ve papazları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı
vurgulanmaktadır.
Aslında bu ayet, iddiacıların iddialarının aksine
peygamberimizin okur yazar olduğunun kanıtıdır. Çünkü, okuma yazma
bilmeyen birine “onu sağ elinle (kendin) de yazmıyorsun.” ifadesinin
kullanılması anlamsızdır. Yani peygamberimiz okuma yazma biliyordu ki
kendisine bu şekilde bir ifade yöneltilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin
okuma yazma bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de
uydurma olduğu ve orada geçen “ma ene bikaiin” ifadesinin de “ben
okuma bilmiyorum” demek olmayıp, “ ما انا بقارئben okuyucu değilim” demek olduğu, tarafımızdan Alak suresinin tebyininde (İşte Kur’an, cilt 1; s: 26-29) açıklanmıştır.
Diğer taraftan, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine,
uydurma olan Hıra mağarası rivayetini kanıt gösteren rivayetçiler,
onun okuryazar olduğunu, hatta yazısının pek iyi olmadığını ileri
süren ve Buhari Sulh ve İlim kitaplarında da yer alan şu rivayeti ise
görmezden gelmektedirler: Kitab-ül Megazi; 45. Bab: 45- Andlaşması
Hükmü İle Yapılan Umre Babı Bunu Enes, Peygamber(S)den zikretmiştir.
263- (Rivayet zinciri; el Berâ- Ubeydüllah b. Musa)…. : “Peygamber
(S) zu`1-ka`de ayı içinde umre yapmak üzere yola çıktı. Fakat Mekke
halkı Peygamber`i Mekke`ye girmeye bırakmalarını kabul etmediler.
Nihayet Peygamber Mekkeliler ile gelecek senede üç gün Mekke`de kalmak
üzere, bir andlaşma yaptı. Andlaşma hükümlerini yazdıkları zaman,
“Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’in üzerinde andlaşmış olduğu şeylerdir”
yazmışlardı. Onlar (Mekkeliler): — “Biz bunu (senin elçiliğini) ikrar
etmiyoruz. Eğer biz senin Allah`ın Elçisi olduğunu bilir ve tasdik eder
olsaydık, seni hiçbir şeyden men etmezdik. Ama sen Abdullah oğlu
Muhammed’sin” dediler.
Bunun üzerine o (Rasûlullah): — “Ben Allah `in Elçisiyim ve Abdullah oğlu Muhammed’im” dedi.
Sonra da Alî’ye: — “Allah’ın elçisini sil!” dedi.
Alî: — “Hayır vallahi ben Seni ebediyyen silmem!” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah, sallallahü aleyhi ve selem kitabı aldı. Rasûlullah kendisi yazı yazmayı güzel yapamıyordu.
Akabinde: “Bu, Abdullah oğlu Muhammed’in üzerinde andlaşma yaptığı şeylerin yazısıdır” diye YAZDI:
- Mekke`ye silâh sokmayacak, yalnız kılıfı içinde kılıç
getirecek; - Mekkeliler`den bir kişi Muhammed’e tâbi olmak isterse,
Mekke`den çıkamayacak. Muhammed’in sahâbîlerinden birisi Mekke’de
kalmak isterse, bunun da Mekke’de ikameti men edilmeyecektir. Ertesi
sene ……
Rivayetin bundan sonraki bölümleri ertesi sene Mekke’de
cereyan eden olayları nakletmekte olup, burada konu edilen antlaşma, adı
açıkça geçmese de Hudeybiye Antlaşması’dır.
Bu rivayetin altını çizdiğimiz bölümünün orijinal metni de aynen şöyledir: “فأخذ رسول اللّه صلى اللّه عليه و سلّم الكتاب و ليس يحسن يكتب فكتب هذا ما قاضى ….. ”
Bu metindeki “ كتبketebe (yazdı)” fiili
birçok çeviride “yaz(dır)dı” veyahut “yazdırdı” şeklinde yer
almıştır. Ayrıca bu rivayetlere göre Siyer ve Tarih yazanlar da her
nedense bu rivayetin bizim üzerinde durduğumuz bölümünü görmezden
gelmişlerdir. Biz, bu kadar önemli bir konuda, kaynak olarak kabul
ettikleri rivayetler arasında yer alan yukarıdaki rivayeti dikkate
almayanların bir cinayet işlediklerini düşünüyor ve bu cinayetin ne
amaç güttüğünü ise kamu vicdanına havale ediyoruz.
Peygamberimizin “ümmî” olduğu, Kur’an tarafından bildirildiği için
tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu; peygamberimizin hangi
anlamda ve nasıl bir “ümmî” olduğu, daha doğrusu “ümmî”liğin ne anlama
geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri
Kur’an’a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de
Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.
“Ümmî” ne demektir?
“امّى Ümmî” sözcüğü, “ana” anlamındaki “ امّümm” ile “ya-i nisbiyyeden (bağıntı ‘ya’sından, ‘ ىya’
edatından)” oluşturulmuş bir sözcük olup, “anaya mensup “analı”
demektir. Çünkü, sözcüklerin sonuna getirilen “ya” bağlantı edatı,
genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için
kullanılır. Meselâ; Konevî; Konyalı, Bağdadî; Bağdatlı, Halebî; Halepli,
Rumî; Romalı… demektir. Buna göre “ümmî” de; adı “Ümm (Ana)” olan
kent mensubu, Analı demektir. Ancak, buradaki “Ana” özel isim olup,
cins isim olan “ana (anne)” ile karıştırılmamalıdır. “Ana”nın neresi
olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman olduğu gibi Kur’an’dır:
En’âm; 92:
Bu da Bizim, Köylerin (kentlerin) anasını (Anakent’i) ve
çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini
doğrulayıcı mübarek (bereketli, bolluk dolu) bir Kitaptır. Ahirete
inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar
(desteklerini de sürdürürler).
Bu ayette peygamberimize önce “ امّ القرىümm-ül kura”yı, sonra
da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Biz biliyoruz ki
peygamberimiz Mekke’de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyarmıştır. O
hâlde ayetteki “ümm-ül kura” ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği
açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki
halkın dilinde “ümm-ül kura”dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur’an’da
da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir
tartışma olmamıştır.
“Ümm-ül kura”; “köylerin/ kentlerin anası, anakent” demek
olup, Mekke’nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi ise, Kâbe
çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasından kaynaklanmaktadır.
Bazı yerleşim birimlerinin, kendi isimleri ile değil de,
özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçe’de de vardır.
Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan,
Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…
“Anakent” nasıl “Ana” oldu?
Arap dilindeki İzafetlerde (tamlamalarda), bazen “muzafun
ileyh hazf olur, ondan bedel olarak da muzafa, lam-ı tarif getirilir”.
Yani tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirgin (özel) hâle
getiren bir edat getirilir. Burada da “ امّ القرىümm-ül kura” tamlamasındaki “ القرىel kura” kaldırılarak yerine lam-ı tarif olan “ الel” konmak suretiyle iki kelimeden oluşan tamlama “ الامّel Ümm
(Ana)” şeklinde tek kelime hâline getirilmiş ve “kentlerin anası/
anakent” ifadesi “Ana” olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük
özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk
harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.
Mekke’nin diğer ismi olan “ امّ القرىümm-ül kura”, yukarıdaki şekilde “ الامّel Ümm” şekline dönüşünce “Mekkeli”yi ifade etmek için de sözcüğün sonuna bağıntı “ ىya”sı getirmek yeterlidir: “ الامّىel Ümmî”. Bir başka ifade ile, “anakent” “Ana”ya, “anakentli” “Analı”ya dönüşmüş olduğu için “الامّى el Ümmî” denince “Anakentli” anlaşılmalıdır.
Yerleşme birimleri ile ilgili
olarak bu tarz kısaltmalar Türkçe’de de uygulanmaktadır. Meselâ,
Aydın’ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından
“Ada” denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili
cümleler; “Ada’ya gittim”, “Ada’dan geliyorum”, “Ada’nın kaymakamı”,
“Ada’nın belediyesi”, “Ada’lı Ahmet”, “Ada’lı Mehmet” vs. gibi
ifadelerle söylenmektedir.
İşte “Ümmî” sözcüğü de, “ümm-ül
kura” ifadesinin yukarıda izah edildiği gibi bir değişime uğramış hâli
olup, “Ana’ya mensup, Analı”, yani “Mekkeli” anlamına gelmektedir.
Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam altı ayette geçen “Ümmî”
sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:
Bakara; 78:
Onlardan bir kısmı da Ümmîlerdir/ Anakentliler’dir. Onlar Kitap’ı
bilmezler, sadece hayal ve kuruntu bilirler. Ve onlar sadece
zannederler (kuşkulanırlar).
Âl-i Imran; 20:
Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben kendimi Allah’a
teslim ettim. Bana uyanlar da.” Kitap verilenlere ve Ümmîlere/
Anakentliler’e: “Siz de teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olurlarsa
doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece
tebliğ etmektir/ mesajı iletmektir. Allah, kullarını en iyi şekilde
görendir.
Âl-i Imran; 75:
Ve ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet
teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki, ona
bir tek dinar/ kuruş emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri
vermez. Bunun sebebi şudur: Onların: “Ümmîlerin/ Anakentlilerin bizim
aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir.” demelerindendir. Onlar,
bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan söylerler de.
A’râf; 157:
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Ümmî/
Anakentli nebi elçiye uyarlar; o, onlara iyiliği emreder, kötülükten
onları men eder. Güzel/ temiz/ hoş şeyleri onlara helal kılar, pis
şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarından ağırlıklarını indirir.
Üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. Ona inanan, onu
destekleyen, ona yardım eden, onunla indirilen Nur’a (Kur’an’a) uyan
kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
A’râf; 158:
De ki: “Ey insanlar! Ben, kesinlikle, tümünüze göklerin ve yerin mülkü
kendisinin olan,kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan, dirilten
ve öldüren Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. O hâlde Allah ve Rasülüne
iman edin; Allah’a ve onun sözlerine inanan o Ümmî/ Anakentli
peygambere iman ediniz ve ona uyunuz ki, doğru yolu bulabilesiniz.”
Cuma; 2: O
Allah’tır ki Ümmîlere/ Anakentlilere içlerinden bir rasül
göndermiştir. O, onlara Allah’ın ayetlerini okur. Onları arıtıp
temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Onlar bundan önce tam bir
sapıklık içinde idiler.
Yukarıdaki, “ümmî” sözcüklerinin
tekil veya çoğul olarak geçtiği ayetler, bulundukları pasaj ile
birlikte dikkatli bir şekilde okunup iyi anlaşılırsa, “Ümmî”
kavramının; “Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil’i okumayan veya
Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler” demek olduğu kolayca
anlaşılmaktadır.
O dönemde, peygamberimizin
içinde yaşadığı toplumu; ehl-i kitap olanlar (Yahudi ve
Hıristitanlar) ve ehl-i kitap dışındakiler olarak farklı iki zümreye
ayırmak mümkündür. Yahudiliğin “millî din” olması sebebiyle, Yahudilerin
aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i kitap zümresinin
diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke’nin “anakent” olması
dolayısıyla Mekke’de yaşadıkları, Mekke’ye başka yörelerden göç etmiş
oldukları, çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim
Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve “zımmî” adı verilen bu
yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu
dönemde yasalarla belirlenmiştir (Ana Britannica, c: 32, s: 393).
Toplumun ehl-i kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur’an’dan
öğrendiğimize göre kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve
zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke’de doğup büyümek
suretiyle Mekkeli olanlardır. İşte Kur’an’da bu kesime mensup
olanlara, yani Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara,
taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara “Ümmî” denmektedir. Bunun
böyle olduğu, hem Kur’an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.
Demek oluyor ki, peygamberimizin “امّى Ümmî” oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke’nin ehl-i kitap dışındaki zümresine mensup olduğunu göstermektedir.
Konuya aklî olarak
yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır: Elçi olarak seçilmeden önce
Mekke’de ticaretle uğraşan peygamberimizin, bir tüccar olarak okuma
yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke’nin emini olması
dolayısıyla herkesin malının, parasının kaydını, okuması yazması olmadan
tutması da imkânsızdır.
Elçilik görevine seçildikten
sonra, kendisine gelen ilk vahylerde “Oku! En üstün olan Senin Rabbin
ise kalemle öğretendir.” (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade
aslında, peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir
emirdir. Okur yazar olmayana ise böyle bir emir verilmez. Ayrıca,
Kur’an’da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet
mevcuttur. Eğer peygamberimiz okur yazar olmasa idi, sürekli onun
açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yaparlar, kendisi
okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle
emredebildiğini sorarlar, üstelik bu tip davranışların Bakara
suresinin 44. ve Saff suresinin 2. ayetleri ile yasaklandığı için
kendisinin çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.
Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma
bilmediği var sayılsa bile, yirmi üç senelik elçilik hayatında da onun
okuma yazma öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü, ilimi,
bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve
ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu
süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki
peygamberimizin, Bedir Savaşı esirlerini, okuma yazma bilmeyen
Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması
gibi, Kur’an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden bir
çok önerisi ve uygulaması vardır.
Kısaca söylemek gerekirse; herkese ilim, irfan emredilirken,
peygamberimize “Sakın sen okuma yazma öğrenme” diye özel bir emir
verilmediğine göre, onun okuma yazma bilmediğini söylemek,
mantıksızlığın ötesinde peygamberimize yapılan büyük bir haksızlıktır.
SONUÇ OLARAK:
Naklen ve aklen sabittir ki, Kur’an’da geçen ÜMMÎ ifadesi “Anakentli
(Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî
olmayan)” demektir. Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi
içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları
ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır.
Kur’an’da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu
konusu üzerinde duran daha bir çok ayet vardır (Sad; 4, Kaf; 2,
Tövbe; 128). Yani peygamberimiz; okuyup yazabilen, Ümmî/ Anakentli
(Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî
olmayan) birisidir. selamlar,sevgiler.
__________________ medeniyet
|
medeni0002 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 kasim 2010 Yer: Turkiye Gönderilenler: 936
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selamlar,kıymetli dostlarım, mü'min kelimesi de امن kökünden gelen bir kelimedir.bunun bizlere lügatteki çağrışımları şunlardır. mü'min kimse,korkusuz,cesur kimsedir. mü'min kimse,güvenilen kimsedir.böyle bir durumda şu soruyu soralım,insanlar kimlere güvenir.tabiki zararsız kimselere güvenirler.o halde bunu formülleştirirsek.''mü'min=zararsız kimse''oluyor.pekala sadece zararsızlık yeterli midir?hayır.yeterli değildir,gücünün yettiği oranda kendisine ve çevresine faydalı olmaya çalışan ve buna gayret eden insanda mü'min kelimesinin kapsamı içerisine girer.pekala bizim bu iddiamız Kur'an tarafından desteklenmekte midir?bu görüşümüz yüce Rabbimin beyanlarına uygun mudur?isterseniz birde buna bakalım: Meryem96:''İmân edip İyi yararlı amellerde bulunanları elbette Rahman (olan Allah) sevgili kılar.''(celal yıldırım meali) kıymetli dostlarım,bu ayette de görüldüğü üzere zararsızlık yetmiyor,faydalı olmaya çalışmak,bunun gayreti içinde olmakta gerekiyormuş ve yüce Rabbim böyle insanları sevdiğini açıkça ilan etmiştir ki onlar tabiki mü'min kimseler yani yararlı kimseler oluyorlar. Furkan71:''Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o,makbul bir kimse olarak Allah'a döner. ''(Süleyman Ateş Meali) Lokman3:''İyilik ve güzellikte bulunmayı (faydalı iş yapmayı) huy edinenlere doğru yol ve rahmettir.(Celal Yıldırım Meali) mü'min kişi,emanetlerinin(sorumluluklarının)bilincinde olan kimsedir. mü'min kişi emanetlere ihanet etmeyen kimsedir. mü'min kişi,hakkı ve doğruyu tasdik edip onun yanında yer alan kişidir. sevgili dostlarım,emanet kelimesi de aynı kökten gelir.emanet ne demektir?.isterseniz birazda onu irdeleyelim: Aliimran75 ve 161'de emanet,mal,altın,para olarak ifade edilmiş,demekki mala zarar vermekte emanete ihanet kapsamına giriyor. Soru:mal nasıl ve niçin emanet sayılmaktadır?. Cevap:''emn''kökü,emniyeti ve himaye edip korumayı da ifade etmektedir.o halde şundan geliyor.mallar bizim koruyucumuz,muhafızlarımız olduğu için.mal bizim nasıl muhafızımız oluyor?giydiğimiz elbiseler bizi soğuktan,sıcaktan korumuyor mu?sığındığımız evler,bizi soğuktan sıcaktan korumuyor mu?bindiğimiz merkepler,arabalar bizi bir yerden bir yere taşıyıp hayatımızı kolaylaştırmıyor mu?suyunu içtiğimiz nehirler,ırmaklar,çeşmeler bizim hayatımızın devam etmesine katkı sağlamıyor mu?daha bu misalleri çoğaltmak mümkündür.o halde Allah'ın nimetlerinden olan mallarda bizim emanetlerimizdir.onlar bizi korudukları için bizde onları korumalıyız. Ankebüt18'de emanet Kur'an olarak ifade edilmiş.demekki Kur'andaki kurallara aykırı hareket etmekte emanete ihanet oluyor.Bakara93 ve 121'de Allah'ın kuralları olarak ifade edilmiş yüce Rabbim Hacc38'de emanete ihanet edenleri sevmediğini açıkça beyan etmiştir. Nisa58:''Allah,size,emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.(Diyanet Meali) Tebyinim(Açıklamam):burada malları kim koruyor diye bir soruyu sormamız lazım,bunun cevabı tabiki ülke yöneticileridir.ülkede arazileriyle,sularıyla,geçim kaynaklarıyla,içindeki mallarla bir mülk değil midir?o halde bu ayette Yüce Rabbimin hedefinde ülke yöneticileri vardır.yani şunu demek istiyor.ülkenin yönetimini bu işe ehil olan emanetine sadık olan kimselere emanet edin diyor.bu Allah'ın bir emridir.bu durum insanların keyfine bırakılmamıştır.insanlar,en ehlini en yararlısını seçmekle mükellef tutulmuştur. emanet kelimesi burada çok manalıdır.mülkün asıl sahiplerinin halk olduğu,yöneticilerin ise bunların asıl sahipleri değil ''bekçileri'' olduğu mesajıda vardır.burada adalet kelimesi de geçtiğine göre bir vazifesi daha ortaya çıkıyor.sadece bekçilik değil birde dağıtıcılık görevi de ortaya çıkıyor.nasıl dağıtıcılık yani?.ülke yöneticilerine ülkenin gelir kaynaklarını,nimetleri halkına adil (eşit)paylaştırma görevi de verilmiştir.insanlar arasında çalışma performansından kaynaklanan gelir dağılımında biraz farklılık olabilir,ancak uçurum olmayacak.2 saat çalışanla 8 saat çalışanın kazancını eşit yaparsanız belki bu eşitlik olur,ancak adil olmaz.demekki burada aslolan adalettir. yüce Rabbimin istediği adalettir.bu şu anlama gelmez.çalışmayan aç kalsın anlamına gelmez.Kur'anda insanları zorla çalıştırmak gibi bir emir verilmemiştir.bu şu anlama gelir,insanların çalışmama hakları da vardır.o halde hiç çalışmayanı veya sağlık durumundan dolayı çalışacak durumda olmayanları aç bırakmak gibi bir hakta verilmemiştir. şimdi böyle bir durumda insanlara çalışmama hakkı verilirse ve ev ve gıda gibi imkanlar ve haklar verilirse kim çalışırki diye bir soru da sorulabilir.bunun cevabı ve çözümü de vardır.örneğin bir işçi fabrikaya çalışmaya gittiği zaman patronuna''patronum,ben bugün çalışmak veya bu işi yapmak istemiyorum''dediği zaman,patronu da''defol git,gözüm seni görmesin''gibi hakaretlerde bulunma hakkına sahip değildir.ona sevdiği,yapabileceği daha kolay işleri teklif etmelidir.daha da olmadı,''tamam yavrum,hiç değilse şuralarda dolaş,bekçilik yap,gelen giden malları kontrol et veya işçilere ara sıra şarkı türkü söyleyip onların morallerini yükselt''gibi işler teklif etmelidir.herkesin mutlaka yapabileceği işler vardır.yüce Rabbim insanları çeşit çeşit yeteneklerle yaratmıştır.mühim olan bu yetenekleri keşfetmektir..örneğin böyle bir durumla bende karşılaştım..askerde iken bizim bölükte bir arkadaş vardı..ne nöbette,ne eğitimde,ne başka işlerde durumu iyi değildi..tabiki komutanımız akıllı birisiydi..hem akıllı hemde merhametliydi.bu arkadaşa başarısızlıklarından dolayı da hiç hakaretlerdede bulunmadı.onun kasten böyle bir şey yapmadığınında farkındaydı..bir gün arkadaş yine eğitime gelmemişti..neyse eğitim bitipte tabura varınca birde baktıkki elinde bir çöp kutusuyla dolaştığını gördük.ona vaziyeti sorunca,komutanımız beni eğitimdende nöbettende muaf tuttu ve bana bu işi verdi''dedi..arkadaşta askerliği bitirene kadar bu işi severek yapmıştı..arasıra taburun etrafındaki göze batan çöpleri topluyor,diğer zamanlardada çay ocağında oturup televizyon seyrediyordu..yani demek istediğim şuki amirler vardır,personeliyle sürekli hırıldaşır,amirler,müdürler vardır personeliyle arkadaş ve dost gibi olur..böyle davranarak hem dost kazanırlar hemde iş performansını artırmış olurlar..onun için amirlere veya müdürlere akıllı olmak ve merhametli olmak kriterleri de getirilmelidir diye düşünüyorum.insanlara sevgiyle yaklaştığınızı hissettirirseniz veya buna inandırırsanız inanıyorumki onlar bunu suistimal etmedikleri gibi daha iyi işler yapmalarına vesile olmuş olursunuz..çalıştırdığınız insanlara köle muamelesi yaparsanız esas o zaman iş performansına zarar vermiş olursunuz.. doğan her canlı doğuştan yaşama hakkına sahiptir.bu şu anlama gelir.Kur'anla yönetilen bir ülkede herkes ister çalışsın,ister çalışmasın asgari yaşama standartlarına ve maaş almaya hak sahibidir.asgari geçim standardı ise,ev ve normal beslenmesini sağlayacak kadar gıdadır.ister çalışsın ister çalışmasın veya çalışacak durumda olmayacak kadar sağlığını kaybetmiş olsun herkes ev ve gıda edinme haklarına sahiptir. şimdiki modern,medeni kanun diye söylenen kanunlar bile Kur'anın çok gerisindedir.ev kadınlarına bile ''onlar,çalışmıyorlar,o halde maaşları da olamaz'' mantığıyla yaklaşmaktadır.çocuklarla ilgilenmeyi işten bile saymamaktadır.oysaki Kur'ana göre iyi şeyler düşünmek,halkın refahını artırıcı projeleri düşünmekte iş kapsamına girer.yani öyle insanlar varki zekalarıyla,öyleleri de vardır bedenleriyle,öyleleri de vardırki hem zekalarıyla hem de bedenleriyle üretime katkı sağlamaktadırlar.tabiki bunlar eşit tutulamaz.ancak en geride ve zayıf olanları da açlıktan öldürme hakları kimseye verilmemiştir.inşaallah ileride bunun Kur'andan delillerini de sunacağız. kapitalist,modern hırsızlar evde çocuklarıyla ilgilenmeyi bile işten saymıyor ve ev kadınlarına maaş bağlamıyor.oysaki Kur'an sisteminde herkes doğuştan ev ve gıda edinme haklarına sahiptir.işte Kur'anın asgari geçim standardı budur ve herkes doğuştan bu haklara sahip olarak doğar. emanet ehline verilmezse veya nimetlerin adil paylaşımı yapılmazsa ne gibi felaketler olur,bunu düşündüğümüz zaman bu emrin ne derece ehemmiyetli bir emir olduğunu daha iyi anlarız.yani ülke yöneticileri ehil kimse olmazlarsa,ülkede fakirlikler çoğalır,adalet zayıflar,ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları düşmanlara peşkeş çekilir,ülke atalete,işsizliğe garkolur.bunun sonucunda da terör,şiddet,rüşvet,kamplaşmalar,mafyacılık kontrol edilemez hale gelir,hak hukuk zayıflar,güçlüler zayıfları ezer,gücü gücü yetene bir ülke haline gelir.vs.vs.say say bitmez.. dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur.öyle devlet adamları vardır ki ülkesini vezir etmiştir,öyleleride vardırki rezil etmiştir.işte Yüce Rabbim müminlerin rezil olmasını istemediği için,mallarının yağmalanmasını istemediği için onların huzur,barış ve refah içinde yaşamalarını istediği için bu önemli kuralları getirmiştir. Allah'ın bu hükmünden,ilmi siyaseti bilmek ve buna uygun davranmak farzdır diyoruz. selamlar,sevgiler.
__________________ medeniyet
|